İçeriğe geç

1. Haçlı Seferi

    Batı dünyasının İslâm’a karşı Haçlı savaşları ile tarihte ortaya koyduğu şiddet bugün şekil değiştirmiş olarak devam ediyor. Bu açıdan bakıldığında Haçlı savaşları için nasıl bir okuma yapabiliriz?

    İlk Haçlı Seferi 1095 yılında dönemin papası II. Urban’ın çağrısı üzerine başlatılmıştı. Bu savaşın mağduru aslında sadece Müslümanlar olmadı. Avrupa’nın her yerinden toplanan vahşi ve başıbozuk bir ordu ile başlattılar seferi. Çoğunluğu köylülerden, suçlulardan ve çocuk yaşta sıradan insanlardan oluşuyordu. Bu toplama ordu İslâm topraklarına gelene kadar geçtiği her yerde şiddet ve yağma fırtınası estirdi. Öyle ki Batı’dan yardım dilenen Bizans bile bu işe kalkıştığına pişman oldu.

    Haçlı Seferleri’nin bir çağrı ile başlamıştı. Fransa’da bir konuşma yapan Papa II. Urban, tüm Avrupa’yı bir Haçlı seferi için motive etti. Papa, Kudüs başta olmak üzere kendileri açısından kutsal kabul edilen ve Müslümanların elinde bulunan toprakların kurtarılması için büyük bir ordu kurulması vaazını veriyordu. Yaptığı çağrının meşruiyet zemini dinin kutsalları idi. Bu yüzden Hıristiyanların müşterek ordusu, müşterek seferi olmalıydı.

    II. Urban dinî söylemlerle süslediği konuşmalarında, Kudüs’ü merkeze alıyor ve bütün kutsalları adına bu savaşın kaçınılmaz olduğunu açıklıyordu. Bahsettiği toprakların dünyada ilk kilisenin inşa edildiği yerler olduğunu söylüyor, “Tanrı’nın krallığı”nın yeniden kurulması için de bu toprakların tekrar Hıristiyanlaşması gerektiğini öne sürüyordu.

    Onun İncil’den alıntılarla süslediği konuşması muhataplarını galeyana getirmeye yetti ve “Tanrının istediği bu!” çığlıkları yükseldi. Bütün Avrupa’da öyle bir atmosfer oluşmuştu ki Papa’nın çağrısına olumlu dönüş yapanlar için artık pişmanlık ya da vazgeçmek gibi bir durum söz konusu değildi.

    Bu seferlerin ekonomi ile ilgili sebepleri hiç mi yoktu? Doğu’nun zenginliklerini yağmalamak mesela?

    Aslında Haçlı seferlerinin nedenleri babında birçok madde sıralayabiliriz. Tabii ki Doğu’nun zenginliklerine sahip olmak da bunlar arasındadır. Fakat daha öncesinde Hıristiyan dünyanın güvenlik endişeleri var. Sultan Alparslan’ın 1071’de Malazgirt’te kendisinden beş kat güçlü Bizans ordusunu yenmesi ve Anadolu’ya girmesi son derece tedirgin edici idi.

    İslâm orduları Malazgirt Savaşı sonrasında Anadolu’nun içlerine doğru ilerlemeye başladı. Bu durum Bizans İmparatorunu fena halde ürküttü. Karşılaştığı orduyla baş edemiyordu ve tehlike kendisi açısından her geçen gün büyüyordu. Eğer İslâm ordularının yürüyüşü bir şekilde engellenemezse Bizans içine düştüğü tehlikeden kutulamayacaktı. İşte bu korku imparatoru daha kesin ve daha büyük bir çözüm aramaya sevk etti. Papa’ya bir mektup yazarak durumunu izah etti ve ondan yardım çağrısında bulundu.

    Bizans’ın durumu Papa’yı ve diğer Hıristiyanları da tedirgin etmişti. Ortodoks ve Katolikler arasındaki düşmanlık rafa kaldırılıp, ortak kabul ettikleri düşmana karşı bir araya gelme fikri cazip görünüyordu. Ancak Katolik kilisesi ve Bizans İmparatorları arasındaki ilişkiye baktığımız zaman yüzyıllardır süren gerginliklerle karşılaşırız.

    Buradaki en önemli anlaşmazlık İmparator’un Papa’nın üstünlüğünü kabul etmemesinden kaynaklanıyordu. Yaklaşan Selçuklu tehlikesiyle İmparator köşeye sıkıştığını hissettiği için Papa’yla anlaşmayı kabul ediyordu. Meseleye Katolik Kilisesi açısından bakıldığında ise Bizans imparatorunun, eğer Konstantinopolis düşerse Avrupa’nın kapılarının açılacağını ve yakında Orta Avrupa’nın savaş alanına döneceğini söylemesi son derece ikna ediciydi diyebiliriz.

    Şu halde temel sebep, İslâm karşısında Hıristiyan dünyanın ayakta kalma endişesi…

    Aslında bu seferleri ortaya çıkaran sebeplerin hepsi önemlidir. Ancak içlerinden bazılarını daha fazla öne çıkarabiliriz. Mesela ilk Haçlı orduları oluşturulduğu dönemde Avrupa’da yaşanan açlık, sefalet ve yoksulluk önemli nedenlerden biridir diyebiliriz. Papa’nın Doğu topraklarını Hıristiyan dünyasının kutsal toprakları olarak lanse etmesinin altında, Avrupa’da sıkışıp kaldıkları sefalet ortamını dönüştürme niyeti de doğal olarak vardı. Kilisenin topladığı başıbozuk diyebileceğimiz kitle sadece cennet, günahların affedilmesi vaatleriyle adını bile bilmedikleri yerlere upuzun bir yolculuğa çıkmadı. Gidecekleri yerlerde muazzam zenginlikler olduğu ve kazanılacak olası zaferlerle savaşa katılan herkesin zengin olacağı hayali de insanların başını döndürdü.

    Düşünün, ilk Haçlı seferinden yetmiş yıl kadar önce Avrupa’da insanlar kitleler halinde açlıktan ölmüş ve toplu mezarlara gömülmüşlerdi. Yine bazı anlatımlara bakılırsa kitleler halinde ölen insanları gömenler, bir müddet sonra yine açlığın etkisiyle o cesetleri çıkarıp yemek zorunda kalmışlardı.

    Hayat şartları bu kadar zorlu olunca hırsızlık, gasp, yağma ve talan her yerde ve her gün görülen doğal olaylardan sayılmaya başlanmıştı. Bu psikolojik gerilimle yaşayan kitleler, Doğu’nun zenginliklerini aparmaya davet edildiğinde neredeyse hiç düşünmeden kabul etmişlerdi.

    Haçlı Seferleri’nin başladığı dönemde Avrupa’da toplum yapısı için neler söylenebilir?

    Tahmin etmek zor değildir kanaatimce. Bahsettiğimiz ölçüde sefaletin yaşandığı yerlerde nasıl bir düzenden bahsedilebilir ki? Genel olarak anarşi hakimdi. Despot kralların, derebeylerin baskılarını da tabloya eklemek lazım.

    Bunun yanında bir de kilisenin akıl almaz baskısı vardı. Kralların, derebeylerin, asillerin zulmünün üzerine bir de din adamlarının sömürdüğü halk tehlikeli bir sürü haline gelmişti. O yüzden Haçlı Savaşları’nı anlatan kroniklerde okuduğumuz insanı hayrete düşüren şiddet manzaralarıyla karşılaşıyoruz. Elbette Haçlı seferine çıkmasınlar da ne yapsınlar demiyoruz. Doğu’da parlayan rahmet, adalet ve insaniyet güneşine cevap vermenin yolu elbette bu değildi.

    Burada anlatmaya çalıştığımız şey, bu savaşlarda vahşileşen insanların, aslında savaş meydanına gelmeden önce de birbirlerine karşı ne kadar vahşi ve gaddar davrandığıdır. Böyle bir kitlenin sürü halinde ve eline resmî olarak verilmiş silahlarla bir başka memlekete girdiğinde yapacaklarını anlamak için altyapılarını bilmek gerek. En küçük suçun bedeli olarak Engizisyon mahkemelerinde yargılanıp kazığa bağlanan, diri diri yakılan bir kitleden bahsediyoruz burada.

    Neticede insanların tahammül noktaları artık son hadde geldiği bir dönemde Papalık, Haçlı seferlerini bir çıkış yolu olarak gördü. Bu seferlere iştirak edecek insanları da “kutsal topraklar, kilise, Tanrı” gibi anahtar cümlelerle ve Doğu’nun zenginlikleriyle kandırarak sahaya sürdü. Böylece yönetici sınıf ve Kilise, kendisine dönebilecek muhtemel bir isyanı başka bir yöne çevirmiş oldu. Onlar için bu seferlerde ne kadar askerin öldüğü önemli değildi. Belki ölmeleri daha iyiydi. Bu tehlikeli adamlar kalıp isyan etseler kendileri ölebilirdi.

    Özellikle ilk Haçlı Seferi’nde yaşanan şiddetin altında bu durumun olduğunu kabul edebilir miyiz?

    Kabaca bir resim çizmeye çalışıyoruz. Bu tabloda görünen en hâkim manzara budur. Ancak bu cahil kitleye karşı Papa’nın “İsa’nın şövalyeleri”, “Haçlı kahramanlar”, “Cennetin Fedaileri” demesi de etkili olmuştur.

    Bu Haçlı askerleri zenginliğin yanı sıra hacı olacaklarını, geçmiş gelecek bütün günahlarının affedileceğini, cennete gideceklerini, ne kadar fazla Müslüman öldürürlerse o kadar çok kazanç sağlayacaklarını düşünüyorlardı. Çünkü kilise resmî ağızdan bu vaatlerde bulunmuştu.

    Doğal olarak bu vaatler de şiddete meyyal olan bu güruh vahşi yaratıklara döndürdü. Bu durum bizzat Papa’nın emriyle, yönlendirmesiyle olmuştur. Yola çıkan ordu ilk olarak eski düşman diye kabul ettikleri Yahudileri bulup hiç düşünmeden öldürdü.

    Farklı İncillerin varlığı ve Kilisenin kabul ettiği resmî İncillerden farklı olanların bulunup imha edilme düşüncesi Haçlı Seferleri’nin nedenleri arasında sayılabilir mi? Böyle de söyleniyor çünkü.

    Bazı kaynaklarda bu tarz iddialar bulunmaktadır. Kilisenin ve ruhban sınıfının kanonik yani onaylanmış kabul etmediği İncilleri bulup yok etmek istediği iddia edilir. Ancak bu, Haçlı Seferleri’nin nedeninden ziyade sonuçları arasında görülebilir. Çünkü yola çıkış amacı için bu düşünce pek mantıklı görünmüyor.

    O dönemde Batı dünyasında okuma oranı yüzde iki idi. Yazma oranı daha da düşük. Farklı İnciller bulunsa bile bunu kim okuyacak ve kilisenin otoritesini kimler sarsacak? Zaten okuyan ve yazan sınıf ruhbanlardı ve onlar da bu gücü kendi saltanatlarının devamından yana kullanıyorlardı.

    Kaynak: SEMERKAND DERGİSİ