Şazeliyye tarikatı pîrlerinden İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sırruhûnun “Hikem-i Atâiyye” adlı eserine Şeyh Said Ramazan el-Bûti rahmetullahi aleyh tarafından yapılan şerhi tefrika halinde sunmaya başlamıştık. Yedinci hikmetin şerhine devam ediyoruz.
7. Hikmet: Zamanı tayin edilmiş olsa bile Cenâb-ı Hakk’ın vaadinin gerçekleşmemesi seni o vaade itimat hususunda şek ve şüpheye düşürmesin. Zira Cenâb-ı Hakk’ın vaadi hakkında şek ve şüpheye düşmek basireti zedelediği gibi kalp nurunu da söndürür.
[Bûtî merhûmun Hikem Şerhi’ne, 7. hikmetin şerhiyle devam ediyoruz.]
Allah Azze ve Celle Kur’an’da Müslümanlara yönelik nice nice vaadlerle Yüce Zatı’nı sorumlu kılmıştır. Ayrıca O, bu vaadlerini bir duaya veya meseleye de bağlamaz. Müslümanlar Allah’ın sorumlu tuttuğu işleri ve emirleri yaptıkları takdirde, Allah Teâlâ işin başında Yüce Zât’ını sorumlu kılar.
Allah Azze ve Celle’nin tavsiyelerine ve emirlerine sarılan kulları için Yüce Zâtı’nı sorumlu tuttuğu bu kesin vaadler şu âyetlerde zikredilmektedir:
“Elbette biz, hem dünya hayatında hem de şahitlerin hazır bulunacağı günde elçilerimize ve inanmış kişilere yardım ederiz.” (Mü’min 51)
“Bunun üzerine Rableri onlara şöyle vahyetti: ‘O zalimleri elbette helâk edeceğiz ve onlardan sonra sizi mutlaka o yurda yerleştireceğiz. Bu lütuf, huzuruma çıkmanın kaygısını taşıyan ve tehdidimden çekinenler içindir.’” (İbrâhim 13-14)
“Oysa biz o ülkede güçsüz düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak, onları (ülkelerinin) vârisleri kılmak istiyorduk.” (Kasas 5)
“Erkek olsun kadın olsun, kim inanmış bir insan olarak sâlih ameller işlerse kesinlikle ona güzel bir hayat yaşatacağız. Ve böylelerinin karşılıklarını da kesinlikle yapmış olduklarının daha güzeliyle vereceğiz.” (Nahl 97)
“Ey iman edenler! Allah’a yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam bastırır.” (Muhammed, 7)
Çokları yukarıdaki veya benzeri âyetlere rastlamış, bu vaadlerle de öyle veya böyle karşılaşmıştır. Malum, Cenâb-ı Hak emirlerine itaat eden kullarına vaad ettiği mükâfatlar için Yüce Zâtı’nı sorumlu tutmuştu. Fakat baktıkları vakit, âyetlerde zikredilen vaadlerin bugün gerçekleşmediğini görecekler. Müslümanlar, Allah’ın vaad ettiği üzere bugün muzaffer değil, hâkim de değil. Zalimler ise serbestçe O’nun mülkünde gezip tozmakta, eğlenmede ve mazlumların hakkına tecavüz etmekteler. Hal böyleyken Allah Teâlâ vaadi ve tehditleri doğrultusunda onları helâk da etmiyor. Müslümanların çok büyük çoğunluğunun da Allah’ın vaad ettiği üzere mutlu mesut bir hayatı olmadı. Bu misaller çoğaltılabilir.
İbn Atâullah hazretleri, Hak Teâlâ hazretlerinin vaadi hususunda şüpheye düşenlere hitap ederek diyor ki: “Zamanı belirlenmiş olsa bile Cenâb-ı Hakk’ın vaadinin gerçekleşmemesi seni o vaade güvenmede tereddüt ve şüpheye düşürmesin. Çünkü O’nun vaadi hakkında tereddüte ve şüpheye düşmek basireti zedelediği gibi kalp nurunu da söndürür.”
Fakat şöyle bir soru sorulabilir: Vaad olunana aykırı hadiseler gözümüzün önünde cereyan ederken, bu hususta nasıl şüphe etmeyelim?
Bu soruya şöyle cevap veririz: Allah Azze ve Celle’nin vaadi ve sözünün doğruluğu hakkında şüpheye kapılanlar, Allah katındaki haklarının peşine düşen, durmadan onları öne süren, Rablerinin kendileri için belirlediği sorumlulukların peşine düşmeyen, bunları umursamayan kimselerdir.
Böyle biri sanki şöyle iddia etmektedir: Buyurun, biz de mümin Müslümanız. Mescitlerimiz namaz kılanlarla dolu, Ramazan’ı oruçla karşılıyoruz. Hac vakti de yollara düşüyoruz. Şu halde biz Allah’ın dinine yardım ediyoruz da Allah’ın bize yardımı nerede?! Niye dört bir yandan bizi kuşatan, vatanlarımızı işgal eden, haklarımızı çiğneyen düşmanla karşı karşıya bırakılmış haldeyiz?
Bu kimse iddiasını, kendisinin ve ümmetin hakkını olduğundan daha büyük görerek ve meseleye bu çerçeveden bakarak dillendiriyor. Öte yandan, Allah’ın kendisini sorumlu tuttuğu ve yapmakta gevşeklik gösterdiği vazifelerini hatırlamamakta, meselenin bu tarafına hiç dönüp bakmamakta.
Böyle birisi, dinin unsurlarının ayakta tutulmasını, camilerin namaz kılanlarla dolmasını, Ramazan’ın oruç ve namazla karşılanmasını, her sene Mekke’nin hacılarla dolup taşmasını adeta Allah’a lütufta bulunuyormuşçasına öne sürüyor.
Halbuki bu kişi bu dinî unsurları ahlâkına, nefsinin terbiyesi meselesine yansıtıyor da değil. Bu unsurlar üzerinden evlere nüfuz eden İslâm’ı, Müslüman ailelerin gecelerini hevâ ve heveslerini tatminle geçirmelerine mani oluyor da değil. Dinin bu unsurlarından hareketle, İslâm’ın bütün hükümlerine tepeden bakan, dinî emirleri ve Allah’ın öngördüğü kâinat nizamını eski ve köhnemiş, bıktırıcı gören bakışı da mahkûm edemiyor. Bazen laiklik, bazen modernlik, bazen dinin boyunduruğundan kurtulmayı hedefleyen özgürlük maskesiyle ortaya çıkan yeni fikirlerin foyasını da ortaya çıkaramıyor.
Bu kişinin dikkatten kaçırdığı ve düşünemediği şu: Artık toplumun kumaşı, Allah’tan ve O’nun buyruklarından yüz çeviren bir karışımdan ibaret. Allah’a lütufta bulunuyormuşçasına öne sürdüğü ve üzerinden hak iddia ettiği unsurlara gelince: Bilindiği üzere bu, endişe verici bir gerçeği örten ince ve şeffaf bir kabuktan ibarettir.
Allah nezdinde bir nevi hak iddia eden ve vaadi hususunda şikâyetçi olanların çoğunun hali şu söylediklerimin delilidir. Böyleleri, Hak Teâlâ Hazretleri’nin tayin ettiği istikamet hususunda aylak ve avare, dinin hükümlerine karşı lâkayt, hatta en temel dinî bilgiden dahi yoksundur. Böyle Allah nezdinde hak iddia ettikleri vakit de sadece kendileri dışındaki Müslümanların vazifelerini hatırlar ve slogan atmaktan başka bir şey de yapmazlar.