Eskiden çok naif mahcubiyetlerimiz vardı. Misafirlikte evimizdekilere göre biraz daha pahalı yiyecekler ikram edildiğinde doyasıya yemek yerine sadece tatmak gibi. Veya parmak ucu delinmiş çorabımızı ayağımızın altına kıvırarak saklamaya çalışmak… Ya da ne bileyim, altı su alan rengi değişmiş ayakkabılarımızdan mahcup olup yıllar sonrasına fakir bir poz vermemek için okulda çekilen toplu fotoğraflarda en arkalara geçmek gibi. Hepsi çok zarif, çok buruk mahçubiyetlerdi. Ve çoğu da haklıydı.
Peki ya şimdi? Şimdi mahcup olduğumuz ama asla olmamamız gereken şeylerin sayısı hızla arttı. O şeylerden özellikle bir tanesi de benim bu yazıyı yazma sebebim oldu. Huzurlarınızda yeni mahcubiyet sebebimiz: Ev hanımı olmak!
Bu duyguyu kim ne zaman empoze etti bize anlayamadan, durup bi’ düşünüp ne oluyor diyemeden kabullenip ne ara sünger gibi içimize çektik biz? Güya medenî olma sevdasıyla dört koldan zihnimize boca edilen “çalışan kadın makbuldür” zehrini ne ara yalayıp yuttuk? Nasıl oldu da kadının bin yıllık karargâhı olan yuvasına verdiği emekler ezilmek, kullanılmak, geri kalmak sayıldı?!
Oysa ailenin kalesi olan evlerimizin çekip çevrilmesinden tutun da ilişkilerin, dengelerin, beslenmenin, eğitimin, kulluk bilincinin verildiği en temel okul ve kadının da bu okuldaki ilk öğretmen olması mahcup olunacak bir şey değildi. Aksine, gurur duyulması gereken bir durumdu.
Gelin görün ki aslî görevlerini unutsun diye her fırsatta algısıyla oynanan kadınlarımızın pek çoğu artık kendisine toplumun yapı taşı olarak değil, parmağındaki yüzüğün taşıyla değer biçmeye başladı. Varlığının kıymetini her gün evden çıkmakla ve mesai yapıp üç beş kuruş kazanmakla ölçer oldu. Hâl böyleyken kadınlarımızın tahayyülünde şuna benzer sahneler canlanmaya başladı:
– Hadi yavrum çabuk ol, servisin gelmek üzere. Ben de geç kalıyorum bak ama oyalanma. Sezai Bey raporlar hazır değil mi hâlâ?
– Sezai Bey mi? Raporlar derken?..
– Bayram tatilinde validenizi ziyarete gidip gitmeme konusunda bir toplantı yapmıştık hatırlarsanız. Ben de size projeyi kabul edebilmemiz için mevcut koşulları değerlendirdiğiniz bir fizibilite çalışması yapıp raporlamanızı rica etmiştim.
– Mevcut koşullar derken?..
– O tarihteki yol durumu gibi.. Aynı gün çok sevgili ortanca ablanızın da bizimle birlikte olup olmayacağı bilgisi gibi… Firma olarak kaç günü orada geçireceğimiz gibi…
– Hülyacım, sence de biraz abartmıyor musun bu mesai işini tatlım.
– Katiyyen! Bunları konuştuk Sezai Bey. Değil mi ki yıllarca okudum, vizeydi finaldi dirsek çürüttüm, mezun oldum, bunların sonunda ev süpürüp yemek yapmak ve beş kuruş maaş almamak benim katlanabileceğim bi’ şey değil! Madem çocuklar küçük diye bir işe girmem şu an mümkün değil, o hâlde ben de evimi ofisim yapacağım dedim mi demedim mi? Her neyse, tatil bütçesi çıkarttık mı?
– Dedin de ben işin buraya varacağını tahmin etmemiştim.
– O firmamızı ilgilendiren bir problem değil. İstirham ederim, fizibilite raporlarını ve bütçeyi döndüğümde masamda göreyim.
– Nereye?
– Rüveyda Hanımların evinde toplantımız var. Kadıncağızın bebeği doğalı iki ay oldu hâlâ gidemedik. Karşı komşu, aman şey, karşı firmayla ve yan bloktaki şirket çalışanlarıyla birlikte bebek toplantısı yapacağız. Aaa, az daha unutuyodum! Yarın da Halide Hanım Teyzelerin şirketinde mevlid toplantımız var. Çıkarken personel müdürümüze iletir misiniz lütfen, tüm çalışanlar saat 11’de eksiksiz orda olsunlar.
– Beni bastı buralar Hülya, ben işe gidiyorum! Yoksa camı açıp yangın var diye bağıracam hayatım.
– Sen işe gidiyosun da ben nereye gidiyorum peki?! Senin gideceğin yere ulaşman için trafiğe girmen gerekiyor da ben ayaklarımı kullanıyorum diye mi benim işim işten sayılmıyo?! Ne zaman saygı duyulacak bu işyerine ve mesleğime?!
– Tamam bi tanem, tamam sakin, saygı duyuyorum tabii ki, bak hatta az önce bu ayki maaşını yatırdım vestiyerin üzerine, ordan alırsın, şey yani çekersin. Akşam üzeri büyük kızı alıp pazara gidebilirsen, yani pardon, asistanınla birlikte gidip şirketimiz için gerekli erzağı temin edersen çok sevinirim. Benim İsmail Abi’lerle çok önemli bi’ toplantım var akşam, halı sahada mesaiye kalacağız. Şevvalim sen de annene mukayyet ol kızım, yine gelir gider dengesi nutuklarıyla pazarı birbirine katmasın, tamam mı babacım.
– Aaa öyle mi, tamam tamam kalın tabi! Şevval Hanıııım? Şoföre söyleyin aracımızı otoparktan çıkarsın, personelimiz için haftalık alışverişe gidiyoruz. Ordan da şu yeni açılan restorana gidip hafta sonu için rezervasyon yaptıralım, firma olarak hep beraber şöyle güzel bi’ yemek yeriz. Ayın elemanını seçtim ve kim olduğunu orada açıklayacağım. Çift maaş ikramiyesi ve üç gün de izni olacak. Ayyy çok heyecanlıyım, inşallah bu ay da yine ben seçilmişimdir!
Ne gerek var? Sorumlu olduğumuz en kıymetli çalışma alanımız yuvalarımız iken. Fıtratımıza en uygun görev ve yükümlülükler zaten ezelden belli iken. Sırf kendimizi bizim topraklarımıza ait olmayan uyduruk reçetelerin kriterlerine beğendireceğiz diye böyle hedefler belirleyip, ulaşamayınca da bunalıma girmeye ne gerek var? Kendimizi beğendirmemiz gereken tek mercî Yaradanımız iken üstelik.
Elbette şartlar öyle gerektiriyorsa ve ortam dini ölçülerimize uyuyorsa çalışalım. Elbette biz de para kazanalım, bütçemize katkıda bulunalım, refah seviyemizi daha iyi şartlara taşıyalım. Ben de evde oturup perdeleri çekip gün ışığı görmeyelim demiyorum zaten. Fakat rica ederim bu meseleyi yaşantımızın merkezine koyup hayatı kendimize de, bizimle birlikte yaşayan insanlara da zehir etmeyelim. Ücret mi? Onu zaten görevimizi hakkıyla yapma gayretinde olursak Rabbimiz verecektir, hiç kuşkunuz olmasın.