İçeriğe geç

Caddenin Tam Ortası

    Caddenin Tam Ortası

    Şeriat kelimesi “cadde” anlamına gelen “şer’a” kökünden gelir. Bugünkü hayattan bir misal ile anlatacak olursak şeriat, en acemi şoförün bile araba sürebileceği genişlikte bir caddedir. Fakat caddede fazla araç olması nedeniyle kurallar daha çok önem arz eder.

    Bazı kitaplarda ve sohbet halkalarında şeriat ile tarikat mukayese edilir. “Şeriata göre şöyle ama tarikata göre böyledir” gibi ifadelerle ikisi arasında keskin bir ayrım olduğu dile getirilir. Hatta üçüncü bir boyut olduğundan bahisle “hakikate göre ise şöyledir” denilir. Bu ayrımlarda çoğu kez sanki birinin diğerinden üstün olduğu iması vardır. Diğer taraftan kimileri de aralarında bir fark olmadığını anlatmaya çalışır.

    Baştan söyleyelim, mevzunun esasında herhangi bir sorun yok. Yani şeriat-tarikat-hakikat kavramları birbiriyle çatışan, çelişen, biri diğerini reddeden anlamlara işaret etmiyor. Fakat bunları okuyan ve dinleyenlerde ister istemez birinin diğerinden üstün olduğu ya da aralarında sanki bir çatışmanın bulunduğu algısı oluşabiliyor.

    Bu açıdan bakıldığında tarihte de medrese-tekke arasında ya da âlim-ârif arasında karşıtlık veya çatışma bulunduğu öne sürülebilir. Bunun sembolik bir ifadesi olarak da “Molla Kâsım ve Yunus” kıssasına atıfta bulunulur.

    Bu iddiaya göre Molla Kâsım ve onun gibi olan zâhir ilim ehli şeriatı ve medreseyi temsil eder. Yunus Emre ve diğer irfan ehli ise tarikatı ve tekkeyi temsil eder.

    Meseleyi karşıt iki cephe olarak ele alan düşünceye göre temel soru, “Molla Kâsım mı Yunus Emre mi haklı?” sorusudur. Fakat tam da bu soru sorulduğunda sorun başlıyor, keskin ayrışma ortaya çıkıyor, karşılıklı ithamlar devreye giriyor. Başta söylediğimiz üzere bu tartışmayı yapanlar mevzunun kahramanları olan birincil isimler değil, onların taraftarları. Daha çok da hiçbiri ile gerçekten bir ilişkisi olmayanlar.

    Bu mevzuda özellikle âriflerin bırakın medreseyi, hiç kimse ile asla bir polemiğe girmediğini, kendilerine yönelik ithamlara bile çoğunlukla cevap vermediğini, hatta hoş gördüğünü bilmek gerekir. Fakat madem ortada hâlâ dile getirilen böyle bir mevzu var, neyin ne olduğunu bilmemiz gerekiyor. Yani şeriat nedir, tarikat nedir; ikisi arasında gerçekten bir karşıtlık var mıdır?

    Geniş bir cadde

    Fazla ayrıntıya girmeden genel hatlarıyla ifade edersek, şeriat dinin her düzeydeki kural ve kaidelerini, her Müslümanın asgari düzeyde uyması gereken esaslarını ifade eder. Zaman ve mekân sınırlarını aşan İslâm’ın temel esaslarını teşkil ettiği için bütün insanları muhatap alır. Müslümanların belirlenmiş olan temel ve asgari kurallara uymasını yeterli görür. Bu manada şeriat, sanılanın aksine tarikata göre daha müsamahakârdır. Daha geniş bir saha ve daha geniş bir caddedir.

    Zaten şeriat kelimesi de “cadde” anlamına gelen “şer’a” kökünden gelir. Bugünkü hayattan bir misal ile anlatacak olursak şeriat, en acemi şoförün bile araba sürebileceği genişlikte bir caddedir. Fakat caddede fazla araç olması nedeniyle kurallar daha çok önem arz eder. Yine bu kuralları denetlemek için görevliler vardır. Bu görevliler her türlü kural ihlâline müdahale eder, uyarır, gerekirse ceza keser.

    Molla Kâsım gibi zâhir âlimler de Yunus Emre gibi genel akıştan farklı gidenleri denetler, uyarır. Aslında zâhir âlimlerin derdi âriflerin kendi doğruluğundan ziyade, ortalama bir Müslümanın kapasitesi olmadığı halde onlara benzemek istemesi durumunda ortaya çıkacak kargaşayı önlemektir.

    Genel olarak insanlar için geniş bir cadde dar, kestirme, ıssız ve tali yollara göre daha kolaydır. Şeriat herkesi içeride tutmak ister. Fetva müessesesinde muhatabı içeride tutma derdi vardır. Çünkü dışarısı asla iyi bir yer değildir. Bundan dolayı fetvanın sınırı olabildiğince geniştir. Ancak şeriat dahi bir şeye cevaz vermiyorsa onun ötesi yoktur. Nitekim şeriatı ve onu temsil eden zâhir âlimlerin görece katı ve sert görünmesinin sebebi de budur. Şeriat sınır olduğu için “buranın ötesi helâktır, içeride kalmak zorundasın” der. İşte bu dil nedeniyle şeriat katı, onu temsil edenler de sert görünürler.

    Tarikat dilinin naifliği

    Tarikata gelince o, şeriatın sağında ya da solunda, arkasında ya da önünde değildir. Dışında hiç değildir. Tarikat şeriatın tam ortasındadır. Bunu sözün gelişi değil, bir hakikat olarak söylüyoruz.

    Yine güncel misalimize dönersek, şeriatın geniş bir cadde olduğunu söylemiştik. Bu, beş şeritli geniş bir cadde olsun. Bu caddenin tam orta şeridi tarikattır. En soldaki ya da en sağdaki şerit de şeriata dahilken, tarikat ortada olmaya dikkat eder. Fakat yol kalabalık olduğu için orta şeritten devam edenler olduğu gibi yanlarda ve hatta en kenar şeritlerde de devam edenler olabilir. Şeriata göre bu normaldir. Yeter ki yoldan çıkılmasın.

    Zaten ârifler, herkes orta şeritte olmalıdır demez. Tarikatın ve âriflerin dilinin biraz daha yumuşak görünmesinin sebebi de budur. Zira etrafında hâlâ boş alanlar vardır ve caddenin dışına kadar çıkılmadığı sürece, yani şeriatın dışına çıkılmadıkça ses etmezler. “En güvenli yol ortasıdır. Şeriatın dışı buraya uzaktır. Gözün kayıp gitmesi zordur, etrafında hep mümini görür” diyerek sağdaki ve soldakileri ortaya davet ederler. Ancak asla “Muhakkak buraya gelmelisiniz, tehlikedesiniz, buraya gelmezseniz hedefe varamazsınız” demezler. Çünkü onların da şeriat caddesinin içinde olduklarını ve ayrılmadıkları sürece bu caddeyle hedeflerine ulaşacaklarını bilirler.

    Yollar ve yükler

    Diğer taraftan tarikat ehlinin muhabbeti, zevki çoktur ama yükü ağırdır. Mesela Molla Kâsım birine cömert demek için malının kırkta bir zekâtını vermesini yeterli görürken Yunus Emre “Ben canlar canını buldum bu canım yağma olsun” der. Değil malın kırkta birini ya da tamamını, canını ortaya koyar. O daha yüksek hedefleri müşahade ettiği için kendisini bile gözden çıkartır.

    Yine Molla Kâsım sâlih amelleri ve günahlardan kaçınmayı cennet arzusuyla yapmakta bir sakınca görmezken Yunus Emre; “Cennet cennet dedikleri birkaç köşk ile huri / İsteyene ver sen onu, bana seni gerek seni” diyerek asıl maksadın Hak Teâlâ olması gerektiğini söyler.

    Şeriatın ve onu aktaran nübüvvet dilinin evrensel olmasından ve bütün insanlığı muhatap almasından dolayı daha geniş bir alandır. Molla Kâsım, “bu dili kaybedersek temel sarsılır” endişesiyle buraya müdahale edilmesini istememektedir. Haksız da değildir. Yunus Emre ise zoraki yapmak yerine severek, muhabbetle yapmanın daha güzel olduğunu hatırlatarak insanları daha yüksek bir mertebeyi teklif etmektedir. Tarikatların ve mürşidlerin yapmak istediği de budur. Bu tavır da doğrudur. Ancak “Hayır ben buradan ilerlemek istiyorum, fazla yük yüklenmek istemiyorum” diyenlere de “peki” der geçerler. Fakat o yüklerin aslında yük olmadığını, aksine yüklerden kurtulmak olduğunu anlamalarını isterler.

    Usûlsüz vusûl mümkün mü?

    Molla Kâsım gibi zâhir âlimlerin üstlendiği görev hem zor hem de gereklidir. Genellikle bildikleri ile amel etmedikleri ithamına maruz kalırlar. Ancak bu her zaman doğru değildir.

    Sadece yaptıklarını konuşmak âlimlerin değil, âriflerin işidir. Âlimin konuşması genellikle en standart ölçü olan şeriata göredir. Ârif ise ne kadar çok bilse de muhatabının makamını dikkate aldığından daha alttan konuşur.

    Âlim, bilinmesi gereken neyse “Geç karşıma anlatayım” der. Ârif ise “Gel benimle” diyerek bir yolculuğa çıkartır. Ancak bu yolculukta tıpkı Hz. Hızır ile Hz. Musa aleyhisselam kıssasında olduğu gibi teslimiyet bekler.

    İlim irfana dönüştüğünde âlim de ârife dönüşür. Böylece bildiklerini bilmeyenlere nasıl aktaracağının usulünü de tam manasıyla kavrar. Ancak her âlimden bu beklenemez.

    İşte âlim ile ârif arasındaki böyle farklar medrese ile tekke ya da şeriat ile tarikat arasındaki farkların genel sebepleridir. Aslında fark asıl değil usûl farkıdır. Zâhir âlimler usûlle fazla ilgilenmeden doğrudan aslı beyan ederler, asla ulaşmayı kişiye bırakırlar. Yani âlimler işin “ne” kısmıyla meşgul olup “nasıl” kısmıyla pek ilgilenmez. Ne yapılacağını bilen kullara nasıl yapılacağını belleten âriflerdir.

    Bilmek gerekir ki usûl olmadan asla ulaşmak mümkün değildir. Bu usûl boşluğunu da ârifler, tarikatlar ve tekkeler doldurur. Saadet Asrı’nda ise her şey bir arada, iç içe bulunduğundan, zâhir ilimlerin de tasavvufun da adı yoktur. Ama ikisinin de en kâmil ve zirve hali oradadır.

    Sonuç olarak şeriat, hem tarikatı hem hakikati hem de marifeti içine alan en geniş ve en büyük alandır. Zira onun kaynağı nübüvvettir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin getirdiği dinin temeli, aslı ve zâhiridir. Bundan dolayı şeriata asla bir söz söylenemez. Önemsiz ya da hafif görülemez.

    Tarikat da şeriatın içindedir. Onun ortasında ve en emniyetli yerinde olmak, usulünce oradan daha hızlı ilerlemektir. Allah Dostlarının, mürşid-i kâmillerin özel usûlüdür. Ona da asla bir söz söylenemez. Hakikat ve marifet ise âriflerin diğerlerinden daha hızlı gitmeleri nedeniyle önden verdikleri haberlerdir. O halde ona da asla bir söz söylenemez.