İçeriğe geç

Amel Nedir?: 4 Başlık (Detaylı Anlatım)

    Kelime manası olarak “iş, çalışma” gibi manalara gelen amel, dinî ıstılahta “emir, tavsiye veya yasaklara konu olan, sonunda ceza veya mükâfat bulunan ve insanın maksatlı olarak yaptığı iş” diye tarif edilmiştir.

    Maksatsız, niyetsiz bir iş bu manada amel hükmünü alamaz. Bundan dolayı amel, fiil kelimesinden daha özel bir mana ifade eder. Çünkü fiil, bilgisiz ve gayesiz olarak yapılan işleri de kapsar. Uykusunda şuuru kapalı olarak kalkıp yürüyen kişinin yaptığı da bir fiildir.

    Ayrıca amelin sözleri ve inanmayı da kapsadığını söyleyen âlimler de olmuştur. Bazı hadislerde iman “kalbin ameli” sayılmış, tasavvufta da kalbin durumlarından “kalbin amelleri” diye bahsedilmiştir.

    Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ ameli çokça zikretmiş, genellikle de “sâlih amel” imanla birlikte zikredilmiştir.

    Amelle ilgili ayetlere birkaç misal vermek gerekirse;

    • • Allah’ın yeri ve gökleri, dünya nimetlerini, hayatı ve ölümü, hangilerinin daha güzel amel edecekleri hususunda insanları denemek için yarattığını (Hûd 7; Kehf 7; Mülk 2);
    • • Yine aynı maksatla insanları yeryüzünün halifesi kıldığını (Yûnus 14);
    • • Allah’ın şahit olmadığı hiçbir amel olmadığını (Yûnus 61);
    • • O’nun ileride dünyada iken kimlerin daha güzel amel ettiğini ortaya çıkaracak ve hiçbir haksızlığa meydan vermeksizin herkesi ameline göre yargılayacağını (Tevbe 94; Yâsîn 54);
    • • Zerre kadar iyi ameli olanın da zerre kadar kötü ameli olanın da karşılığını göreceğini (Zilzâl 7-8) buyurmuştur.

    Sâlih amel ve ibadetler müminin olmazsa olmaz görevleridir. Çünkü ibadet, öncelikle var edilmiş olmamızdan dolayı bizi yaratan Hak Teâlâ’ya karşı bir sorumluluğumuz. Yani var oluş borcumuzdur.

    Ancak bu ibadetlerin makbul olmasının ilk şartı İslâm’la müşerref olmaktır. Müslüman olmayanlar ibadetlerle sorumlu değillerdir. Çünkü onların inkârları ilâhî emirlere muhatap olmalarına engeldir. Onlar adeta padişahın huzuruna çıkmayı hak etmeyenlere benzer. Bunlar için evvela iman, yani tasdik beklenir. Hakk’ı kabul etmeyenin huzura kabul edilmemesi gayet normaldir.

    Kısaca ibadet, var olmanın şükrüdür; yaratılanın Yaratıcı’ya minnettarlığıdır.

    Amel İman İlişkisi

    Arapça’da birbirine benzeyen kelimelerin genellikle manası da birbirine benzer. Gerçekten de iman, ilim ve amel, birbirlerini tamamlayan kavramlardır. Önem dereceleri farklı olsa da içinden birisi çekildiğinde eksiklik açıkça ortaya çıkar.

    Özellikle amel ile iman arasındaki ilişki o kadar kuvvetlidir ki ameli imanın bir şartı gören itikadî mezhepler bile olmuştur. Ehl-i sünnet ameli imanın bir parçası olarak görmez. Fakat bir gereği, tabii neticesi olarak kabul eder. Bir müminden haramlardan uzak durması, farzları yerine getirmesi beklenir. Fakat ameli olmayan kimse kâfir değildir.

    Kur’an-ı Kerim’den çokça aşina olduğumuz bir tanım var: “iman edenler ve sâlih amel işleyenler.” Hak Teâlâ iman edenleri sâlih amel işleyenlerden ayırmamış, iman edenlere bir hitapta bulunacağı ya da iman edenlere verilecek mükâfatlardan haber vereceği zaman genellikle sâlih amel işleyenleri de eklemiştir. Sadece bir misal vermek gerekirse Hak Teâlâ mealen şöyle buyuruyor:

    “İman edip sâlih amel yapanlara gelince, onlar için makam olarak Firdevs cennetleri vardır. Onlar orada ebedi kalacaklar ve hiç ayrılmak istemeyeceklerdir.” (Kehf 107-108)

    İman ile amel arasındaki bu durum aslında iman-İslâm ilişkisi olarak da açıklanabilir. İman bir kabul yani tasdik, İslâm ispattır. Burada İslâm kelimesi yerine şeriat da diyebiliriz. Bununla kasıt ameldir. Amel ise yapılması ve sakınılması gereken her şeydir. Burada bazen yapmak bir amel olduğu gibi yapmamak yani terk de bir ameldir. Hatta bu terk şeriatın gereği ise en büyük amellerdendir.

    İman cennetin anahtarı ise ameller o anahtarın korunmasıdır. İman güvenli bir yurt ise ameller o yurdun surlarıdır. Hülâsa amellerden uzak, müslümanca yaşanmayan bir hayat imandan kopuk bir hayattır.

    Hakiki Tasdikin Alameti

    İslâm sadece itikadî, vicdanî veya soyut kabullere dayanan bir din değil, aynı zamanda kişinin duygu düşünce dünyasına ve bütün hayatına müdahale eden bir dindir. İslâm, hayır olduğuna inanılan her iyi, güzel ve faydalı işin ısrarla uygulanmasını ister.

    İslâm’da inanmak ve inanılan şeyi yapmak esas olduğundan imanla amelin birlikte bulunmasının gerekliliğine büyük önem verilmiştir. İmansız iyi ameller Hak katında kıymetsiz olduğu gibi amelsiz iman da özellikle son nefeste büyük tehlike altındadır.

    Amelsiz müminin durumu “ben iyiyim” deyip iyilik yapmayana, “ben hayırseverim” deyip hayırdan uzak durana benzer. İmanla kendini akladığını zannedip amelden uzaklaşmak, huzuru İslâmsız bir hayatta aramak demektir. Fakat bu durum büyük yanılgıdır, hüsrandan başka bir şey getirmez. Bu durum kalbin manevi bir hastalığı olarak görülmüştür.

    İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû hazretleri bu hususta şöyle der:

    “Kalp hastalığı, vahiyle indirilen hükümlere kalbin yakîn bulamaması (kesin olarak inanamaması) durumundan ibarettir. Bu hükümleri tasdik etmeleri, ancak görünüşte bir tasdiktir; hakikatte değildir. Hakiki tasdikin alameti şudur: Şer’î hükümleri yerine getirirken kolaylığın, hafifliğin ve gönlün şen olmasıdır.

    Bu manada Allah Teâlâ şöyle buyurdu: ‘Kendilerini davet ettiğin şey müşriklere ağır geldi. Allah Teâlâ ona istediğini seçer. Kendisine yönelenleri O’na hidayet eyler.’ (Şura 13) 

    Hak Teâlâ bir gün ve bir gece içinde on yedi rekât farz namazı emretti. Bunların hepsinin toplam edası bir saati bulmaz. Bununla beraber bu namazlarda okumaların mümkün olan miktarını yeterli buldu. Ayakta durmak zor olduğu takdirde oturmak için izin verdi. Oturmak zor olduğu takdirde yan yatmaya da cevaz verdi. Rükû ve secdeler zor olduğu takdirde imâ emrini verdi. Suyu bulmak zor olduğu takdirde onun yerine teyemmümü koydu. Malların zekâtında fakirlere ve çaresizlere kırkta bir hisse tayin etti. Bütün ömürde bir defa hacca gitmeyi farz kıldı. Bu haccı eda işine dahi yol emniyetini, yolculuk rahatını, yiyecek içecek işlerine güç yetmesi şartını koydu. Yeme içmeden ve giyilecek elbiselerden pek çoğunu mübah kıldı, bunlardan haram olan kısmını pek az eyledi.

    Bu kadar kolaylığa rağmen her kim şer’î hükümleri zor görürse bu insafsızlık olur. Böyle bir kimse manevi kalp hastalığına müptelâdır. Sağlık durumu yerinde olanlara göre nice kolay işler vardır ki, zayıflara ve hastalara pek zor gelir.” (Mektubât)

    Şu halde kişi imanının ne durumda olduğunu merak ediyorsa amellerine bakmalı. İman kalpte saklı iken ameller bedende zâhirdir. Kimse kimsenin kalbini bilemez. Hatta bazen insan kendi kalbinin halini bile bilemez. Ancak ilmi her şeyi kuşatan Allah Teâlâ bilir.

    İnsan kendisini ancak amelleriyle tartabilir. İddia sahibinden ispat istendiği gibi güzel amellerle imanı ispat etmeli. İddiasını kötü amellerle kendisi çürütmemeli. “Kalbim temiz” deyip de amelleri sadece kalbe ait zannetmemeli.

    İnsan dünya işleri için nasıl ki bedenini yoruyorsa, dinî hayatında da bedenini yormalı. Dinin hayatın tamamına dokunduğunu unutmamalı. İleride kalmamak, rahat bir hayat yaşamak için nasıl ki bugün canını dişine takıp çalışıyorsa, âhirette mahrum kalmamak, hüsrana uğramamak için de bugün gayret edip amel etmeli.

    “Bana imanım yeter” demek, şeytanın aldatmasından ibarettir. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz’in sünneti olan amelleri asla küçük görmemeli. O bir peygamber olmasına rağmen amele çok önem verirdi. O’nun bütün hayatı amellerle örülüydü.

    Sürekli amel eden bir peygamberin ümmeti olarak bize düşen, amellere yapışıp O’nun sünnetine uymaktır. Sadece imana güvenmenin, nefsin ve şeytanın bir aldatmacası olduğunu unutmadan iman ile amel arasını ayırmamalı, ameli her daim hayatın merkezine yerleştirmeli.

    Amel Bilgi İlişkisi

    Amel ile yakından ilişkili bir başka kavram da ilimdir. Yani bilgi. İman amelin caddesi ise bilgi o caddenin ışığıdır. Caddeden sapmamak, engellere takılıp düşmemek için, önünü görüp daha hızlı yol almak için ışığa ihtiyaç olduğu gibi iman caddesinde giderken güvenli yol almak için de ilme ihtiyaç vardır. Bunun için ilme “nur” denilmiştir.

    Sırat-ı müstakim olarak adlandırılan Hak yola iman ile girdikten sonra artık yapılması gereken bu yolda dosdoğru ilerlemektir. İlerlemek amellerle mümkündür. Amelleri doğru yapabilmek için de ilim gerekir.

    Bir işten sonuç almak, o işin usulüne uygun yapılmasıyla mümkündür. “Vusülsüzlük usulsüzlüktendir” sözü bunun için söylenmiştir. Yani ilerleyememek, hedefe ulaşamamak usule uyulmadığındandır. Usule uymanın ilk adımı da ilimdir, öğrenmektir. Bilmeyen ne yapacağını, neden yapacağını, nasıl yapacağını da bilemez. Bilen ise yolunu yordamını bilir. O yola çıkmış, yolunu açmıştır. Şimdi ilerlemek için tam donanımlı olarak hazırdır.

    Amel için gereken bilgileri öğrenen bir mümin, ilmiyle amel etmediği sürece ilmin faydasından mahrum kalır. Nasıl ki silahlarını kuşanmış bir askere savaşması gereken yerde düşmanla savaşmadıkça o silahların bir faydası olmayacaksa, ilim ile nurlanan bir mümin de bu ilmiyle amel etmedikçe ilim ona ancak yük olur.

    Nitekim savaşta iyi silah kuşanana değil iyi savaşana kahraman derler. Maharet silaha sahip olmakta değil, iyi kullanabilmektedir. Ancak düşmanın iyi donanmış bir askerden ve ordudan korktuğunu da unutmamak gerekir. Şeytan ilim sahibi bir kimseden daha fazla korkar. Fakat onların da çok güçlü silahları vardır. Amel etmedikçe nefs ve şeytan karşısında mağlubiyet kaçınılmaz olur.

    İşte çokları tam savaşılması gereken anda geri çekildikleri için hüsrana uğrar. Ya gafletten dolayı amel etmedikleri için, ya kibirden dolayı ameli küçümsedikleri için, ya aldanıştan dolayı ilmi yeterli gördükleri için… Hâsılı ilimlerini amele sevkedemedikleri için ziyan içindedirler. İlimden hiç nasibi olmayıp amel etmeyenler bahsimiz dışındadır, onların durumu da bir o kadar vahimdir.

    Sözün müşterisi çok, amelin tâlibi yok

    Mümin amel ile ilmin yükünden kurtulur, ilmini de sürekli tekrarlamış olur. Böylece yenilenir, tazelenir, hafifler. Bu vesileyle “Kim bildikleri ile amel ederse Allah o kimseye bilmediklerini öğretir” (Acluni) hadis-i şerifinde beyan buyurulan hakikate ulaşır.

    Dinî ilimlerin neredeyse tamamına yakını amelle ya doğrudan ya da dolaylı olarak ilişkilidir. Mesela fıkıh ilmi tamamen amellerin hükümleriyle ilgilenen bir ilim sahasıdır. Hadislerin büyük çoğunluğu ameller üzerine olduğu için hadis ilmi de amelle yakından ilişkilidir. Kur’an-ı Kerim’de en azından amel üzerine olan ayetlerin tefsiri de amelle ilişkilidir. Amel üzerine olmayan ayetler ise; mesela âhiret ahvalinden haber veren ayetlerin korkutma ve müjde içerdiği için muhatapları amele sevk ettiğini düşünürsek tefsir ilmi de amelle yakından ilişkilidir. Tasavvuf ilmi de daima ameli tavsiye ettiğinden ve Hakk’a yakınlık ile amel arasında sıkı bir ilişki kurduğundan o da amelle yakından ilişkilidir.

    İnsan nefsinin ilimden haz duyacağı çok şey vardır. Kişi ilmi ile kibirlenebilir, meclislerde söz sahibi olabilir, insanlar ona ilminden dolayı saygı gösterebilir, itibarı artabilir. Dikkat edilmezse nefsin rahatlıkla at koşturabileceği bir sahadır burası.

    Amel ise böyle değildir. Amelde nefsin zorlanması çok daha fazladır. Kaldı ki amellerin çoğu gizlidir, nefs tek başınadır. Açık olanlarda da icraat her zaman yapmamaya göre daha zordur. Bundan dolayı amel tavsiyesine amelle karşılık verenler söz ile karşılık verenlerden daima daha az olmuştur. Mevlanâ Celaleddin-i Rûmî Hazretleri şöyle der:

    “Amel ve ameli talep eden nerededir ki onlara amel göstereyim? Sen hâlâ sözün tâlibisin. Bir şey dinleyeyim diye kulak vermişsin. Eğer söylemesem mahzun olursun. Amel tâliplisi ol ki sana ameli göstereyim.

    Biz âlemde ameli göstermek için bir adam arıyoruz ama müşterisini bulamıyoruz. Kelâmın ise müşterisini buluyoruz, onun için kelâm ile meşgulüz. Sen madem ki amel edici değilsin, ameli ne bilirsin?

    Ameli amel ile, ilmi ilim ile, sûreti sûret ile ve manayı da mana ile anlamak mümkündür. Mâdem ki bu yolun yolcusu yoktur, bizim yolda ve amelde olduğumuzu nasıl bileceklerdir?”
(Fîhi Mâ Fih)

    Amel Niyet İlişkisi

    Amelle belki de en yakından ve en fazla ilişkili kavram niyettir. Niyet bu önemini “Ameller niyetlere göredir” (Buhârî) hadisinin yanında bu minvaldeki birçok ayet, hadis ve sünnetten alır. Niyetin önemi açısından sadece bu hadis bile tek başına yeterlidir.

    Her işin bir genel şartı bir de özel şartı vardır. İman sâlih amelin genel şartıdır, niyet ise özel şartı. Hangi iş olursa olsun, işin ne için yapıldığı o işin yapılmasından daha mühimdir. Hatta genellikle nasıl yapıldığından da mühimdir. Çünkü “niçin” “nasıldan”, “nasıl” “ne”den daha önemlidir. Bu durum aslında hayatımızın ortasındadır ve herkes tarafından zımnen kabul edilir.

    Mesela bir kimsenin size bir iyilik yaptığını görseniz onun hakkında iyi düşünceye sahip olursunuz. Ancak o kimsenin bu iyiliği bir menfaat için yaptığını öğrenseniz onun hakkındaki iyi düşünceniz bir anda tersine döner. İşte kulların Hak Teâlâ’ya karşı yaptıkları ameller de böyledir. Her ne yapılırsa yapılsın, niyet ancak Allah Teâlâ’nın rızası olmalı, yani amelin yönü daima Hakk’a dönük olmalıdır. Amellerin Hakk’a dönük olmasındaki doğruluğa “sahih niyet”, sapmalara “fâsit niyet” diyoruz.

    Niyetin amelin değerini belirlemedeki etkisi o kadar fazladır ki, ibadetler bile niyet bozuk olduğunda iptal olabiliyor, hatta bazen gazaba sebep olabiliyor. Mesela bir kimse oruç tutuyor. Fakat niyeti sadece perhiz yapmaksa oruç tutanlarla aynı şartları yerine getirse, aynı zorluğa katlansa bile Hak katında bu orucun hiçbir kıymeti yoktur.

    Yine ihtiyaç sahibi bir kimseye yardımda bulunan birinin niyeti etrafındakilere cömert görünmekse bu yardımın ona hiçbir faydası olmaz. Belki Hak katında bu amel nedeniyle azaba bile müstahak olabilir. Çünkü riya ile münafıklık arasında ince bir çizgi vardır.

    Fâsit yani bozuk niyet kabın dibinin delik olmasına benzer. İnsan o kaba amellerini doldurur. Ancak niyeti arızalı olduğu için dökülür gider, elinde hiçbir şey kalmaz. Halbuki o ameli yapmak için ne kadar uğraşmıştır. Bu gerçekten acınası bir haldir.

    Diğer taraftan hayatın akışı içine amel sayılmayacak sıradan işler de Allah için yapıldığında, yani sahih niyetle mükâfatı olan amele dönüşür. Hatta şeriata aykırı olmamak kaydıyla kötü bir iş gibi görünen bazı şeyler de niyet güzel olduğunda ecre sebep olabilir.

    Genellikle güzel işler güzel niyetle, kötü işler kötü niyetle yapılır. Fakat mümin için burada mühim olan amellerine farklı dünyevî niyetler karıştırmamasıdır. Ayrıca sıradan işlerinde bile niyetini düzelterek ibadet mahiyeti kazandırmasıdır. Bu çok büyük bir kazançtır.

    O halde insan amellerinde niyetine çokça dikkat etmeli. Bozuk niyetlerle amellerini heba etmemeli. Her ibadeti, her işi Hakk’a dönük olmalı. Kalbiyle sadece O’na yönelip O’nun rızasını gözetmeli.

    Sırf O’na kulluk etmek için yaratıldığımız bu âlemde her işimiz, her amelimiz O’na kulluk olsun. Hakk’ı her işimizde önümüze alalım. Niyetlerimizde Hakk’ın rızasını gözetip amellerimizi öyle yapalım. Ameller derken sadece ibadetlerimizi değil, gün içerisindeki her işimizde niyetimizi Hak için kuralım. Kalkışımızı yatışımızı, yememizi içmemizi, çalışmamızı dinlenmemizi, konuşmamızı susmamızı Allah için yapalım.

    Amel İhlas İlişkisi

    Amel ile ihlâs arasındaki ilişki amel ile niyet arasındaki ilişkiye benzese de ihlâs birçok yönüyle daha farklı bir kavramdır. Niyet amel öncesinde var olması gereken bir şey iken ihlâs amel ile beraber ve amelle içiçe olması gereken kalbî bir haldir.

    İhlâs amelle etle tırnak gibidir. Amelin ruhudur. Amel ifa edilirken kalbin tam olarak ne yaptığının idrakinde olması ve bu halini koruması gerekir. İşte ihlâs, amel esnasında kalbin sadece Allah’ın rızasını gözetmesi, kalpte farklı gaflet unsurlarının bulunmaması, beden iş yaparken kalbin de buna eşlik etmesidir.

    İhlâsın niyete göre zorluğu tam da burada ortaya çıkar. Niyet anlıktır ve belirlidir. Amel öncesinde kalpteki maksattır. İhlâs ise hem bu maksadın hem de kalbin gaflete düşmeden Hakk’a dönük halinin amel boyunca korunmasıdır. Bu halin amel boyunca muhafaza edilmesi gerçekten yiğitlik ister. Bu halin tek başına elde edilmesi de çok zordur.

    Burada kalbin arındırılması (tasfiyesi) ve nefsin temizlenmesi (tezkiyesi) gerekir. Cibrîl Hadisi’ndeki “ihsan” da ihlâstan farklı bir şey değildir. İşte insanın kendi kendine yetemediği ve bir mürşide ihtiyaç duyduğu alanlardan biri tam burasıdır.

    Ameller bir şekilde ihlâsla bütünleşmek zorundadır. Ayet-i kerimelerde ve hadis-i şeriflerde amellerden bahsedilirken doğrudan “amel” diye değil, “sâlih amel” diye bahsedilir. Yani amel “sâlih” ise ameldir, değilse herhangi bir iştir. Amelin bu sâlihlik vasfı tam olarak ihlâsa tekabül eder.

    Amellerin hem kişiye hem de topluma dönük dünyevî bir takım faydaları olabilir. Fakat bunlar hikmet-i ilâhî ile ilgilidir. Dünyevî menfaatleri elde etme kaygısıyla ihlâsa varılamaz. İhlâs, kişinin Rabbi ile arasında gerçekleşen manevî bir haldir. Dünyevî faydalar dünya ile sınırlıdır. Âhiret ve rıza-i ilâhî bu faydalardan kat kat üstündür.

    Ayrıca sırf Allah rızasını göz ardı edip dünyevî faydaları ön plana çıkarmak, psikolojik ve sosyolojik yönlerini konuşmak ve bu yönde bir teşvik doğru değildir. Maalesef özellikle günümüzde bu duruma çokça şahit oluyoruz.

    Mesela oruç ibadetinden bahsederken bir anda herkes orucun sağlığa ve topluma faydaları, zenginlerin fakirlerin halinden anlamaları gibi yönlerine atıfta bulunuyor. Halbuki bir müminin derdi, kaygısı bunlar değil, sadece Allah Teâlâ’nın rızası olmalıdır. İhlâs, bir karşılık veya menfaat uğruna amel etmek değil, sırf Allah Teâlâ emretti diye o ameli yapmaktır.