Son iki asırlık süreçte müminlerin zamana bakışında da bozulma oldu. Sebep hep aynı: Mümin olmayı yeterli ve önemli görmemek. İmanın üstüne, altına, yanına, köşesine bucağına imanla bağdaşmayan zanları, kompleksleri ve işleri yığmak. Kendini hep Batı aynasına bakarak “düzeltmeye” çalışmak.
Zaman, dünya hayatına has bir kavramdır. Tıpkı mekân gibi. Fakat bizim için oluş ve yaşayış silsilesi bu dünyayla sınırlı değildir. Hayatımızın başlangıcı ezelde Rabbimiz’in ruhlarımızı yaratmasıdır. Sonra O’nun takdir ettiği bir zamanda dünyaya doğuyoruz, kısa bir dünya hayatı yaşıyoruz. Daha sonra âhirete doğuyoruz. Sonra kabirde hayat var. Kıyamete ve dirilmeye kadar. Mahşerde mizan kurulur, hesabımız görülür ve bu hesaba göre de cennet ve cehennem sonsuzluğuna varılır.
Zaman düz mü ilerler, döngüsel mi?
Bizim zaman algımız Batılılar’ın inandığı gibi belirli bir geçmişten gelip belirli geleceğe giden düz bir çizgi şeklinde değildir. Onların zannettiği gibi tek boyutlu, tek katmanlı, tek yönlü de değildir. İç içe geçmiş zamanlardan oluşur. Bir helezon gibi geçmişten geleceğe gider. Devrevî yani dairesel bir şekildedir. Zaten “devir” kelimesi “çağ, zaman” anlamına geldiği gibi “döngü” anlamına da gelir. “Daire, devrân ve idâre” kelimeleri aynı kökten gelir. “İdare eden” anlamında “müdür,” hatta “bir şeye dair” dediğimizde oradaki “dair” de hep daire ile ilgilidir. Yani kendi çevresinde dönmek ile… Daire kendi izi üzerinde kendini sonsuz şekilde tekrar eden şekildir. Nasıl gündüz ve gece birbiri sıra dönüp geliyorsa zaman da öyle dönüp durmakta. Belki bu yüzden “tarih tekerrürden ibarettir” demişler. Dünya dönüyor, zaman da… Nitekim bizim “yel” anlamında kullandığımız Farsça kökenli “rûzigâr” kelimesi de aynı zamanda “gün, zaman” anlamındadır. Çünkü zaman da yel gibi gelip geçer. Burada “zaman” ve “vakit” arasındaki farka da değinmek gerekir. “Zaman” kelimesi “geniş süre” anlamındadır. “Vakit” ise “zamanın belirli bir noktası” demek. Kronik hastalıklara “müzmin” hastalıklar da denir. Bu kelime de “zaman” ile aynı köktendir. Çünkü böyle bir hastalık zaman zaman tekrar eder. Batı’da zaman kelimesinin anlamı daha çok “bölmek” ile ilgilidir. Çünkü nesneleri bölerek ölçeriz. Mesela İngilizce “zaman” anlamına gelen “time” kelimesi hem “zaman aralığı,” hem de “bölmek, ayırmak” demek. “Dakika” anlamına gelen “minute” ve “saniye” anlamına gelen “second” kelimeleri de bu ikinci anlamla ilgili. Fransızca’da “zaman” anlamına gelen “temps” kelimesi eski Yunanca “temno” kelimesinden gelir ki “kesmek, kırpmak” demektir.Dilimizde “devir” anlamına gelen başka bir kelime ise “çağ”dır. Bu kelime dilimize Moğolcadan girmiştir. “Zaman, mevsim” demektir. “Çağlamak” kelimesi de bu kökten gelir. “Çağla” dediğimiz meyve de… Çünkü “çağla” “turfanda, yeni” demektir. Belirli bir mevsimde yetişir. “Mevsim” kelimesinin kökü ise Arapça “damgalamak” anlamına gelen “vaseme” masdarıdır. Çünkü bir sürüdeki hayvanları başka sürüdekilerden ayırmak için damgalarlar. Her mevsim de damga gibi kendine has özelliklere sahiptir. Öyle ayırdedilir. Hatta “yüz, çehre” anlamındaki “simâ” kelimesi de “mevsim” ile aynı kökten gelir. Çünkü her insanın yüzü bir damga gibi bir tek ona mahsustur. Başka ilginç bir bağıntı daha: “Tropik bölgelere özgü rüzgâr” anlamındaki “muson” kelimesi Portekizce’den diğer dillere geçmiştir. Onun aslı da Arapça “mevsim” kelimesidir. “Dünyevî” anlamında kullanılan “seküler” kavramı Fransızca “çağ, devir” anlamındaki “siecle” kelimesinden gelir. “Modern” kelimesi de öyle. Bu kelimenin kökü olan “modus” “şimdi, hemen, yakın zaman” demektir. Her iki kavramın da zamanı yüceltmekle ilgisine dikkat edelim.
Zaman algısında bozulma
Son iki asırlık süreçte müminlerin zamana bakışında da bozulma oldu. Sebep hep aynı: Mümin olmayı yeterli ve önemli görmemek. İmanın üstüne, altına, yanına, köşesine bucağına imanla bağdaşmayan zanları, kompleksleri ve işleri yığmak. Kendini hep Batı aynasına bakarak “düzeltmeye” çalışmak. Batı ne yaptıysa onu yapmaya çalışmak, Batı ona ne diyorsa onu sorgusuz sualsiz kabul etmek. Bu kendini kaybetme sürecinde zamana olan bakışımız da şirazeden çıktı. Batı’nın kendini tarihin en önüne koyması, her yaptığı şerri tarihsel şartların bir gereği gibi sunması sonucu müminlerin zaman telâkkisi de edilgenleşti. Batı’nın onları tanımladığı şekilde kendilerini içinde bulundukları zamanın gerisinde, dışında ve aşağısında görmeye alıştılar. Oysa müminin zamana bakışı da özgündür. Onu ne olmuş bitmiş olaylar kalabalığı olarak görür, ne de ilerledikçe her şeyi güzelleştiren bir sihirli değnek. Nitekim Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurmuştur: “İki nimet vardır ki insanların çoğu (onları değerlendirme hususunda) aldanmıştır: Sağlık ve boş zaman.” (Buhârî) Evet; mümin için zaman bir nimettir. Allah’ın her nimeti gibi o da değerlidir. Ama o değer paraya vurulmaz. Çünkü her değer, eder demek değildir. O yüzden Batılı dillerden girip dilimize pelesenk olmuş lâftaki gibi vakit nakit değildir. Aksine vakit bir imkândır. Dünya hayatında kulluğu mümkün kılan bir nimettir. Vakti sadece parayla ölçebildiğimiz için değerli göremeyiz. Kaldı ki zamanın değeri parayla ifade edilemez. Bugün zamana bakışta iki zıt tavır görüyoruz: Bir yanda yaşadığı devri kötüleyenler var. Bunlar her iyi ve güzel şeyin geçmişte kaldığını söyleyen muhafazakârlardır. Öte tarafta ise yaşadığı zamanı yüceltenler var. Bunlar da zamanla insanlığın daha ileriye gittiğini, evrimin daha gelişmiş bir safhasına geçildiğini savunan Batıcılar’dır. Zamanın geçmesi ile işlerin daha iyi olacağını düşünmek çok yanlıştır. Müminlerin bir kısmı maalesef bu zanna kapılmış durumda. Ellerindeki telefonlara veya bindikleri arabalara bakıp her şeyin iyiye gittiğini zannediyorlar. Değişimi mutlak bir değer gibi gördükleri ve yücelttikleri için dinimizin hükümlerinde de kafalarına göre değişim istiyorlar. “Madem zaman hep daha iyiyi getiriyor, sürekli bir evrim var, o hâlde on dört asır evvel indirilmiş hükümleri bugün uygulamak mümkün değildir” anlayışına kapılıyorlar. Bâkî olan ilâhî hükümlerin zamanı ve mekânı aşan hükümler olduğunu unutmaya başlıyorlar. Giderek zamanın dine değil, dinin zamana tâbi olduğunu düşünüyorlar. Bu ise onları dinin insan yapısı bir şey olduğu sapkınlığına sürüklüyor.
Övenler ve sövenler
Kendi çağımızı toptan övmek gibi toptan kötülemek de yanlıştır. Nitekim Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bir hadis-i kudsîde şöyle buyuruyor: “Allah Teâlâ buyuruyor ki: Âdemoğlu dehre (zamana) söverek bana eziyet verir. Halbuki ben dehrim (zamanın yaratanıyım). Her şey benim kudretimdedir. Geceyi, gündüzü ben idare ederim.” (Buharî)Cahiliye devrinde Araplar zamanı bütün olayların yaratıcısı olarak görür ve başlarına bir sıkıntı gelince zamana söverlerdi. Avrupa mitolojisi de zamanı bir tanrı gibi görür. Onu genellikle yaşlı bir adam suretinde çizerler. Bir elinde orak, ötekinde ise kum saati vardır. Güya orak ile iş yapar, kelle biçer, kum saati ile de zamanı yönetir. Oysa zaman fâil değildir. Fâil-i Mutlak olan Allah Teâlâ’dır. Zamanı yaratan O’dur, nimetleri ve musibetleri yaratan da O. Zamanın kendi canı, iradesi, işi yoktur. O yüzden bizimkilerin Batılılar’dan öğrenip papağan gibi tekrar ettikleri “zamanın ruhu” diye bir şey de yoktur.Fakat dünyanın bizim açımızdan sürekli bir kötüleşme içinde olduğu Peygamber-i Zîşân sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin buyurduğu bir gerçektir: “Ümmetimin en hayırlısı benim zamanımda yaşayanlardır. Sonra onların ardından gelenler, sonra onların ardından gelenlerdir.” (Buharî) Bununla birlikte Allah’ın bizi dünyaya getirdiği devir bizim için en hayırlı devirdir. Hangi devirde yaşarsak yaşayalım, vazifemiz değişmez. Her devirde iyiler olduğu kadar kötüler, doğrular olduğu kadar yanlışlar, çirkinler olduğu kadar güzeller vardır. Bunların hayat içinde azalıp çoğalması zamanın değil insanların işidir.
Eski zaman özlemi
Ana babalarımız bizim sıkıntı çekmeden nimetlere kavuştuğumuzu söylerlerdi. Şimdi biz ana baba olduk, aynı lafı kendi çocuklarımız için söylüyoruz. “Eski” Ramazanlar, bayramlar, ilim ve fikir adamları özlemle yâd ediliyor. Fakat bu zaten her nesilde yakınılan bir şeydir. Zaten evvelden beri yaşadığı devirden ve gençlerden şikâyet etmeyen insan bulmak çok zordur.Bizim geçmişe bakışımız da oldukça sorunludur. Bazımıza göre geçmişimizde ne varsa, kim varsa, ne yapıldıysa hepsi mükemmeldir. Bu genelleme elbette yanlıştır. Her devirde, her toplumda, her yerde sıkıntılar, sorunlar, dertler olur. Hırsızlar, arsızlar, yalancılar olur. Mesele o kötülüklerin yaygın olup olmadığı ve iyilik gibi görülüp görülmediğidir. Mesela Osmanlı’nın son asırlarında devletin en üst kademelerinde bile rüşvet “bahşiş” adı altında meşru görülüyordu. Bunu da “parlak geçmişimiz” diyerek görmezden mi geleceğiz? Bu şerleri “ecdat, geçmiş, muhafazakârlık” yaftası altında normal karşılarsak o zaman bugün için de karşılıyoruz demektir. Çünkü geçmişe nasıl bakarsak günümüze de öyle bakarız. Ölçüyü şaşırmayalım, mümin ilkelerin adamıdır. Yaşadığı devirde bu modadır veya herkes böyle yapıyor diye her önüne gelen sözü, işi, yöntemi, düşünceyi, tercihi onaylamaz. Atalarının yaptığı iyi şeyleri alır, kabul eder ama onların yaptığı kötü şeyleri de reddeder. Hangi devirde yaşarsa yaşasın, elindeki ölçü aynıdır: Allah’ın ve Resûlü’nün ölçüsü. Gücü de farkı da işi de budur.Geçmişimizle büyük bir kopuş yaşadık. Bu yüzden bizde geçmiş bir takıntı hâlinde. Geçmişten bahsetmekten günümüzdeki işe eğilemiyoruz. Kendi günümüzle yüzleşmemiz, hesaplaşmamız yok. Oysa müminin sorumluluğu, yaşadığı zaman ve mekân ne olursa olsun, Hakk’a uymaktır. Eski devirlerdeki müminler kendi zamanlarında bu imtihanı yaşadılar. Hak ölçüsünü her şeyin üstünde tutanlar zamanlarının, devirlerinin, ömürlerinin hakkını verdiler. Biz de kendi zamanımızdaki, kendi hayatımızdaki imtihanları vermekle yükümlüyüz. Geçmişi kınamakla veya övmekle kendi mesuliyetimizden kurtulamayız. Bugün inanan insanların çoğunda zamana esir olduğu zannı var. Onun için en zorlandığımız konulardan birisi inancımızı günümüze yansıtabilmek. Bunda büyük zorluklar var, çünkü toplumda hâkim olan ölçü Allah’ın ve Resûlü sallallahu aleyhi vesellemin ölçüleri değil, bâtıl ölçüler. İmanımızı, bilgimizi, işimizi nereye bağlayacağımızı, nasıl yapacağımızı bilemiyoruz. Bize reçete sunanlar da iki çeşit: Biri “günü hesaba katmayanlar”, öteki de “güne teslim olanlar.” İkisi de yanlış elbette. Çünkü kul zamanın edilgeni değil etkenidir. Her anda, her işte, her yerde yenilenen ve yenileyendir. Mümin her zaman ve her yerde Allah’a bağlıdır. Müminin devri her devirdir, vatanı her yerdir.Gelin her işte Allah’a bağlanmaya çalışalım. Bunun için Kur’an’ı ve Sünnet’i çok iyi öğrenelim ve uyalım. Hep daha iyi, daha doğru, daha güzel işler yapalım. Bir an bile durmayalım. Sağa sola değil önümüze bakalım. Düne takılmayalım, güne bakalım. Başkasının hesabına değil, kendi hesabımıza bakalım. Ne yapıp edip, bize sonsuz gibi görünen ama bir anda biteceği kesin olan şu kısa ömrün hakkını verelim.