Kategoriler
Kişisel Gelişim

Büyük Dönüşüm

Daha davetinin ilk yıllarında kadın erkek, zengin fakir, hür köle, genç yaşlı her kesimden insan O’na koştu. Birer insan olarak kendi değerlerini, ne büyük amaçlar için var edildiklerini fark ettiler. Dünyalık statülerin birer ham hayal olduğunu yaşayarak gördüler.

Allah Teâlâ her insana tek tek kıymet vermiş, her birini doğrudan muhatap almıştır. Oysa tarih boyunca ve bugün insanların büyük çoğunluğu bu üstünlük vasfını ya birilerine devretmiş ya da birileri tarafından zorla ele geçirilmiştir.

Yani “üstünlük” bir ayrışma meselesi olmuş; bazı kişiler, gruplar, toplumlar üstün kabul edilirken insanların geri kalan çoğunluk düşük statüde kabul edilmiştir.

Kim kimden üstün?

Hak Teâlâ, son peygamberi insanlığa gönderdiğinde dünya genelinde insanların çok az bir kısmı bu manada üstünlük ve itibar sahibi görülüyordu. Hemen hemen bütün toplumlarda sınıfsal yapılar mevcuttu.

Mesela Yahudiler kendilerinden olmayanları ikinci sınıf görmekte, içlerine dahil bile etmemekteydi. Hıristiyanlıkta önce ruhbanlar, sonra kurumsal bir yapıya dönüşen kilise, Hıristiyan halklar üzerinde güçlü bir tahakküm oluşturmuştu. O kadar ki günahları bağışlama hakkını kendi uhdelerine almışlardı ki halen böyledir. Muharref Hıristiyanlıkta Rabb’in asıl muhatabı din adamlarıdır. Bu yüzden sıradan insanların dinî yükümlülükleri yok denecek kadar azdır.

Hint ve Çin gibi doğu toplumlarında kuvvetli bir sınıfsal ayrım vardı ve “kast” denilen sınıftan ayrılıp başka bir sınıfa geçmek mümkün değildi.

İslâm öncesi Arap toplumunda ise soyu sebebiyle itibar gören azınlığın haricindekiler adeta köle muamelesi görüyordu. Kabilecilik sosyal hayatın temel unsuruydu. O kadar ki, Kâbe’ye konulan putlar aynı zamanda her bir kabilenin güç ve itibar sembolüydü. Üç büyük put ise kabileler üstü müşterek gücü temsil ediyordu.

Dünyanın her yerinde ve çok sayıda peygamberin hatırasını taşıyan Arap Yarımadası ve Mezopotamya bölgesinde tevhid inancı neredeyse yok olmuş, ancak az sayıda “Hanîf” müminin sinesinde kalmıştı. Sosyal hayat da din de güç sahibi aristokratların etrafında şekilleniyordu. Roma ve Pers gibi devrin büyük imparatorluklarında da sistem aynı idi: Aristokratlar ve sıradan insanlar…

İşte böyle bir dünyada insana hak ettiği onur ve üstünlüğü geri verecek bir peygamber bekleniyordu. Ve O geldi.

En büyük devrim

O şunu söylüyordu: Allah soya, sınıfa, güç kuvvete, zenginliğe dayalı hiçbir üstünlük iddiasını kabul etmiyor. Allah, kim olursa olsun herkesi eşit muhatap kabul ediyor. Üstünlüğün ancak iman ve takva ile olabileceğini beyan ediyor. O kadar ki, en yüksek itibara sahip kişinin kölesinin bastığı toprağa alnını koymasını emrediyor.

Bu şu demekti: Bugün Afrika’nın ortasındaki yüz kelimeyle konuşan siyahî bir insan ile Avrupa’nın göbeğinde dünyaya yön verme iddiasındaki insan arasında Allah katında muhataplık bakımından bir fark yoktur. Teni beyaz olan değil, imanı olan üstün olur. En pahalı takım elbiseyi giyen değil, takva elbisesini giyen üstün olur. Ve isteyen herkes, şartları ve imkânları ne olursa olsun, en dipten en zirveye çıkma imkânına sahiptir.

İşte İslâm, insanlık tarihinin bu en güçlü mesajıyla o zamana kadar insanlık şerefini gönüllü ya da gönülsüz başkalarına veren insanları sahneye davet etti. Deyim yerindeyse şimdiye kadar yaşadığı trajediyi tribünden izleyen kim varsa hepsini sahaya çağırdı. “Hak katında sen de izlenmeye değersin” dedi. “Sadece birilerinin hikâyesini anlatmanı değil, kendi hikâyeni yazmanı istiyorum” dedi. “Sana sadece birilerinin kim olduğunu sormuyorum, sana senin kim olduğunu soruyorum” dedi. Kendi hayatında ötekileşmiş, önemsizleşmiş kişilere, toplumlara “Sana ben değer verdim ve yarattım. Ben seni muhatap alıyorum, seni davet ediyorum, sana sorumluluk veriyorum” dedi.

Bu çağrı o zamana kadar insanların birbirini köleleştirdiği, nesneleştirdiği, ancak güç ve iktidar sahiplerine yarayan düzenin yıkımı idi. İnsanlığın gördüğü en muhteşem, en köklü devrimdi. Bu bir yıkımdı, çünkü bozuk olan yıkılmadan sağlam olan inşa edilemez. “Lâ ilahe” demeden “illallah” denilemez. “Keşke yapmasaydım” demeden “kabul ettim” de denilemez. Değersizlik algısı yıkılmadan onur ve üstünlük gerçekleşmez.

Kim olduğuna bakmadan

İnsanın yaratıcısı ve sahibi, en başından itibaren ona hak ettiği değeri daima hatırlattı. Şeriatlar yani yol haritaları gönderdi. Ve fakat insanoğlu karanlığa yenik düştü. Yanlış tercihler yaptı. Hayat iksiri olan ilâhî dinleri tahrif, kendini ifsad etti. Bu yüzden masum kalabalıkların önleri kesildi, davete icabetten mahrum kaldı.

Son Peygamber son fakat en güçlü çağrı olarak geldi. İlâhî davetin hayata nasıl geçirileceğini adım adım gösterdi ve her adım kayıt altına alındı. Bunun bir hayal değil hakikat olduğunu bütün insanlık öğrendi. Daha davetinin ilk yıllarında kadın erkek, zengin fakir, hür köle, genç yaşlı her kesimden insan O’na koştu. Birer insan olarak kendi değerlerini, ne büyük amaçlar için var edildiklerini fark ettiler. Dünyalık statülerin birer ham hayal olduğunu yaşayarak gördüler. Her biri bir mümin sıfatıyla değerliydi. Henüz iman etmeyenler ise daima teklife muhatap ve kurtarılmayı bekleyen insanlar olarak yine değerli görülüyordu. İnsana bu değer atfedilmeseydi sahabiler niçin dünyanın dört bir yanına dağılsın, onca fetihler neden yapılsındı?

Şimdi rüzgâr farklı esiyordu. Efendilerinin develeri kadar kıymet vermediği Habeşli köle Bilâl ilâhî çağrının sesi oluyor, Kâbe’nin damından Ezan-ı Muhammedî’yi okumaya layık görülüyordu.

Yine bir zamanların kölesi olan Zeyd b. Hârise çok kritik bir savaşta, Mute’de İslâm ordusunun komutanı olarak görevlendiriliyordu.

Henüz daha on sekiz yaşındaki Zeyd b. Harise’nin oğlu Üsame, içinde Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer gibi büyük sahabilerin de bulunduğu bir orduya komutan olarak atanabiliyordu. İsmi geçen sahabi efendilerimizden Hak Teâlâ razı olsun, bizi şefaatlerine nail eylesin.

İşte o zamana kadarki insan algısını tersyüz eden, insana onurunu geri veren böyle çarpıcı örnekler vardır Saadet Asrı’nda. Bu büyük dönüşüne tâbi olanların kim olduğu, nereden geldiği, geçmişte ne yaptığı tamamen unutuluyor, bugüne ve geleceğe bakılıyordu.

Düşünün, Allah’ın Aslanı diye anılan bir büyük kahramanı, Hz. Hamza’yı şehid eden, mübarek bedenine işkence eden bir kişi nasıl affedilebilirdi? Nasıl olur da geçmişte İslâm’a en büyük düşmanlığı yapanlar imandan sonra İslâm’ın en üstünleri olabilirdi? Tevbe ve hidayeti hayatın merkezine koyan, insanı geçmişiyle değil geleceğe dair potansiyeli ile değerlendiren bir bakış açısı buna muvaffak olabilirdi, olmuştur da.

Her insan bir âlem

Sonraki dönemlerde İslâm’ın insana verdiği bu kıymetin zirve örnekleri tasavvuf ehlinde görülmüştür. Allah dostları, geçmişine bakmadan her bir insanı “kurtarılmaya değer” olarak görürler. İnsana kendi şerefini fark ettirip kendi içinde bir yolculuğa çıkartırlar.

Bu değer verme, modern öğretilerdeki gibi insanın kendisini beğenmesi, kibirlenmesi anlamında değildir. Kendi içinde bir ayağa kalkma, var oluş amacının büyüklüğünü keşfetme, dünyaya ve içindekilere hak ettiği kadar kıymet verme halidir. Hakikate ulaşma yolunda insanın önce kendini bilmesi ve tanımasıdır.

Her insan bir âlemdir. Dışındaki âlemin özü, özeti bir âlem. Sûfiler bu âlemin imkân ve kabiliyetlerini açmaya, karışıklıklarını giderip terbiye etmeye öncü olmuşlardır. Bu sebeple tasavvuf ilmine “marifetü’n-nefs” yani kendini tanıma ilmi de denilmiştir. İnsanın kendisini tanıması, Rabbi’ni tanımanın basamağı olarak görülmüştür.

O halde bugün her birimiz kendimizi anlamsız bir hayat için içinde savrulan zavallı varlıklar olarak değil, Yaratıcımız’ın bizi vasıflandırdığı üzere “eşref-i mahlukat” olarak görmeli ve yapıp ettiklerimizi bu mihenge vurmalıyız. Yine her bir insana Âlemlerin Rabbi’nin kıymet verip yarattığını dikkate alarak, sahibinin kim olduğunu unutmadan, ne büyük tecelliler taşıdığını bilerek bakmalıyız. Servete, makam mevkiye ve dünyalık itibara göre kıymetlendirmenin büyük bir yanılsama olduğunu ve mümine yakışmadığını anlamalıyız.

Ancak bu mümince bakışla dünya sahnesinde figüranlıktan kurtulup kendi başrolümüzü oynayabiliriz. İnsan kardeşlerimizle, diğer bütün varlıklarla münasebetlerimizi ancak bu bakış açısıyla onarabilir, onlara hak ettiği değeri verebiliriz.

Kaynak: SEMERKAND DERGİSİ