İçeriğe geç

Daha Yolun Başında

    17. yüzyılın Nakşibendi mürşidlerinden İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû Mektubât’ında şöyle anlatır:

    Hâcegân tarikatı “son mertebenin ilk mertebeye indirilmesi” esası üzerine kuruludur. Nitekim Bahâeddin Nakşibend kuddise sırruhû, “Biz son mertebeyi ilk mertebeye indirmek” buyurmuştur.

    Bu yol aynı zamanda sahâbe-i kirâmın yoludur. Zira Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemle ilk temaslarında sahabîlerin elde ettiği makam, diğer velîlerin en son mertebede ancak bir kısmını elde edebildiği makamdır. Bu sebepledir ki, Hz. Hamza’yı şehit eden Vahşi, Tâbiînin en hayırlısı olan Veysel Karanî radıyallahu anhumdan daha üstündür. Sahabenin sahip olduğu bu özellik, İslâm’a ilk girdiği sırada bir kere de olsa Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemle beraber olma şerefine eriştiği içindir. Ki O, öncekilerin ve sonrakilerin efendisidir.

    Hz. Vahşi radıyallahu anhunun Peygamberimiz’le bir anlık beraberliği neticesinde elde ettiği makam, Veysel Karanî’ye eriştiği son mertebede dahi verilmemiştir. Bu sebeple nesillerin en hayırlısı sahabe nesli olmuştur.

    Abdullah b. Mübârek rahmetullahi aleyhe sordular:

    – Muaviye mi daha faziletlidir, yoksa Ömer b. Abdülaziz mi?

    Şöyle cevap verdi:

    – Muaviye’nin Resûlullah ile birlikte atının burnuna kaçan toz zerresi Ömer b. Abdülaziz’den kat be kat daha hayırlıdır.

    Kuşkusuz Nakşî büyüklerinin silsilesi altın silsilesidir. Böylelikle bu yüce tarikatın diğer tarikatlara olan üstünlüğünün, sahabenin diğer nesillere üstünlüğü gibi olduğu açık delillerle ispatlanmıştır. Daha en başta lütuf ve faziletin zirvesine eren bir cemaatin kavuştuklarına ulaşmak diğerlerinin kârı değildir. Çünkü Nakşî büyüklerinin nihayeti diğerlerinin nihayetinin üstündedir.

    “Bu Allah’ın lütfudur, onu dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.” (Cuma 4)

    Allah Teâlâ, Kureyşli Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hürmetine bizleri ve sizleri, bu büyüklerin yolunu canlandıran ve onların izlerine uyanlardan eylesin.

    Nimete Erenler

    Yine İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû Mektubât’ında der ki:

    Nimete eren kişinin o nimeti verene karşı bir teşekkür borcu olduğunu akıl da din de kabul etmektedir. Şükrün derecesinin de nimetin büyüklüğü oranında olması gerektiği bilinir. Nimet ne kadar çok olursa şükür de o oranda gerekli olur. O halde zenginlerin farklı derecelerine göre fakirlerden kat kat daha fazla şükretmeleri gerekir. Bunun için Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

    “Bu ümmetin fakirleri zenginlerden beş yüz sene önce cennete girecektir.” (Tirmizî, nr. 2358-2362)

    Nimetleri ihsan eden Allah Teâlâ’ya şükretmek ancak şu esaslarla olur. Öncelikle kurtuluşa ermiş fırka olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e göre akideyi düzeltmek. Sonra da şeriatın hükümlerini Ehl-i Sünnet âlimlerinin açıklamaları doğrultusunda yerine getirmek. Yine Ehl-i Sünnet’e bağlı büyük sûfîlerin seyrü sülûk yoluna uygun olarak nefsi temizlemek ve arındırmak.

    Bu son esasın gerekliliği, diğerlerinden farklı olarak şart olmamakla birlikte faydası çok büyüktür. Çünkü İslâm’ın aslı ilk iki esasa bağlıdır. Son esas ise dinin kemâli ve olgunluğuyla ilgilidir, dinin esasına taalluk etmez.

    Bu üç esasın dışında olan her amel, mücahede ve riyazet türünden de olsa günah, isyan ve haddi aşmak olarak kabul edilir. Nimeti ihsan eden Allah Teâlâ’ya isyandan öte bir anlam taşımaz. Bu anlamda tam bir mücahede ve riyazet halinde olup, bir dakikalarını bile boş geçirmedikleri halde Hint gurularının ve Yunan filozoflarının çabaları sonuç vermeyecek çabalardan öteye geçmez. Çünkü bunların çabaları peygamberlerin getirdikleri şeriatlar doğrultusunda değildir ve ahiret ecri bakımından bir karşılığı yoktur.

    O halde yapılması gereken; önderimiz, efendimiz, günahlarımızın şefaatçisi, kalplerimizin tabibi Allah Resûlü Muhammed sallallahu aleyhi veselleme ve hidayet yolunun önderleri olan râşid halifelere tâbi olmaktır.

    Din ve dünyayı birleştirmek, zıtları bir araya getirmek gibi zor bir durumdur. Öyleyse ahireti isteyen kişiye düşen, dünyaya değer vermemektir. Günümüzde dünyayı hakiki anlamda terk etmek zor olduğu için onu hükmen terk etmek gerekir.

    Dünyayı hükmen terk etmek ise dinî işlerde yüce şeriatın hükümlerine bağlanmaktır. Yeme içme ve barınma işlerinde şer’î sınırlara uymaktır. Bu konularda dinin koyduğu sınırları aşmamak ve zekâta tâbi olan malların ve hayvanların farz olan zekâtlarını vermektir.

    Hayat dinin emir ve hükümleriyle donatılınca dünyanın zararından kurtulmak da mümkün olur. O zaman dünya ve ahiret birlikteliği sağlanmış olur. Ancak kişi terkin bu kadarını da gerçekleştirmiyorsa, böyle kimse konumuzun dışındadır. Bu durumdakiler münafık hükmündedir. Onun bu şeklî imanı ahirette kendisine fayda sağlamayacak, dünyada ise canını ve malını korumaktan öte gidemeyecektir.

    Dünyanın bunca gösterişi, ihtişamı, hizmetçileri, yandaşları, lezzetli yemekleri ve süslü elbiselerine rağmen bu doğru söze kulak verip dinleyen hangi bahtiyar insandır acaba?