Musibetler, insana kendi iradesi dışında ve beklemediği şekilde isabet eden hastalık, kıtlık, yangın, sel, deprem gibi afetlerdir. Kur’an-ı Kerim’de insanların “iman ettik” demekle bırakılmayacağı, bu ikrarlarıyla sınanmaları için “açlığa ve korkuya düşüren; mal, can ve ürünlerinden eksilten” afetlerle de imtihan edilecekleri haber verilir. İmtihan edilmek; mihnetle, yani zorluk ve sıkıntılarla sınanmaktır. Yani musibetler bize iman iddiamızdaki samimiyetimizi, Cenâb-ı Allah’a kulluktaki sadakatimizi gösteren testler gibidir bazen. Halimizin hakikatini görmemizi, istikametimizde bir eğrilik varsa düzeltmemizi sağlar.
Tabiî afetlerde vefat edenlerin özellikle haber başlıklarında “kurban” diye nitelenmesi sıradanlaştı. Neredeyse hiç kimse bunda bir tuhaflık görmüyor. Sık sık birilerinin “cinayete kurban gittiğini”, falanca yerde mesela “depreme şu kadar kurban verildiğini”, filanca kişinin “trafik kurbanı olduğunu” okuyor, duyuyoruz.
Kurban, İslâmî bir kavram oysa. Dinî bir terim olarak belirli şartları taşıyan büyükbaş ya da küçükbaş bir hayvanı Allah rızası için usulüne uygun tarzda kesip etini insanların istifadesine sunmak suretiyle yapılan mali bir ibadet. Hangi fıkhî hüküm çerçevesinde ifa edilirse edilsin, kulun Rabb’ine itaatinin, şükrünün, istiğfar talebinin ifadesi olarak O’na yakınlaşma maksadı taşır. Nitekim kurban kelimesi sözlükte “maddi manevi her türlü yakınlık yahut yakınlaşma” anlamına gelmektedir. Akraba kelimesi de aynı kökten türemiştir.
Dinî bir terim de olsa bir kelime mecazen başka bir durumu anlatmak üzere kullanılamaz mı peki? Kelimenin gerçek veya terim anlamındaki inceliklerle doğru, uygun bir münasebet kurulabilirse kullanılabilir elbette. Mesela kurbanın sözlük anlamından hareketle birisine duyulan muhabbeti, dostluğu, yakınlığı ifade için “kurban” demekte bir beis yoktur. Yahut ulvî bir amaç uğruna ölümü göze alıp canlarını kurban edenler de böyle nitelenebilirler. Çünkü kurban ibadetinde Allah rızası gibi, O’na yakınlık gibi manevi bir kazanç için maddi, dünyevî bir imkânın isteyerek feda edilmesi söz konusudur. Üstelik bu feda, kurban etinin ikram veya tasadduk edilerek insanlara dağıtılması sebebiyle maddi planda bile bir heba değildir. Mukaddesatı uğruna canlarını kurban edenler de hem şehadet gibi bir kurbiyyet makamına nailiyetleri hem de ölümleriyle geride kalanların selametine vesile kılınmaları itibariyle kendilerini feda etmiş fakat heba olmamış kurbanlardır.
“Benim itikadım sağlam, iman zaten kalbin fiilidir; ağzımdan yanlış bir söz çıkmasının ne önemi var?” diye düşünmek bizi kurtarmayabilir. Evet, imanın mahalli kalptir ama dil de kalbin tercümanıdır.
Kazalarda ve afetlerde ölenler böyle değil ama. Bu tür olaylarda vefat edenlerin kutsal bir amaç uğruna iradî bir fedakarlıkla can verme durumu söz konusu değildir. “Arkadaş kurbanı oldu” ya da “İyi niyetinin kurbanı oldu” gibi örneklerden de anlaşılacağı üzere bir olumsuzluğa, can da dâhil maddi manevi her türlü zayiatta, bir heba yahut telef oluşa maruz kalındığı anlatılır. Bu ifadeler ölenlerin, zarara uğrayanların masumiyetine atıfla bir haksızlık veya zulüm vurgusu taşıyor aynı zamanda. Sonuçta zayiat, heba, telef, haksızlık, zulüm benzeri kelimeler, dinî bir kavram, bir ibadet olan kurbanın üzerine yapışıyor; kurban tasavvurumuzu sakatlıyor. Kurban kelimesini farkında olmadan böyle olumsuz çağrışımlar uyandıracak tarzda kullanıp yaygınlaştırmamız, birilerinin bu ibadeti ret veya inkâr etmesine sebep olmak gibi bir vebale sokuyor belki de.
Küpün İçinde Ne Varsa Dışına O Sızar
Kurban örneğini, ağzımızdan çıkanı kulağımızın duyması gerektiğini hatırlatmak için verdik. Yaygınlaşıp sıradanlaştığı için üzerinde düşünmeden kullandığımız bir kelimenin, kurduğumuz bir cümlenin bizi günaha, isyana, hatta küfre düşürebileceği tehlikesine işaret etmek istedik. Kurban meselesinde olduğu gibi kış mevsiminde kar ve yağmurla ortaya çıkan görüntülerde de medyada sorunlu bir dil görürüz: Kara kış, beyaz felaket, kar-yağmur çilesi vb. medyada her kış maruz kaldığımız bu dil bizim günlük kullanımlarınızı da tesiri altına alıyor. Oysa ölçüp biçmeden söylediğimiz bazı sözler itikadımızı zedeleyebilir, iman ikrarımızı yalanlayan bir mahiyet taşıyabilir çünkü. Böyle bir tehlikeye karşı uyarmak maksadıyla âlimlerimiz geçmişte “elfâz-ı küfür”, yani “müslümanı küfre düşüren, dinden çıkaran sözler” üzerine risaleler kaleme almışlar. Fıkıh kitaplarının irtidat (dinden dönme) bahsinde bu türlü sözlerin örneklerini sıralamışlar. Bütün ikaz ve tedbirlere rağmen dilimizden sadır olmuş olması muhtemel küfür, şirk, isyan ifadeleri için haftada bir kez tecdid-i iman, yani imanın yenilenip tazelenmesi geleneğini ihdas etmişler. Şimdilerde unutulmaya yüz tutan bu gelenekte, cuma geceleri camilerde yatsı namazından sonra cemaat imamla birlikte hep bir ağızdan önce tevbe eder, ardından amentüyü ve bazı duaları okur, kelime-i şehadetle bitirip imanını tazelerdi. Hasıl-ı kelam, ecdad bu meseleyi çok önemser, ciddiye alırdı.
Eski kitaplarımızda elfaz-ı küfrün neler olduğuna dair bazı örnekler sıralansa da bunların itikada aykırı mahiyeti değişmemekle birlikte lafızları zamanla değişebilmekte yahut yenileri ortaya çıkabilmektedir. Ölenler için kabirlerin “ebedi istirahatgâh” olarak nitelenmesi, öldükten sonra dirilmeyi ve ahiret ahvalini inkâr anlamı taşıyan nevzuhur sözlerden biridir mesela. Bu sebeple dinin değer ve hükümlerini reddetme (inkâr), alaya alma (istihza), küçümseme (istihfaf), aşağılama (tahkir) ile haramı helal sayma (istihlâl) ifadesi taşıyan sözler şeklinde daha genel çerçevede bir tasnife gidilmiştir. Öte yandan böyle sözler söyleyen birinin hemen tekfir edilmesi uygun bulunmamış; söyleyenin gafletine, bilgisizliğine yorulması, imkânı varsa tevil yoluna gidilmesi tavsiye edilmiştir. Fakat bu müsamaha bu tür sözleri söyleyen için sığınılacak bir mazeret değildir. Ondan beklenen, küfre düşüp dinden çıkabileceği korkusuyla her daim dikkatli, ölçülü, tedbirli olmasıdır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de bazen sakıncası yok zannıyla sarf edilen yahut yanındakileri güldürmek için söylenen bir sözün kişinin imanını giderebileceğine, cehennem azabına sebep olabileceğine dair ikazlarda bulunmuştur.
Bu meselelerde, “Benim itikadım sağlam, iman zaten kalbin fiilidir; ağzımdan yanlış bir söz çıkmasının ne önemi var?” diye düşünmek bizi kurtarmayabilir. Evet, imanın mahalli kalptir ama dil de kalbin tercümanıdır. Küpün içinde ne varsa dışına o sızar. İman; kalp ile tasdik, dil ile ikrardır madem, söylediğimiz her sözün o ikrara uygun düşmesi için çokça çabalamak gerekir.
Kainat Kitabını Okuyamayınca
İtikadı zedeleyen sözleri söylemenin sebepleri arasında bilgisizlik, umursamazlık, gaflet, kibir, espri yapma gayretkeşliği gibi pek çok şey sayılabilir. Fakat özellikle ilâhî takdir karşısında yakınma, itiraz veya isyan anlamına gelen sözler, uğranılan bir felakette yaşanan kayıplardan dolayı duyulan acı, öfke, hırçınlık saikiyle sarf edilmektedir daha ziyade. Yine de asıl sebep hayata, varlığa ve olaylara iman iktizası bir bakıştan, bir okuma tarzından şu ya da bu orandaki mahrumiyettir ki itikat zafiyetine delalet eder.
Bir müslüman için kainattaki bütün varlık ve olaylar birer kevnî ayettir. Yaratılışındaki düzen, işleyişindeki ahenk; mutlak kudret, ilim, irade ve kemâl sahibi bir yaratıcının varlığını haber verir. Dolayısıyla yaratılan, vuku bulan hiçbir şeyi yaratıcısından bağımsız düşünmemek, zahirdeki sebepleri mutlak fail yerine koymamak gerektiğini söyler bize. Bizi tefekküre sevk ederek itikadımızı kavi kılar. Olaylar, kendimize çeki düzen vermemiz için ibrete, ders almaya vesiledir. Hiçbir şey boşuna yaratılmamıştır. Hepsinin ilâhî nizam içerisinde bir vazifesi vardır ve Allah Teâlâ’nın kendilerine verdiği bu vazifeyi harfiyyen yerine getirmektedirler. Hepsi de Rabb’imizin esma ve sıfatlarından birinin mazharıdır. Bu yüzden müslüman canlı cansız hiçbir varlığı önemsiz, gereksiz, anlamsız, hor hakir görmez. “Biz Uhud’u severiz, Uhud da bizi sever” (Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Hacc, 504) buyurarak bir dağ ile dahi dostluk edilebileceğini gösteren, eşyanın hakikatine vâkıf bir peygamberin ümmeti olmakla tabiata dost olur. Bu hadis-i şerifin, yaşanan mağlubiyet münasebetiyle Uhud dağına uğursuzluk atfedilmesi ihtimaline binaen varit olduğu görüşünü esas alırsak eğer, bu defa da mahlukatın hiçbir türüne uğursuzluk atfedilemeyeceği, onların bir nefret objesi haline getirilemeyeceği kabulüne ulaşır ki yine dostluğa teşviktir.
Yeryüzündeki her şey hem birer kevnî ayet olarak böyle mesajları taşıması hem de hayatın idamesini sağlaması sebebiyle nimettir. Su hayattır, yağmur rahmettir, kar berekettir, rüzgâr yağmurun müjdecisidir. Güneş; ısıtan, ışıtan, saldığı cemrelerle baharda yeryüzünün yeniden dirilişine vesile kılınan bir cemîledir.
Kainattaki her varlık, Elest Bezmi’ndeki misakımızı hatırlamaya da vesiledir. İnsan dışındaki bütün mahlukat, kendilerine verilen vazifeleri yapmak suretiyle Allah Teâlâ ile olan ahdimize sadakat, yaradılış maksadımıza uygun davranmak hususunda bize örnek teşkil ederler. Özellikle de henüz çiseleyen bir yağmur, tomurcuklanan bir dal, turfanda bir meyve gibi yeni oluşlar, ahdimizi hatırlatmaktan da öte tazelememizi sağlayan birer dost olarak muhabbetle karşılanır bizim irfanımızda. Rivayete göre Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, bir gün yağmur yağmaya başladığında, düşen damlaların değmesi için başını açmış; niçin böyle yaptığı sorulunca da “Onun Rabb’imle ahdi, benimkinden tazedir.” buyurmuşlardır.
Yeryüzündeki her şey hem birer kevnî ayet olarak böyle mesajları taşıması hem de hayatın idamesini sağlaması sebebiyle nimettir. Su hayattır, yağmur rahmettir, kar berekettir, rüzgâr yağmurun müjdecisidir. Güneş; ısıtan, ışıtan, saldığı cemrelerle baharda yeryüzünün yeniden dirilişine vesile kılınan bir cemîledir.
Cenâb-ı Allah’ın Hikmetinden Sual Olunmaz
Bunların sel, fırtına, çığ, kuraklık olup musibete dönüşmesi, belki tabiatla dost olmamanın, onu yağmalayıp tahrip etmek suretiyle sergilenen bir düşmanlığın sonucudur. Belki “şükür nimeti, şikayet musibeti celp eder” fehvasınca, şükürsüzlüğümüzün, nimeti görmeyişimizin, bir türlü doymak bilmeyişimizin cezasıdır. Belki yanlışlarımızdan dönmemiz için bir uyarıdır yahut günahlarımıza kefaret kılınan bir rahmet tecellisidir. Bu belkileri çoğaltmak mümkün. Kur’an-ı Kerim’de “bizim için hoşlanmadığımız, kötü gördüğümüz şeylerde hayır; hoşlandığımız, iyi zannettiğimiz şeylerde de şer olabileceği” hatırlatıldıktan sonra, “Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara, 216) buyurulur. Eskiler bu bağlamda “Allah’ın hikmetinden sual olunmaz.” derlerdi. Bu söz, diyelim ki ilk bakışta niçin yaratıldığına anlam veremediğimiz bir varlığın gereksizliğine, yaşanan bir felaketin kötülüğüne hükmetmeye daha doğrusu “bunda bir hikmet yok” vehmine kapılmaya sebep olacak bir sorgulamadan sakındırıyor. Allah Teâlâ’nın hikmetinden sual olunmaz demek, biz bilemesek de bunda ilahi bir hikmet var demektir. Kaldı ki ayet ve hadislerde musibetlerin bazı hikmetlerine işaret edilmiştir.
Allah Teâlâ’nın adaletini sorgulamalar, tabiî sebeplere kasıtlı bir failmiş gibi lânet okumalar, ölenlerin ne suçu günahı vardı diyerek ölümü bir suçun cezası ya da mutlak bir yok oluş gibi görmeler, kaderden şikâyetler hep musibete maruz kalınan ilk demlerdedir.
Musibetler, insana kendi iradesi dışında ve beklemediği şekilde isabet eden hastalık, kıtlık, yangın, sel, deprem gibi afetlerdir. Kur’an-ı Kerim’de insanların “iman ettik” demekle bırakılmayacağı, bu ikrarlarıyla sınanmaları için “açlığa ve korkuya düşüren; mal, can ve ürünlerinden eksilten” afetlerle de imtihan edilecekleri haber verilir. İmtihan edilmek; mihnetle, yani zorluk ve sıkıntılarla sınanmaktır. Yani musibetler bize iman iddiamızdaki samimiyetimizi, Cenâb-ı Allah’a kulluktaki sadakatimizi gösteren testler gibidir bazen. Halimizin hakikatini görmemizi, istikametimizde bir eğrilik varsa düzeltmemizi sağlar.
Musibetlerin bazısı insanların kendi elleriyle tabiatı tahribinden, yaradılıştaki ilahi nizamı bozmasından kaynaklanır. Bu yanlıştan dönmeleri için yaptıkları tahribatın kötü sonuçlarından bir kısmı, tabii afetler, salgın hastalıklar olarak uyarı mahiyetinde onlara tattırılır. Bunların her biri bin nasihatten evlâ musibetlerdir.
Hak Teâlâ bazen de aczini unutan; aklıyla, gücüyle, bilim ve teknolojisiyle mağrur olup şımaran, ilahlık iddiasına kalkışanlara hadlerini bildirmek üzere batmaz denilen Titanik’i okyanusun sularına gömer, “challenger” (meydan okuyan) adıyla sünnetullaha meydan okumayı ima eden uzay mekiğini kalkışından saniyeler sonra patlatıp düşürür.
Pek çok ayette de kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlayan; küfür, sapkınlık ve hayasızlıklarından vazgeçmeyen toplulukları helak ederek cezalandıran musibetler, ibret örneği olarak zikredilir.
Hadis-i şeriflerde ise musibetler daha ziyade müminleri arındırması, günahlarına kefaret olması boyutuyla konu edilmiştir. Müslümanın “ayağına batan dikene varıncaya kadar” yaşadığı her sıkıntının, Allah Zü’l-Celal tarafından “onun günahlarının bağışlanmasına vesile kılınacağı” haber verilmiştir mesela. “Allah kime hayır verdiyse onu musibetle imtihan eder” buyurulmuş; Cenab-ı Hakk’ın derecesini yükseltmek istediği kullarına musibetle birlikte o musibete sabır gösterecek bir güç vereceği hakikatine işaret edilmiştir. Nitekim insanlar içinde en ağır imtihanlara tabi tutulanlar peygamberler ile fazilet bakımından onları takip edenlerdir. Onların sabrı, ilahi ölçülerdeki sebatı örnek alınsın murad edilmiştir.
Musibeti Bir iken İki Etmek
Hikmeti ne olursa olsun musibetler bizi üzer, canımızı yakar. Yaşadığımız bir felaket karşısında hiçbir şey olmamış gibi davranamayız. Fakat her şeye rağmen itidalimizi kaybetmememiz; çığlık atıp yaka yırtarak takdire isyan ya da itiraz anlamına gelen sözler söylemememiz gerekmektedir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, ruhunu teslim etmek üzere olan bir buçuk yaşındaki oğlu İbrahim’in yanına girdiğinde gözyaşlarını tutamamıştır. Yanında bulunanların biraz da şaşkınlıkla, “Ey Allah’ın Rasulü, siz de mi ağlıyorsunuz?” sorusu üzerine şöyle buyurmuştur Alemlerin Efendisi: “Göz yaşarır, kalp hüzünlenir. Ama biz ancak Rabb’imizin razı olacağı sözleri söyleriz.” (Buhârî, Cenâiz 43; Müslim, Fedâil 62.)
Efendimiz aleyhissalatu vesselam bu örnekliği ile bizi böyle durumlarda Rabb’imizin razı olmayacağı, itikadımızı zedeleyen sözlerden sakındırmaktadır ama itikada mugayir sözler de en çok kendimizi kaybettiğimiz bu ilk anlarda ağzımızdan çıkar. Allah Teâlâ’nın adaletini sorgulamalar, tabiî sebeplere kasıtlı bir failmiş gibi lânet okumalar, ölenlerin ne suçu günahı vardı diyerek ölümü bir suçun cezası ya da mutlak bir yok oluş gibi görmeler, kaderden şikâyetler hep musibete maruz kalınan ilk demlerdedir.
Allah ve Resulü böyle zamanlarda kulluk edebine yakışmayan sözlerden dilimizi muhafaza için istirca okuyarak sabrı telkin ederler. İstirca, Bakara suresinin 156. ayetinde, başımıza bir musibet geldiğinde söylememiz istenen, “Biz şüphesiz her şeyimizle Allah’a aidiz ve dünya hayatımızda yaptıklarımızdan hesaba çekilmek üzere bir gün muhakkak O’na döndürüleceğiz” mealindeki “innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” ibaresidir. Bu ibare uğranılan musibet anında da sonrasında da neyin söylenip neyin söylenemeyeceğini belirlemesi yanında kulu sabra sevk eden mutlak bir hakikatin ikrarıdır. Sabır; ilahi ölçüleri, itikadı, kulluk edebini muhafaza kararlılığıdır. Nefsin telaşına, öfke ve isyanına direnebilmek; dili şikayetten, mukadderata itiraz ve isyandan korumaktır.
Büyük alimlerinden Abdullah b. Mübarek rahmetullahi aleyh şöyle izah eder: “Musibet birdir. Kişi itikadını zedeleyecek şekilde sabır göstermez, isyan veya şikâyetle feryat ederse iki olur. Birisi musibetin kendisi diğeri de o musibete sabretmediği için kazanacağı ecri masiyete dönüştürmesidir. İşte asıl musibet bu ikincisidir.”
Yaşanan musibetlerin sonrasında da uzunca bir süre yanlışlar, hatalar, ihmaller, bazen ya musibetlerden alınması gereken ibreti engelleyecek yahut kaza ve kaderi inkâra götürecek tarzda tartışılmaktadır. İnsanlar elbette tedbir almakla, sebeplere tevessül etmekle yükümlüdür. Bu yükümlülüklerini terk veya ihmal etmeleri halinde ahirette de sorumlu tutulacaklardır. Fakat tedbirlerin kesin çözümmüş gibi abartılması çoğu zaman insanların her şeyi kendi gayretiyle önleyebileceği, her şeye güç yetirebileceği vehmine kapılmalarına yol açabilmektedir. Hakk’a tevekkül etmekten ziyade tedbirlere ve sebeplere güvenmeyi esas alan bir anlayış giderek rağbet bulmaktadır sanki. O kadar ki bugün pek çok müslüman bile “tedbir takdiri bozmaz” mütearifesini tereddütle karşılamaktadır.
Musibetleri mukadderattan şikâyetle, Allah Teâlâ’nın mutlaka bir hikmete bağlı takdirine itiraz ve isyanla bir iken iki etmekten sakınmalıdır. Musibetin bir iken iki edilmesini tebeü’t-tabiînin büyük alimlerinden Abdullah b. Mübarek rahmetullahi aleyh şöyle izah eder: “Musibet birdir. Kişi itikadını zedeleyecek şekilde sabır göstermez, isyan veya şikâyetle feryat ederse iki olur. Birisi musibetin kendisi diğeri de o musibete sabretmediği için kazanacağı ecri masiyete dönüştürmesidir. İşte asıl musibet bu ikincisidir.