İçeriğe geç

Allah Kulunu Neden İmtihan Eder?

    “Andolsun ki, sizi biraz korku ve açlık; biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan ederiz. (Ey Peygamber!) Sabredenlere (lütfu keremimi) müjdele!” (Bakara 155)

    Ayet-i kerimede, hakikî müminlerin hikmet gereği hoşlarına gitmeyecek birtakım hallere, durumlara maruz kalacakları bildiriliyor. Cenâb-ı Hakk’ın takdirine teslimiyet gösterip sabredenlerin de O’nun sonsuz lütuf ve keremine nail olacakları müjdeleniyor. Aynı zamanda müminlere başlarına gelebilecek musibetler karşısında şikâyet etmemeleri için uyarıda bulunuluyor.

    Cenâb-ı Hak başka bir ayet-i kerimede insanlara verdiği dünya nimetlerinin yok olmaya mahkum olduğunu şöyle haber veriyor:

    “Biz yeryüzündeki şeyleri ona bir süs yaptık ki, hangisi daha güzel bir amel yapacak diye insanları imtihan edelim. (Bununla beraber) biz mutlaka oradaki her şeyi kupkuru bir toprak yapacağız.” (Kehf 7-8)

    Dünya ve içindekilerin bu sonuca maruz kalacağını bilen biri, karşılaşacağı hastalık, açlık, mal ve can kaybı gibi musibetlere daha kolay göğüs gerebilir.

    Allah Teâlâ’nın ihsan ettiği hayat, sağlık ve refah gibi nimetler insan hak ettiği için değildir. Bütün bunlar Cenâb-ı Hak tarafından bir lütuf ve aynı zamanda emanettir. Deneme maksadıyla geçici olarak verilmiştir. Yani bu nimetler insana ebedî olarak değil, belli bir süreye bağlı olarak lütfedilmiştir.

    Nimetlerin hakiki sahibinin Allah Teâlâ olduğunu bilen kişi, kendisine bahşedilen bu nimetler elindeyken şükreder. Nimet alındığı zaman da sabreder, isyana düşmez. Nimet varken nimete değil, nimeti verene bakar, O’na şükreder.

    Nimetler ve sıkıntılar

    Ayet-i kerimedeki “Sizi imtihana tâbi tutacağız.” “Sabredenleri müjdele.” mealindeki ifade, bu imtihanlar neticesinde sabredenlere büyük mükâfat ve karşılık verileceğini bilmeleri içindir. Bu bilince sahip müminlere imtihanlar daha kolay gelir. Bu haber gönül ferahlığına ve metanete vesile olurken, imtihan zaman zaman zorlaştığında şikâyet ve isyana da mani olur.

    İnsanın tabiatına aykırı olan her şey zor gelir. Fakat bir işin zorluğunun önceden haber verilmesi, o zorluğun normal karşılanmasına vesile olur. İmtihana uğrayan kişi manen ve madden bu duruma karşı hazır olur. Ayet-i kerime bu manasıyla müminler için bir rahmettir.

    İnsana dünyada verilen hayat nimeti ebedi değildir. Allah Teâlâ’nın lütfettiği nimetler de öyle. Kul halini ve kendisine lütfedilen nimetleri bu çerçevede anlar ve değerlendirirse hayatı boyunca izleyeceği yol onu huzur kapılarına götürür. Beyitte de ifade edildiği üzere;

    Ârif-i ahvâl olan bir hâlete dil bağlamaz,
İnkılâb eyler zaman, ikbâl olur idbâr olur.”

    Yani hallerini bilen biri, içinde bulunduğu bir hale gönlünü kaptırmaz. Başında bir musibet varsa da karalar bağlamaz. Bilir ki zaman değişir, durumlar değişir. Bazen talihi yâr olur, bazen de hiç istemediği nice durumlar başına gelir. Dünya budur!

    Hayata ve olaylara bu açıdan bakan kişi, Allah’ın izniyle gönül huzuruna kavuşur. Bahşedilen nimetlerin kalıcı olmadığını; aslında nimetlerin de sıkıntıların da imtihan olduğunu bilir.

    Ne ile imtihan oluruz?

    Cenâb-ı Hak ayet-i celilede ilk olarak korku ile imtihan edeceğini buyuruyor.

    Korku, insana hoş gelmeyen bir şeyin beklenmesinden dolayı kalbin duyduğu yoğun sıkıntıdır. Ümit ise insanın arzu ettiği bir şeyin beklentisinden dolayı kalbin ferahlanmasıdır.

    Ayet-i kerimede bildirilen korku; Allah korkusu, ölüm korkusu, düşman korkusu, kıtlık ve açlık korkusu, kulluğun yerine getirilememesi korkusu gibi korkulardan biridir.

    İmtihan vesilesi olan açlığın ise ibadet niteliğinde olan oruç açlığı, kıtlık zamanı çekilen açlık ya da fakirlik sebebiyle çekilen açlık gibi bir imtihan olması mümkündür.

    Mal eksikliği ise hac, zekât ve sadaka gibi malî ibadetlerle sorumlu olanların mallarından vermeleri ile imtihan edilmesi olabileceği gibi, iflas ya da malın kendisinin telef olması manasında da olabilir.

    Can eksikliği öldürülmek, ölmek, hastalık ve ihtiyarlıktan ibarettir.

    Ürünlerden eksiltmek ise evlat ve kazanç eksikliğidir.

    Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir hadis-i şerifte özetle şöyle buyurmuştur:

    “Mümin bir kulun çocuğu vefat edince Allah Teâlâ meleklerine;

    – Çocuğu vefat edince kulum ne dedi, diye sorar. Melekler;

    – Sana hamd etti ve sana yöneldi. ‘Biz Allah’a aidiz. O’ndan geldik. O’na döneceğiz’ diye teslimiyet gösterdi, derler. O zaman Allah Teâlâ şöyle buyurur:

    – O kulum için cennette bir köşk yapın, ismini de Beyt’ül Hamd (Hamd Evi) koyun.” (Tirmizî, Cenâiz, 36; Ahmed, Müsned, 4/415)

    Ayet-i kerimeden imtihan ve sınamanın sadece bu bahsettiğimiz şeylerle olacağı anlaşılmamalıdır. Cenâb-ı Hak dilediği her türlü imtihanla kullarını sınar.

    İmanı kuvvetlendiren imtihanlar

    İmtihan, bilinmeyen bir sonucu tecrübeyle bilmektir. Bu Allah Teâlâ için söz konusu olamaz. Allah Teâlâ ilm-i ezelîsiyle olmuş ve olacak her şeyi bilendir, imtihana ihtiyacı yoktur.

    İmtihandan maksat, Cenâb-ı Hakk’ın bildiğini bu âlemde de bilinir kılmaktır. O’nun imtihan etmesi, başta imtihana tâbi tutulan kişi olmak üzere insanların birtakım şeyleri öğrenmesi ve Rabbi’ne yönelmesi içindir.

    Ayet-i kerimenin Arapça aslında geçen “Neblüvenneküm: Sizi imtihan ederiz” ifadesi için el-Müfredat’ta ve Kurtubî Tefsiri’nde şöyle bir izah vardır:

    “İmtihan, mihnet (sınama) demektir. Nimetle de musibetle de olabilir. Allah Teâlâ kulunu, şükürde sınamak üzere nimetlerle imtihan ettiği gibi, sabırda sınamak üzere musibetlerle de imtihan eder. O bakımdan güzel olan için de kötü olan için de bu kelime kullanılır. ‘Sizi imtihan ederiz’ ifadesi bu ayet-i kerimede musibetler için kullanılmıştır.”

    Başa gelen belalar sabırla karşılandığı zaman sabredenin imanını, iradesini kuvvetlendiren imtihanlardır. Bu imtihanlar sayesinde mümin, hakiki güç ve kuvvet sahibi yegâne varlığın Allah Teâlâ olduğunu anlar. Kendisinin aciz ve muhtaç bir varlık, hadiselere müdahale edemeyecek kadar güçsüz olduğunu anlar. Kendisinin Allah Teâlâ’nın kulu, mülkün de O’nun mülkü olduğunu idrak eder. Allah Teâlâ’ya karşı herhangi bir itiraz hakkına sahip bulunmadığını görür.

    Ayet-i kerimede “biraz (az bir şeyle)” denilmesinin sebebi, insana isabet eden beladan daha büyük belalar bulunduğunu göstermek, her halükârda Allah Teâlâ’nın rahmetinin bizimle olacağını anlatmak içindir.

    En sağlam duvar

    “Dünyada hiçbir dert, sıkıntı olmasın. Korku olmasın. Açlık, hastalık olmasın. Ölüm de olmasın…”

    Temenni budur ama hayat hiç de böyle değildir. Dünyada üzüntü, sıkıntı çekmeyen bir âdemoğlu var mıdır? Diyelim, kişi bir defa da olsa o uçup duran mutluluk kuşunu yakaladı. Fakat onun ardında binlerce avcı var. Biri olmazsa diğeri mutlaka vuracak. Dertler, sıkıntılar, üzüntüler birer avcıdır. Hepsinden önemlisi ecel avcısı var.

    Dünyada hüzün gâliptir. Eşref-i mahlûkat olan Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem de çoğunluklu hüzünlü değil miydi? Aslolan sürekli sevinci, ferahlığı, mutluluğu aramak değil, ayet-i kerimede de işaret buyurulduğu üzere başa gelen imtihanları güzel sabırla karşılamaktır. Bela, imtihan herkese gelir. Ama herkes sabırla karşılayamaz.

    “Sabredenlere (lütfu keremimi) müjdele!” Yani başına gelen imtihanlara sabreden ve nefslerini Allah Teâlâ’nın belirlediği sınırlarda tutan, o sınırları hiçbir şekilde aşmayan, isyan etmeyen kulları müjdele.

    Mümin için en sağlam kale sabırdır. Hayatın her türlü bela ve imtihanını sabırla karşılamak hem dünya hem de âhiret kazançlarına vesile olur.

    Sabır Kur’an-ı Kerim’de yetmişten fazla yerde zikredilmiştir. Bu da sabrın önemini gösterir.

    Sabretmek insanın özelliğidir. Ne hayvanlar ne de melekler hakkında düşünülebilir. Hayvanların akılları yani seçme yetileri yoktur. Onların her türlü hareketleri içgüdülerine göredir. İçgüdü kuvvetini dengeleyecek ya da durduracak başka bir donanımları yoktur.

    Melekler tam ve mükemmel varlıklardır. Onları yaratılış maksadının dışında başka bir yola itecek şehvetleri ya da içgüdüleri yoktur.

    İnsanı ise dünyevî hazlara yöneltip âhiretten yüz çevirten nefs; dünyadan yüz çevirten, manevi lezzetleri arzulayan bir ruh vardır.

    Akıl dünyevî hazları istemekle meşgul olmanın ebedi hazlara ulaşmaya mani olduğunu bilince, nefsin davet ettiği işe engel olur. İşte bu duruma sabır denir.

    Sabır insanın kötülüğü hiç hissetmemesi, görmemesi değildir. Çünkü bu imkânsızdır. Sabır nefsin feryat figanını bastırmaktır. Kişi kederini içine atınca, gözü yaşla dolsa da sabretmiş olur.

    Sabrın meyvesi

    Sabır dört şekilde olur:

    1. Belaya sabır: Sıkıntı anında nefsi ilâhî takdire karşı hoşnutsuzluk duymaktan ve endişeye kapılmaktan alıkoymaktır.

    2. Nimete sabır: Nimeti şükürle elde tutmak, azmamak ve kendini beğenmemektir.

    3. Taatlere sabır: İbadetlere devam etmek ve onları zayi edecek şeylerden korumaktır.

    4. Günahlara sabır: Nefsi günahlardan uzak tutmaktır.

    Sabrın bir üst makamı, teslimiyettir. Teslimiyet zâhiren ilâhî takdire kızmayı, içinden de kötü görmeyi terk etmektir.

    Teslimiyetin bir üstü de ilâhî takdire rızadır. Rıza, Allah Teâlâ’nın fiilinden dolayı nefsin sevinç içinde olmasıdır. Bu ise muhabbetten oluşan bir haldir.

    Bahrü’l-Medîd tefsirinde ifade edildiği üzere Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de sabredenler için verilecek sekiz lütuf zikretmiştir:

    İlâhî muhabbet: “Allah sabredenleri sever.” (Âl-i İmran 146)

    İlâhî yardım: “Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara 153)

    Cennet köşkleri: “Onlar sabretmelerinden dolayı kendilerine mükâfat olarak cennet köşkleri verilecektir.” (Furkan 75)

    Bol sevap: “Ancak sabredenlere mükâfatları hesapsız ödenecektir.” (Zümer 10)

    Müjde: “Sabredenleri müjdele.” (Bakara 155)

    Mağfiret, rahmet, hidayet: “Onlar için Rablerinden bolca mağfiret ve rahmet vardır. Onlar gerçekten hidayete ulaşmış kimselerdir.” (Bakara 157)

    Sabırla ilgili içinde sayısız hikmetler barındıran pek çok hadis-i şerif vardır. Mesela:

    “Müminin durumuna gerçekten hayret edilir. Çünkü her durumu onun için hayır sebebidir ve bu özellik sadece müminlerde bulunur. Şöyle ki: Sevinecek olsa şükreder, bu onun için hayırdır. Başına bir bela gelse sabreder, bu da onun için bir hayırdır.” (Müslim, Zühd 64)

    Enes b. Mâlik radıyallahu anhudan rivayet edildiğine göre Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem çocuğunun mezarı başında bağırarak ağlamakta olan bir kadının yanından geçmişti, ona:

    – Allah’a karşı sorumlu olduğunu düşün ve sabret, buyurdu. Kadın;

    – Geç git, çünkü benim başıma gelen senin başına gelmedi, dedi.

    Kadın Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemi tanıyamamıştı. Kendisine onun kim olduğunu söylediler. Bunu duyar duymaz Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin kapısına geldi. Baktı ki kapıda görevli filan yok. “Ben sizi tanıyamamıştım” dedi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem o zaman buyurdu ki: “Asıl sabır felaketin ilk anında olanıdır.” (Buhârî, Cenâiz 32; Müslim, Cenâiz 14)

    “Herhangi bir Müslümanın başına gelen yorgunluk, hastalık, tasa, keder, sıkıntı ve üzüntüden ayağına batan dikene kadar her şeyi, Allah Teâlâ onun hata ve günahlarının bağışlanmasına sebep kılar.” (Buhârî, Merda 1; Müslim, Birr 49)

    “Allah, iyiliğini istediği kulun cezasını dünyada verir. Fenalığını istediği kulun cezasını da kıyamet günü günahını yüklenip gelsin diye dünyada vermez.”

    Sonra şöyle devam etti:

    “Mükâfatın büyüklüğü bela ve musibetin büyüklüğüne göredir. Allah sevdiği topluluğu belaya uğratır. Kim başına gelen bela ve musibetlere razı olursa Allah ondan hoşnut olur. Bir kimse başına gelen bela ve musibetleri öfke ile karşılarsa o da Allah’ın gazabına uğrar.” (Tirmîzî, Zühd 57)

    Hak Sübhânehû ve Teâlâ en iyi bilendir.