İçeriğe geç

Çınaraltı

    Aylardan mayıs. İhtişamlı çınar ağacının altında otururken, çay bahçesi müdavimlerinin sohbetleri arasında dalıp gidiyorum. Huzurlu hissettiğim mekânlardan biri bu yer. Ne kadar sıkıntılı olsam da buraya geldiğimde içim açılır, kendimi daha iyi hissederim. Mekânların, yerlerin, şehirlerin de ruhu olduğu kesin.

    Hadis-i şerifi bilir misiniz bilmiyorum. O da bir mekânla ilgili: “Uhud öyle bir dağdır ki o bizi sever, biz de onu severiz. Uhud’a yolunuz düştüğünde ağaçlarının meyvelerinden, bitkilerinden (teberrüken) yiyin. Hiçbir şey bulamazsanız, dikenli büyük ağaçlarından bir parça alıp ağzınızda çiğneyin.”

    Uhud başımızın tacı. Yine de herkesin kendi günlük hayatında sevdiği, oranın da onu sevdiğini hissettiği Uhud’ları vardır muhtemelen.

    Bu çınaraltı çay bahçesinin ne özelliği var da bana böyle huzur veriyor? Sadece ağacı, yeri, masası sandalyesi değildir elbette. Hepsinin toplamı ve belki buraya gelip gidenler. Mekânın bıçkın tavırlı ama bir o kadar güler yüzlü garsonu Hamza’nın müsait zamanını kolluyorum. Zaten o da koşuşturmaların arasında sohbetlere dahil olur, şakaları ile güldürür, bazen meraklı sorularla bir masadaki sohbetin tarafı olurdu. Nihayet boş anını yakalıyorum:

    – Hamza hele bir soluklan, bir iki dakika sohbet etsek seninle…

    – Eyvallah, buyur abim!

    – Ne kadar zamandır çalışıyorsun burada?

    – Beş altı sene oldu. Hayırdır abi?

    Eyvah, dedim içimden, müfettiş edasıyla soru sormuştum. Hamza’yı rahatlatmak için üslubumu değiştirdim:

    – Kusura bakma Hamza. Bodoslama soru ile başladım. Sen de bir anlam veremedin tabi. Aslında maksadım şu Hamza, kendi kendime düşünüyordum, bu mekâna her geldiğimde içimi huzur kaplıyor. Mutlaka bir sebebi vardır. Belki sen bir şeyler söylersin.

    Hamza şaşırarak baktı.

    – Estağfurullah abi, ne kusuru! Doğru, burası insana huzur verir. Sıcak bir çorba verir, güzel çay verir, umut verir. Ama niye böyle dersen vallahi pek düşünmemiştim doğrusu. Bence Osman amcadan geliyor bu mekânın güzelliği abi.

    – Mekânın sahibi Osman Efendi’den mi bahsediyorsun Hamza?

    – Evet abi, ne hoş bir adamdır bir bilsen. Siz tanışmadınız mı?

    – Tanışıklığımız var ama uzun uzadıya sohbetimiz olmadı Osman Efendi’yle. Demek sence o güzelleştiriyor bu mekânı. Sırrı nedir bu Osman Efendi’nin.

    – Sırrını bilemem abi, ama günümüzde onun gibi insanlar çok azaldı. Bak, bahçenin şu köşesini görüyor musun? Biraz kuytuda kalıyor ama orası garip gurebânın yeridir. Osman amca her sabah bir tencere çorba kaynatır, erkenden buraya gelen gariplere içirir, karınlarını doyurur. Utanmasınlar diye de onlara işte bu gözden ırak yeri hazırladı. Yedirip içirdiklerinden para almaz, çorbayı da diğer müşterilere satmaz. Bazen otuz-kırk kişiyi bulur gelenler. Özellikle de kışın evsizlerin mekânıdır burası.

    – Allah razı olsun, ne güzel, demek buranın huzuru bundan geliyor.

    – Sadece bu değil bence abi. Osman amcanın uyurken üzerine güneş doğmamıştır. Sabah namazına cemaate gider, kılar güneş doğana kadar camide kalır. Sonra çay bahçesini açar, bütün kapalı mekanları kışın bile olsa havalandırır. Mutlaka her tarafı süpürür ve işi bitince de içeride ufak bir namazgâhı var, kuşluk namazını kılar ve yedi defa Tevbe suresinin son ayetindeki “Hasbiyallahu lâ ilâhe illâ hû. Aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabbü’l-arşi’l-azîm” duasını okur. Bize de öğretti, sabah akşam yedi defa okumamızı tembih etti. Ondan biliyorum. İşte abi, her gün bu mekânda gün böyle başlar.

    – Allah Allah! Böyle esnaf kalmış mıymış? Kitaplarda okurduk! Peki, niye böyle yaptığını da anlattı mı?

    – Evet abi. Bir keresinde beni yanına oturtup şöyle dedi. “Bak evlat, eğer rızkının bol, bedenin sıhhatte olmasını istiyorsan sabah namazını kılacaksın, güneş doğana kadar da uyanık kalacaksın. Bir de sabahın erken vaktinin havasını ciğerine çekeceksin, evini barkını bu hava ile dolduracaksın. Evin, bedenin, işyerin temiz olacak ki melekler sana dua etsin. Kalbini ise hiç ihmal etmeyeceksin. Ne demiş Hazreti Mevlânâ: Misafir gelecekmiş gibi evini, ölüm gelecekmiş gibi kalbini temiz tut.” Yani anlayacağın abi, Osman amca her yönüyle tertemiz bir adam. Bir de baba gibi maddi manevi her şeyimizle ilgilenir. Bu sıralar kırk hadis ezberlememizi istiyor ama ben daha ilk hadiste kaldım. “Bu hadis çok önemli hiç değilse Türkçesini iyice belleyin” diyor. Hayırlısı bakalım ezberleyeceğim artık.

    – Merak ettim şimdi Hamza, hangi hadis bu?

    – Cibril Hadisi deniliyormuş. Hani Cebrail aleyhisselam bir gün Peygamber Efendimiz’e gelip sorular soruyor ya…

    Sohbetin burasında Osman Efendi çıkageldi. Hamza’ya biraz sitemkâr bir sesle;

    – Hayrola evlat! Bugün seni çok mu yordular, demesiyle Hamza yerinden fırladı. Hemen durumu açıkladım:

    – Kusura bakmayın, onun suçu yok, ben onu lafa tutum.

    – Estağfurullah beyim! Demek ki Hamza’ya özür borcumuz var.

    Çalışanına böyle ince davranan Osman Efendi’ye saygım daha da arttı.

    – Birkaç kelâm da sizinle etsek çok mu şey istemiş olurum? Uzaktan uzağa tanışıyoruz ama sizinle hiç hasbihalimiz olmadı.

    – Eyvallah beyim, bir hizmetimiz olacaksa baş üstüne. Fakat şimdi yapılması gereken işlerim var, çok özür dilerim.

    Tekrar kibarca özür dileyip ayrılıyor. Oturup uzun uzun konuşmak istiyorum bu hali tavrı çok farklı adamla. Fakat belli ki şimdi önemli bir işi var. Söz veriyorum kendime, Osman Efendi ile konuşana kadar buraya her gün uğrayacağım. Bir konuşalım bakalım, belki size de anlatırım.

    Kaynak: SEMERKAND DERGİSİ