Hac, dinimizin iman, İslâm ve ahlâk boyutunun her birinin tezahür ettiği, iç içe geçtiği bütünlüklü bir ibadettir. Haccın kabulü, müminin bu konuda bilinç ve gayretiyle irtibatlıdır. Kabul olunmuş bir hac mümini hem inanç hem ibadet hem de ahlâkî anlamda dönüştüren ve dirilten bir etkiye sahiptir.
İbadetler imanımızın tezahürü ve kulluğumuzun nişanesidir. Tüm ibadetler içinde özellikle İslâm’ın şartı olarak ezberlediğimiz namaz, oruç, zekât ve haccın yeri çok önemlidir. Bunlarla münasebetimiz Cenâb-ı Hak ve Resûlü ile irtibatımızı, imanımızın kavi mi yoksa zayıf mı olduğunu, mana ve irfan ilimlerinden hissedar olup olamayacağımızı da açıkça gösteren hususiyete sahiptir.
Hac Arapça “gitmek, yönelmek, ziyaret etmek” gibi anlamlara gelir. İslâmî bir kavram olarak ise, imkânı olan Müslümanın belirlenmiş zaman içinde ibadet niyetiyle Kâbe’yi, Arafat’ı, Müzdelife ve Mina’yı ziyaret etmesi ve buralarda belli bazı dinî görevleri yerine getirmesidir. Hem bedenle hem de malla yapılan ibadetlerdendir. Ömürde bir defa olmak üzere farz kılınmıştır.
Cibril hadisinde Cebrail aleyhisselam insan suretinde Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme gelmiş; iman, İslâm ve ihsan kavramları ile kıyamet hakkında sorular sormuştur. Cebrail aleyhisselam mescidden ayrıldıktan sonra Peygamber Efendimiz ashabına gelenin kim olduğunu açıklamış ve “size dininizi öğretmek için geldi” demiştir.
Bu hadis dinimizin iman, amel ve ahlâk bütünlüğünde yaşanılan bir din olduğunu bildiren en açık unsurlardan biridir. Buna göre mümin “ben sadece iman ederim, amel işlemem” diyemeyeceği gibi “iman eder, amel işlerim fakat ahlâka ben karar veririm” de diyemez. Her müminin sağlam imanı, ilmî esaslara dayalı ibadetleri ve ibadetlerin ruhuna uygun hali ve tavrı olmalıdır. Bu gereklilik hac ibadetinde son derece görünür haldedir.
Dinimizin amel boyutunda zikredilse de hac, her ibadet gibi sahih bir imanı ve tertemiz bir niyeti gerektirir. Bununla birlikte nebevî sünnetle ve yoğun fıkhî kaidelerle örülüdür. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; “Hac menâsikini benden alın, benden gördüğünüz gibi yapın” buyurmuştur. (Müslim, Hac, 310) “Menâsik” kavramı hac ibadeti boyunca yapılan fiil ve ziyaretlere denir.
Haccı tamamlayan bir diğer esas ise ahlâktır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulmuştur. “Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse (ihramını giyerse), hac esnasında kadına yaklaşmak, günah davranışlara yönelmek, tartışıp kavga etmek yoktur.” (Bakara 197)
Ayet-i kerimede hacda tartışıp kavga etmenin yasaklanmış olması nazarı dikkate alınmalıdır. Bu durum hac ibadeti boyunca sabırlı ve yumuşak huylu olmak gibi ahlâkî erdemlerin ve kalbî amellerin de son derece önemli olduğunu gösterir.
Şu halde hac, dinimizin iman, İslâm ve ahlâk boyutunun her birinin tezahür ettiği, iç içe geçtiği bütünlüklü bir ibadettir. Bu aslında İslâm’ın her ibadette, hatta hayatın tamamında görmek istediği haldir.
Haccın kabulü, müminin bu konuda bilinç ve gayretiyle irtibatlıdır. Kabul olunmuş bir hac mümini hem inanç hem ibadet hem de ahlâkî anlamda dönüştüren ve dirilten bir etkiye sahiptir.
Daha gitmeden kazanmak
Her müminin gönlünde mükerrem şehir Mekke’ye varmak, Kâbe’ye yüz yüzmek, Ravza-yı Mutahhara’yı ziyaret etmek vardır. Kalbindeki bu güzel duyguları eyleme dönüştürmek isteyen kişinin hacca gitmeye karar vermesi ile hayatında değişikler başlar.
Öncelikle ekonomik durumunu muhasabe eder, gereksiz giderleri tespit eder ve ekonomik hayatına düzen verir. Kenarda bir şeyler biriktirerek hac parasını çıkaran nice mümin vardır ki onlar için hac tam bir nefs terbiyesi olmuştur. Kişisel isteklerinden, zevklerinden kısarak yapılan fedakârlıklarla biriktirilen hac paraları daha gitmeden nefsin dizginlenmesine vesiledir. Yani hac öyle ulvî bir ibadettir ki sadece gitmeye niyetlenmek bile manen toparlanmaya ve arınmaya vesiledir.
Hac ekonomik güç yetirmenin ötesinde nasip işidir de. Bu durum müminlerin kalbindeki hac iştiyakını söndürmez. Aksine, “acaba benim de nasibim var mıdır” diye onu bir beklenti ve yakarışa sevk eder. Bütün maddî imkanlar oluştuğu halde on senedir hac kurası bekleyen bir mümin, her defasında “acaba bu sene çağrılacak mıyım” diye ümitlenir.
Hac, havf ve recâ arasında olma halinin güzel bir talimidir. Zâhirî sebeplere sarılan hacı adayına bu süreçte en içten duaları eşlik eder. Kuralar açıklandığında ve hacca gidemeyeceğini öğrendiği anki hüznü ise tam bir manevi kazançtır. On senedir hac için inleyen, kura çıkmadığında kalbine hüzün ve elem çöken bir hacı adayı henüz hac yoluna çıkmadan dahi nice hayra ulaşmış demektir.
Kul hangi ameli ile ilâhî rızaya erişeceğini bilemez. Belki de mahşer gününde Allah Teâlâ hac iştiyakı veya hacca gidemeyecek olmanın hüznü sebebiyle ona rahmet kapılarını açabilir. Resûl-i Ekrem Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Müminin durumu kıskanmaya ve hayran olmaya değer. Çünkü her hali kendisi için bir hayır sebebidir. Böyle bir özellik sadece müminde vardır: Sevinecek olsa şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir bela gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd 64)
“Emrindeyim” deyip yola düşmek
Haccın malî tarafını halleden, kurası çıkan müminler ihramlarıyla yola revan olurlar. Haccın manevi etkisi artık görünür boyuttadır. Hacı adayı malından makamından izler taşıyan elbisesini çıkartır ve ihram isimli iki parça dikişsiz beze bürünür. Marka ayakkabıların yerine basit bir terlik giyer. Böylece bütün malını mülkünü, makam ve mevkisini geride bırakır. Artık patron, âmir, zengin, saygın değildir. Sadece etten kemikten bir kuldur. Bu haliyle Rabbi’nin emrine âmade olduğunu haykırır. Mekke’ye varana dek “lebbeyk” diyerek telbiyeler getirir.
Mübarek topraklara varan kişiyi bir müddet hayret ve şaşkınlık hali kaplar. Kabrinden hesap gününe uyandırılmış gibi âdeta nutku tutulur. Dünyanın dört bir yanından dilleri, renkleri, kültürleri, hayatları farklı yüzbinlerce müminin arasına karışır. Dünyalık şartların asla bir araya getiremeyeceği, bir arada bulunmayı asla hayal etmediği yüzbinlerce kişiyle bir hac mevsimini birlikte geçirir.
İlk başta yadırganan çok şeyler olsa da gayenin bir olması, hac menâsiki esnasında birlikte yaşanılan tarifsiz duygular Müslümanların birbirini daha yakından tanımasına, önyargıların kırılmasına, iman kardeşliğinin kalben hissedilmesine vesile olur.
Dünyevî önyargılarla kirlenmiş bakış açısı nedeniyle kötü ve çirkin gördüğü kimi farklılıkların aslında bir zenginlik olduğu, ümmet olmanın anlamı daha iyi anlaşılır. Mezhep ve meşrep farklılıklarını daha sağlıklı bir zeminde tahlil etme imkânı bulur. Bunların kolaylık ve rahmet olduğunu görür. Başka mezhep ve meşrepleri küçümsemeyi, yabancı görmeyi terk eder. Hacda Müslümanların çokluğu, bu çokluğun birlikte hareket etme potansiyeline sahip olduğu, dünya ve âhiret namına son derece çetin meselelerin üstesinden gelinebileceği daha iyi idrak edilir.
Kâbe’yi ilk görüş heyecanı
Hacılar önce ihramıyla Mescid-i Haram’a gelirler. Burada Beytullah’ı ilk görüş başkadır. O anı yaşayan herkes fotoğraflara, videolara sığmayan bir yönünün olduğunu fark eder. Çünkü Kâbe ne fotoğraflardakiler ne videodakiler gibidir. Ne de kelimeler anlatmaya kifayet eder.
Onu ilk görenlerin bir kısmı gözlerine inanamaz. “Dünyada böyle bir güzellik nasıl olur?” der kendi kendine. Kalbinden tarifsiz bir sevgi seli coşar. Durmaz, durmak bilmez. Bildiği bütün güzellikleri sorgular.
Kâbe’yi görmek, hacdaki ilk büyük uyanışın kapısıdır çoğu zaman. Dünyada peşinde koştuğu şeyler o an anlamsız ve değersiz gelir. Kâbe’nin sahibi olan Allah Teâlâ’ya içten bir tazim ve yöneliş başlar. Hayatı boyunca aradığı iç huzuru ve mutluluğu yanlış yerlerde aradığını fark eder. Sadece kendisinin değil, bütün insanlığın aradığı huzurun burada ve buranın temsil ettiği anlam dünyasında olduğunu düşünür. Tavafın ardından iki rekât tavaf namazı kılıp tüm sevdiklerine ve ümmete dua eder. Onların da bu güzelliği yaşaması için Rabbi’ne yakarır.
Mataf Alanı’ndan sa’y için Safa Tepesi’ne geçilir. Safa ve Merve arasında gidip gelinir. Burada akla Hacer annemizin çaresizliği, İbrahim aleyhisselamın tevhid mücadelesi ve fedakârlığı gelir.
Mescid-i Haram’da ve sa’y sırasında dünya kelâmı pek konuşulmaz. Burası en kıymetli zikirlerin, en makbul duaların yeridir. Tıraş olurken nefsinin istek ve yönlendirmelerini de kesmeyi ümit eder. Burası ve burada yapılan her şey sembollerle örülüdür. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem Harem’in fazileti hakkında şöyle buyurmuştur.
“Mescidimde kılınan bir namaz, Mescid-i Haram hariç, başka mescidlerde kılınan bin namazdan daha faziletlidir. Mescid-i Haram’da kılınan bir namaz ise, diğer mescidlerde kılınan yüz bin namazdan daha faziletlidir.” Hac günleri Harem’de işte böyle hesapsız manevi kazançlar içinde geçer.
Mahşer provası
Hacda her ibadetin belli bir zamanı ve mekânı vardır. Bunlar içinde Arafat vakfesinin yeri çok özeldir. Gönüller Sultanı Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem “Hac Arafat’tır” buyurmuştur.
Arafat, Mekke’nin doğusunda, 21 km. uzaklıkta düz bir ovadır. İçinde Arafat’la özdeşleşmiş Rahmet Tepesi vardır. Arafat, Hz. Adem aleyhisselam ile Havva annemizin tevbesinin kabul buyrulduğu, dünyada birbirlerine kavuştukları yerdir. Burası ilk insandan bu yana tevbe yeridir. Hacılar arefe günü zeval vaktinden Kurban Bayramı sabahına kadar burada bir an da olsa bulunmak zorundadır. Bu sebeple yüzbinlerce hacı buraya akın eder. Bu durum mahşerî bir tablo ortaya çıkarır.
Arafat’ta duaların kabul olması umularak gözyaşı dökülür. Bütün bir geçmişe canı gönülden tevbe edilir. Haccın yenileyici etkisi burada kendini keskin bir şekilde hissettirir. Adeta mahşer meydanını dünyada yaşayan hacı adayı, her bir köşeden ağlama, inleme ve pişmanlıklar duyar. Kendisinin ve sevdiklerinin de kötü ve çirkin işleri sebebiyle mahşer gününde pişmanlıklar yaşayacak olmasından korkar. Kalbine Rahmânî bir korku iner. İmanı kuvvetlenir. İbadet iştiyakı artar. Sâlih bir kul olmak, tertemiz bir hayat yaşamak için Cenâb-ı Mevlâ’ya en içten sözler verir.
Hacılar Arafat’ta dünyadan yönünü âhirete çevirir. Fani olandan vazgeçer ve ebedi olanı tercih eder. Çokları döndükten sonra Arafat’taki düşünce, söz ve niyazlarına uygun bir yaşantı yaşamaya muvaffak olmuştur. Bu sebeple hacı olmak sıradan bir ziyareti değil; düşünce, idrak ve yaşantıda bir değişimini ifade eder.
Arafat vakfesinin manevi atmosferi içinde vakfesini tamamlayan mahşerî kalabalık Müzdelife’ye doğru yürür. Müzdelife’nin kök anlamı yaklaşmak, yakınlaştırmaktır. Arafat’ta günahlarına tevbe eden hacılar, Müzdelife’de ikinci bir vakfe yaparak ibadet, zikir ve dualarla Cenâb-ı Mevlâ’ya yakınlaşırlar. Kurbiyyet elde ederler. Akşam ve yatsı namazı burada cem edilerek yani birleştirilerek kılınır. Burada da bir müddet bekleyip Müzdelife vakfesini tamamlayan hacılar zikirlerle Mina’ya geçerler. Burası hacıların şeytan taşladığı, kurban kestiği, tıraş olduğu yerdir. Ziyaret tavafından önceki günler burada çadırlarda geçirilir.
Hacda her bir mekânın, her bir uygulamanın nice aziz hatıraları vardır. Bu hatıralar âlimler ve rehberler tarafından sürekli işlenir. Mahşerî kalabalıkta, hac koşturması içinde tam bir mahviyet hali içindeki hacı, anlatılan kıssa, hatıra ve sembollere adeta geçmişle şimdi arasında geçişler yaşar. Bu içsel tecrübe bazı manevi zuhuratlarla, rüyalarla, peygamberlerin, sahabilerin ve nice büyüklerin ruhaniyetleriyle desteklenir. Buradaki manevi ikramlar hacda yapılan tevbeyi adeta mühürler ve geri dönmemek üzere hayatta yepyeni bir sayfa açılmasına vesile olur.
İki tavaf arasında değişim
Mina’da Şeytan taşlayıp kurbanını kesen hacılar tıraş olarak ihramdan çıkarlar. Ancak hac ibadetinin tamamlanması için tavaf yapılması gerekir. Nitekim haccın farzları niyet, Arafat vakfesi ve tavaftır. Bu tavafa ziyaret tavafı denir. Hac başındaki tavaf ile ziyaret tavafı arasında aslında seneler geçmemiş, belki bir ay bile olmamıştır. Fakat çoğu zaman kişi ilk tavaftaki haliyle ziyaret tavafındaki hali arasında zâhirî ve bâtinî pek çok fark bulur.
Bu hal tabiidir. Çünkü Kâbe’yi tavaf etmiş, Safa ve Merve arasında sa’y yapmış, Cennetü’l Muallâ kabristanında başta Hz. Hatice radıyallahu anhâ annemiz olmak üzere sahabi büyüklerimizle bereketlenmiş, her namazın yüz bin katıyla sevaplandırıldığı Mescid-i Haram’da cemaatle namazlar kılmış, saatlerce ibadet etmiş, Arafat’ta ve Müzdelife’de gözyaşı dökmüş, Mina’yı dua, zikir ve tefekkürlerle geçmiş biri elbette bambaşka olacaktır.
Ayet-i kerimede, “Hac menâsikini bitirince atalarınızı zikrettiğiniz gibi, hatta ondan daha fazla Allah’ı zikredin” buyurulur. (Bakara 200) Bu ayet-i kerime, hac yapmaya muvaffak kılınan hacının bundan sonraki hayatını zikir üzere geçirmesini salık verir. Rabbin bu buyruğuna uyanlar hacda açtıkları yeni sayfayı kapatmazlar. Orada kazandıklarını dünya peşinde saçıp dökmezler. Manevi kazançlarını, sâlih amellerini bir ömür korurlar.
Hac meşakkati
Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem “Kabul edilmiş haccın karşılığı ancak cennettir” buyurmuştur. (Buhârî, Umre 1) Sonunda cennet olan bir amel elbette kolay değildir. Gönüller Sultanı Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem “hac meşakkattir” buyurarak hacda maddi manevi zorluklar bulunabileceğini haber vermiştir. Müminlerin kendilerini buna göre hazırlamalarını, orada sıkıntı ve meşakkate sabır göstermelerini istemiştir.
Bu sebeple hacda sorun çıkaran değil sorunlara el atan, paylaşan, yardımlaşan, hizmet eden olmak çok önemlidir. Bu konuda müstesna bir olay şöyledir:
Hacılardan biri Medine-i Münevvere’de mescidde uzanıp uyur. Uyanınca para kesesini yanında bulamaz. Çalındığını zanneder. Dışarıya fırlar. Dışarıda Cafer-i Sâdık rahmetullahi aleyh hazretlerini görür, fakat tanımaz. Ona “Paramı geri ver!” diyerek yapışır. Cafer-i Sâdık “Kesende ne kadar paran vardı?” diye sorar. Adam “Bin dinar” der. Cafer-i Sâdık adamı evine götürür, bin dinar sayıp verir.
Adam kaldığı eve geri dönünce çalındığını zannettiği para kesesini görüverir. Hemen çıkıp Cafer-i Sâdık hazretlerini bulur, özür diler ve aldığı parayı geri vermek ister. Cafer-i Sâdık hazretleri parayı almaz.
Bu menkıbede hacılara imkan ölçüsünde yardımcı olunmasını, haklı dahi olunsa mübarek topraklarda tartışmamanın, kavga etmemenin, ham davranışları yumuşak karşılamanın güzel bir örneği vardır.
“Hac ve umre yapanlar Allah’ın misafirleridir” buyruğunu rehber eden evliyaullah, hacılara hizmeti büyük bir manevi fırsat bilip her türlü kolaylığı göstermeye çalışmıştır. Bu çabanın hak katında maddi manevi büyük kazançlara vesile olacağına dair pek çok hadise nakledilmiştir.
Sûfîlerin haccı
Âriflerden bir zât, yanına hiçbir şey almadan hac yapmak istediğini söyleyen birine, “Önce kalbini gafletten kurtar, nefsini oyun eğlence türü işlerden çek, dilini boş sözlerden temizle, sonra istediğin yere git” demiştir. Evliyaullah bu kapsamda, “Kâbe’nin sahibini tanımak, Kâbe’yi ziyaretten önce gereken bir farzdır” demişlerdir. “Önce tekke sonra Mekke” sözü de bu manaları ifade eder.
Bu sözler sûfîlerin hac yapmadığı veya haccı önemsizleştirdiği şeklinde anlaşılmamalıdır. Aksine, tabakât ve tezkire kitapları sûfîlerin hac hatırlarıyla, haccın derunî manalarına dair izahlarıyla doludur. Bu sözlerden maksat, mebrur ve makbul bir hac için edeplere riayet edilmesi gerektiğini vurgulamaktır. Yani manevi terbiye görmeden gafletle, edeplere dikkat edilmeden yapılan bir haccın, elde edilebilecek pek çok hayra mani olacağını anlatmak istemişlerdir.
Mesela yüzbinlerce müminin aynı gaye için Mekke’de toplanmasındaki olağanüstü güzelliği görmek ve anlamaya çalışmak yerine, kültürüne yabancı olduğumuz din kardeşlerimizi bizden farklı olmaları sebebiyle kıyasıya eleştirmek, olmadık yerlerde kavgaya tutuşmak, kendimizi farklı ve üstün görmek, kendi dindarlığımızı beğenmek çokça yapılan hatalardandır. Oysa sûfîlerin büyüklerinden Fudayl b. İyaz kuddise sırruhû hazretleri arkadaşına şöyle demiştir: “Eğer şu hac mevsiminde bu insanların içinde senden ve benden daha kötü bir insanın bulunduğunu düşünüyorsan, ne kadar kötü düşünüyorsun!”
Bu bakış açısı kişinin hac gibi zorlu bir ibadeti hakiki kulluk bilinci içinde yapmasına vesile olur. Bu ise ilâhî rahmeti celbeder. Öte yandan kibir ve gaflet içinde mukaddes topraklarda cürümler işlemenin maddi manevi karşılığı olabilir. Bu konuda Kuşeyrî Risalesi’nde dikkat çekici şöyle bir hadise yer alır:
Sûfîlerden biri tavaf esnasında halifenin görevlilerinden birini görür. Etrafında bir sürü adamı vardır. Aradan bir zaman geçer. Aynı adamı Bağdat Köprüsü üzerinde insanlardan bir şeyler isterken görür. Bu durumun sebebini soran sûfî şu cevabı alır: “Ben bütün insanların tevazu gösterdiği yerde (tavafta) kibir gösterip kendimi beğendim. Allah Teâlâ da insanların hiç tenezzül etmediği böyle bir yerde beni zillete düşürdü.”
Sûfîlerin bu konuda dikkat çektiği başka bir konu da nafile hac ve umrede farz olan ibadet ve hizmetlerin terk edilmemesidir. Hakk’ın rızasını muhtaç durumdaki annenin duasında, baba rızasında aramayıp aylarca yol gitmeyi sûfîler akıl kârı görmemiştir. Mesela Ebu Osman Hîrî kuddise sirruhû annesinin hizmetini terk edip nafile hacca giden birinin selamını almamış ve şöyle demiştir: “Bu gibileri annesini terk ediyor, ona iyilik ve hizmette bulunmuyor, kalkmış nafile hacca gidiyor!” Bu söz üzerine o kişi vefat edene kadar annesine hizmet etmiştir. Annesinin vefatından sonra Osman Hîrî hazretlerini ziyaret edince, Hazret yakın ilgi göstermiş ve meclisinde yanında yer vermiştir.
Kısaca, haccın maddi ve manevi meşakkatine katlananlar, zâhir ve bâtın edeplerini gözetenler hac vesilesiyle daha önce hissetmedikleri duyguları yaşarlar. Deyim yerindeyse ceplerini ağzına kadar doldurarak memleketlerine dönerler. Haccın manevi atmosferini tekrar yaşamak için daima vesile ararlar. Bunun için zaman zaman umre yolcusu olurlar.
Hac çoğu kişi için hayatının dönüm noktasıdır. Rabbi’ni, kendini, kalbini, ümmeti tanıdığı yerdir. Hacda zâhiren Mekke görülmüş, Beytullah’a varılmıştır. Ama bu yolculuk herhangi bir seyahatten çok farklıdır. Hac insanın kendine, kendi özüne doğru manevi bir yolculuktur. Gönül dünyasının yeniden imar ve inşa olduğu ulvî bir ibadettir.
Allah Teâlâ gidenlere tekrar, gitmeyenlere en yakın zamanda helal mal ile ziyaretler ihsan eylesin. Hacıların hacları makbul ve mebrur olsun. Âmin.