İyiliği emredip kötülükten sakındırmak, kişinin ve toplumun selâmeti için konulmuş ilâhî bir hüküm. Ve günümüzde neredeyse unutulmuş olsa da İslâm’ın temel emirlerinden biri. Çok önemli bir sorumluluk. Diğer taraftan bu vazifeyi kimlerin ne şekilde yapacağı meselesi hayli kritik. Hele de bugünün şartlarında. Meselenin önemine ve kapsamına vâkıf olunca görülecektir ki bu ilâhî emirden herkesin bir payı var. En azından önce kendi nefsimizi muhatap alma bakımından. Yani başkalarına telkin etmekten önce ma’rufu aramak ve münkerden sakınmak hepimizin vazifesi.
Müslümanlar olarak iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak ile sorumluyuz. Âlimlerimiz, ayet ve hadislerde “emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker” kalıbıyla ifade edilen bu vazifeyi zaruri bir ıslah (iyileştirme, düzeltme) faaliyeti olarak görmüşlerdir.
Hem fert hem toplum planında İslâmî ölçüler böylece hâkim kılınacak, gündelik hayatın barış ve huzur içinde sürmesi böylece sağlanacaktır.
Bu sorumluluk, müminlere hitaben gelen, “Siz insanlar içinden çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliğe yönlendirir, kötülükten sakındırır, Allah’a iman edersiniz.” (Âl-i İmran 110) mealindeki ayet-i kerimede beyan buyurulduğu üzere, “hayırlı bir ümmet” olabilmenin de şartlarındandır.
Hayırlı ümmet, İslâm’ı bütün güzellikleriyle yaşayıp başkalarının hidayetine vesile olacak bir örneklik sergileyen Müslümanlar topluluğudur.
Hz. Ömer radıyallahu anhu, hilafeti zamanında bir hac mevsiminde bu ayet-i kerimeyi okumuş ve insanlara, “Kim Allah Teâlâ’nın övdüğü bu ümmetten bir fert olduğu için sevinirse, o ümmetten olduğuna dair Allah’ın nişanını takınsın.” diye seslenmiş, onları iyilikleri emredip kötülüklerden alıkoymaya çağırmıştır.
Öte yandan konuyla alakalı kaynaklarımızda “ma’rufu emretme ve münkeri nehyetme”nin usulünce yapılmaması, terki veya ihmali halinde toplumda ihtilafların, fitne ve fesadın çoğalacağı haber verilmektedir. Böyle bir durumda ölçüler şaşacak; insanlar iyiyi kötüyü, doğruyu yanlışı, cahil cüretiyle yahut nefsanî tercihlerle kendilerince belirlemeye kalkışacaktır.
Bugün maalesef ümmetin genel manzarası böyle bir olumsuzluğu yansıtmakta. Bu olumsuzluğu giderme yönündeki samimi çabalar da meselenin bir yönüne odaklanılması, dolayısıyla eksik anlaşılması sebebiyle yeterli değil. Öyleyse “emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker”i bütün boyutlarıyla yeniden hatırlamakta fayda var.
Farz-ı kifâye sorumluluğu
Âl-i İmran suresinin yine Müslümanlara hitaben gelen 104. ayet-i kerimesinde mealen, “Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” buyurulur.
Âlimlerimiz, ayet-i kerimede iyiliği emretme ve kötülüğü nehyetme vazifesinin Müslümanlar içinden bir zümreye tahsisinden hareketle bu sorumluluğun farz-ı kifâye olduğuna hükmetmişlerdir. Farz-ı kifâye, bir kısım Müslümanların yapması halinde diğer bütün Müslümanlardan sorumluluğun kalktığı farzdır. Bunlar genellikle ilim ve meslek öğrenme, cenaze namazı, cihad gibi sosyal sorumluluklar cümlesindendir.
İyiliği emretme ve kötülükten alıkoyma, hem ma’rufu ve münkeri bilmeyi hem de yaptırım yetkisini gerektirir. Bu sebeple kaynaklarımızda söz konusu farz-ı kifâyenin öncelikli sorumluları olarak idareciler ve âlimler zikredilmiştir.
Geleneğimizdeki “hisbe” teşkilatında görüldüğü gibi meselenin yaptırıma dayalı emir ve yasaklama kısmı devlet görevlilerince üstlenilmiş; ulema zümresi daha ziyade nasihat, telkin, tavsiye yahut teşvik yolunu seçmiştir.
Ancak bütün bunlar geri kalan Müslümanlara şartsız ve sınırsız bir sorumsuzluk imkânı tanımaz. Çünkü bir toplumda farz-ı kifâye olan vecibelerin hiç kimse tarafından yerine getirilmemesi, bu vecibeye gücü yeten herkesi sorumlu kılar, vebal altına sokar. Dolayısıyla, “nasılsa birileri yapıyordur” rahatlığı ile böyle muhtemel bir tehlikeyi göze almak yerine, “o birileri ben olmalıyım” tavrı tercih edilmelidir.
“Benim yetkim ve ilmim yok” mazereti de her zaman geçerli değildir. Kim olursa olsun, kişi en azından çoluk çocuğunun terbiyesiyle, aile efradı başta olmak üzere sözünün geçtiği yakın çevresine istikamet vermekle yükümlüdür. İlmi yoksa gerektiği kadar öğrenebilir. Esasen yukarıda zikrettiğimiz ayet-i kerimenin sonundaki “İşte kurtuluşa erenler onlardır.” müjdesi, bütün Müslümanların can u gönülden iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya yönelmesi için yeterli bir sebeptir.
Her durumda yetki mi gerekir?
Emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker cümlesinin kelime anlamı nedir?
“Emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker” ibaresindeki “emr” ve “nehy (yasaklama)” kelimelerinin akla gelen ilk manaları da bu farz-ı kifâyenin emretme ve yasaklama yetkisine sahip olmayı gerektirdiğini düşündürüyor.
Bu sebebledir ki böyle bir yetkiye sahip olmayan pek çok Müslüman, iyiliği emredip kötülüğü engellemekten kendisini muaf görebiliyor. Gerçi emir kelimesinin akla gelen ilk manası, “makam bakımından üstte olan bir kişinin daha alt seviyede olan birinden bir şeyi yapmasını istemesi”dir. Yine bir çeşit emir olan nehiyde de aynı şartlarda bu defa “bir şeyin yapılmaması” istenmektedir.
Âmir konumu, yapılması ya da yapılmaması istenen fiil hususunda çoğu zaman muhatabı zorlama hakkına sahiptir. Emir ve nehiy kelimelerinin böyle anlaşılması halinde ma’rufu emir ve münkerden nehiy için yetki veya makam şartı aranması kaçınılmazdır.
Fakat emir ve nehyin manası bundan ibaret değildir. Daha doğrusu kullanıldığı yere göre emir tarzındaki bir istek; rica, temenni, tavsiye, öğüt, dua makamında bir yaklaşımı da ifade edilebilir. Bunlar Türkçede olduğu gibi Arapçada da birer emir çeşididir. Meselâ uzaktaki bir dosta selam göndermek üzere aracı olan kişiye, “falancaya selam söyle” dediğimizde emir ifadesini kullanarak rica etmiş oluruz.
Şunu anlatmaya çalışıyoruz: Emir ve nehiyde esas olan yönlendirmedir. İyiye yönlendirme, kötüden sakındırıp vazgeçirme, muhatabı icbar ederek yapılabildiği gibi, dostça uyararak, bilgilendirerek, vaaz u nasihatle, hatta güzel örnek olarak da yapılabilir.
Yahut bir manada bu sorumluluğu yerine getirmeye çalışan Semerkand dergileri gibi yayınların daha çok kişiye ulaşmasını, daha çok kişi tarafından okunmasını sağlamak suretiyle insanların hayra yönlendirilmesine vesile olunabilir.
Yani iyiliği emretmek kötülükten sakındırmak her halükârda bir makam üstünlüğü, bir yaptırım gücü gerektirmez. Dolayısıyla yetki veya makam yokluğunu bahane ederek bu mükellefiyetimizden kaçınmak doğru değildir.
Ma’ruf ve Münkerin Kapsamı
Ma’ruf ve münkerin muhtevasını daraltan yaygın bir kabul, bu hususta eksik anlaşılan bir başka boyuta işaret etmekte. Pek çok insan ma’rufu farzlardan, münkeri de haramlardan ibaret görüyor.
İyiliği emir, kötülükten sakındırma adına, “Namazını kıl, orucunu tut, içki içme, haram yeme!” gibisinden telkinlerde bulunuluyor genellikle. Yahut tam tersi bir yaklaşımla ma’ruf kavramı mendup davranışlara indirgeniyor. Her iki tutum da meselenin üst ve alt sınırını belirlemesi bakımından doğru ama ma’ruf ve münker sadece bunların birinden veya her ikisinden ibaret değil.
“Emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker” ibaresi Kur’an-ı Kerim’de dokuz ayette geçer. Ancak hadis-i şeriflerde olduğu gibi bu ayet-i kerimelerde de bir ma’ruf ve münker listesi verilmez. Âlimlerimiz bu durumu ma’ruf ve münkerin kapsam genişliğine yormuştur. Buna göre dinin yapılmasını şart koştuğu, gerekli gördüğü veya tavsiye ettiği her davranış ma’ruf; bunların zıddı tavırlar ise münker sayılmıştır.
Nitekim “irfan”la aynı kökten gelen ma’ruf kelimesi sözlükte, “iyi, doğru, güzel, faydalı olduğu bilinen; beğenilip benimsenen hal ve davranış” demektir. Münker ise, “yanlış, kötü, tasvip edilmeyen, hoşlanılmayan, yadırganan, sıkıntı veren hal ve davranış” manasına gelir.
Sonuç itibarıyla dinî birer terim olarak ma’ruf ve münkere dair şöyle bir tarifte ittifak edilmiştir: “Allah Teâlâ’ya itaat sayılan, O’na yakınlaşmayı sağlayan, insanlar için iyi ve faydalı olan; şer-i şerife, akl-ı selime, edebe, hikmete, güzel ahlâka, maslahata uygun her türlü tutum ve davranış ma’ruftur.
Allah Teâlâ’ya isyan sayılan, kulu O’ndan uzaklaştıran, insanlara zarar veren, toplumu ifsat eden; şer-i şerife, akl-ı selime, edebe, hikmete, güzel ahlâka, maslahata aykırı her türlü tutum ve davranış da münkerdir.”
Emir ve Nehiy Hususunda İlk ve Öncelikli Muhatabımız
İyiliği emredip kötülükten sakındırmak, öncelikli olarak toplumun ıslahını, sulh ve selametini sağlamaya dönük sosyal bir sorumluluk. Bu mükellefiyetin ayet ve hadislerde hep “emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker” ifadeleriyle beyan buyurulması, kendisine emir ve nehiyde bulunulacak muhatap ya da muhatapların varlığını zorunlu kılıyor.
Geçmişte genel ahlâkı korumak ve toplumun ifsadını önlemek için kurulan “hisbe teşkilatı”nın faaliyetleri de konunun daha ziyade toplum düzenini koruma bağlamında ele alınıp uygulandığını gösteriyor. Bütün bunlar iyiliği emredip kötülüğü yasaklamayı sadece dışa dönük bir sorumluluk gibi algılamamızı gerektirmiyor yine de. Hatta belki, “İnsanlara iyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?” (Bakara 44) mealindeki ilâhî ikazdan hareketle, emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker’in ilk ve öncelikli muhatabı her Müslümanın kendi nefsidir diyebiliriz. Galiba meselenin bugün en çok ihmal edilen boyutu burası.
Neyin ma’ruf neyin münker olduğunu bilenlerin topluma bu doğrultuda telkinde bulunurken, emredip nehyettiklerine evvela kendilerinin uyması beklenir elbette. Ancak biz meselenin bu tarafında değiliz. Kastettiğimiz, gerekli donanıma sahip olmasa da herkesin ma’rufu emretme ve münkerden nehyetme konusunda başkalarından önce kendini muhatap kılmasıdır.
Bu sorumluluk, donanım eksikliği sebebiyle bu defa “ma’rufu aramak, münkerden sakınmak üzere ilim ehline danışmak” suretiyle yerine getirilecektir. Daha açık bir ifadeyle, emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker ilim ve yaptırım sahibi zümrelerin sorumluluğudur ama ma’rufa yönelmek ve münkerden kaçınmak için arayış içinde olmak, çaba göstermek herkesin sorumluluğudur.
Bu çaba, bir meselede tutum belirlerken daha doğru, daha güzel, daha faydalı olana yönelmek için ilim, irfan, iman, feraset ve tecrübe sahibi büyüklere yol yordam sormayı zaruri kılar. Şimdilerde unutmuş olsak da bizim köklü bir geleneğimizdir. Yeniden canlandırmak gerekir. Çünkü geleneğimizdeki pek çok usul ve uygulama, mükellefiyetlerimizi doğru ve eksiksiz anlayıp ifa eylemenin örneğidir aynı zamanda.
İyiliği Emretmek ve Kötülükten Nehyetmek İçin Kime Danışalım?
Bu konuda özellikle gelenek vurgusu yapıyoruz. Çünkü gelişen iletişim imkânları eski usullere ihtiyaç kalmadığını düşündürebiliyor. İnternet var, televizyonlarda telefonla irtibat kurulabilen hocalar var, türlü mecralarda fetva hatları yahut siteleri var. Buralara danışmak, neyin ma’ruf neyin münker olduğunu buralardan sormak büsbütün yanlış değil, ama tehlikeli.
İnternette sakallı sarıklı hocaların videolarından geçilmiyor. Bunlar kimdir, necidir, ilmine ne kadar güvenilir bilmiyoruz. İstikamet sahibi olduklarına bizzat şahit değiliz. Medyatik hocalar, izleyici veya takipçilerini çoğaltmak için bazen ehl-i sünnet istikametine aykırı, fakat insanların nefislerine hoş gelen yönlendirmelerde bulunabiliyor.
Gündeme gelebilmek, dikkat çekebilmek için din adına dinin hükümlerine aykırı yorumlar yapanlara rastlayabiliyoruz. Aynı meselede hepsi de hoca veya ilahiyatçı sıfatı taşıyan kişilerden birbirine taban tabana zıt, her kafaya uygun görüş veya hükümler duymamız mümkün.
Bunu bildikleri için olmalı, doğruyu aramaktan ziyade yanlış ama nefislerine hoş gelen bir tutumu dine onaylatarak vicdanlarını rahatlatmak isteyenlerin ilk tercihi sosyal medya denilen çıfıt çarşısı oluyor çoğunlukla. Sonuçta da hep yaşadığımız gibi ıslah iddiasıyla söylenen sözler ifsada yol açıyor.
Böyle olmasa bile, sosyal medya aracılığıyla diyelim hakikaten hoca vasfına sahip birine danıştığınız bir meselede aldığınız genel geçer çerçevedeki doğru bir cevap maslahata uygun düşmeyebilir. Kaldı ki ma’rufu aramak yahut münkerden sakınmak hemen her Müslümanın bildiği dinin kesin hükümlerini malumat düzeyinde aramaktan ibaret değildir. Bunlara herhangi bir ilmihal kitabından kolayca ulaşılabilir. Ma’ruf ve münkerde uygulamayla ilgili daha ince, daha özel, daha ayrıntı bir meselede maslahata uygun en doğru davranış tarzını aramak esastır. Bu sebeple bizim danışma geleneğimiz özellikle “maslahatı gözetmek” üzerinden yürümüştür.
Maslahat, bir meselede toplumun selameti için en uygun kararı almaya çalışırken, tarafların dinin cevaz verdiği sınırlar dâhilinde kalarak içinde bulunulan şartları hesaba katmaları demektir. Aslında “ifsadı engelleme yahut ıslahı temin” anlamındadır. Fakat “maslahata uygunluk” derken genellikle “içinde bulunulan şartlara uygunluk” kastedilir.
İşte o şartlar, aynı meselede sergilenebilecek, hepsi de meşru pek çok davranıştan birini öne çıkarmayı gerektirebilir. Mesela bir Müslüman, kendisine kötülük yapan bir kişiye karşı şu tutumlarından birini tercih edebilir:
1) Misliyle karşılık verir,
2) Hukuka başvurarak o kişinin cezalandırılmasını ister,
3) Öfkesini yutar, sabreder,
4) Onu affeder,
5) İyilikle karşılık verir.
Hepsi de meşru dairedeki bu davranışlardan hangisinin maslahata daha uygun olduğunu kim belirleyecektir? Modern iletişim cihazları üzerinden güvenilir bulduğunuz ama sizi ve ortamınızı tanımayan bir hocaefendiye danışabilirsiniz. Muhtemelen yukarıdaki listeyi aynı sıralamayla verecek ve tercihi size bırakacaktır.
Bu durumda maruz kaldığınız kötülük ve hakaretin öfkesi sizi ya misliyle mukabeleye ya da cezalandırmaya sevk edecektir.
Bu tercih ise tarafları daha da keskinleştirip husumetlerini artırmaya sebebiyet verebileceği için maslahata uygun olmayabilir. Yahut siz fazileti dolayısıyla affı veya iyilikle mukabeleyi düşünürsünüz ama bu, size yapılan kötülüğün toplumda yaygınlaşmasına yol açabilir.
Sâdıklarla beraber olmak
Şu halde sizi tanıyan, yaşadığınız toplumun hassasiyetlerini gözeten, mevcut şartları iyi analiz eden ilim irfan sahibi sâlih ve sâdık bir mümine danışmak yahut sizi her zaman münkerden sakındırıp ma’rufa yönlendirecek bir cemaat içinde bulunmak zaruridir. Bu zaruret böyle insanlarla yüz yüze ve sürekli bir ünsiyeti gerektirir. Tam bir itimat için kendisine danışılan kişinin istikametine bizzat şahit olmak da ünsiyetle mümkündür.
Kur’an-ı Kerim’de mealen, “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (Tevbe 119) buyurulmuştur. Müfessirler, sâdıklarla beraberliğin, onların örneklik ve yönlendirmesiyle Allah’ın razı olacağı amellere sarılmaya, razı olmayacağı şeylerden de sakınmaya, böylece Allah Teâlâ’dan hakkıyla korkmaya vesile olacağını söylemişlerdir.
Bu beraberlik Ubeydullah Ahrar kuddise sırruhû hazretlerinin beyan buyurduğu gibi öncelikle fiilî bir beraberliktir. Yani sâdık ve sâlih müminlerin meclisinde, sohbetinde ve hizmetinde bizzat bulunmak; onlarla aynı ortamı paylaşmaktır. Fiilen beraber olunamayan zamanlarda ise o zâtlar yanı başındaymış gibi hükmî yahut manevî bir beraberliği, hayata ve hadiselere onların nazarıyla bakmaya çalışarak kalp irtibatı ile devam ettirmelidir.
Sâdıklar, Kâlû Belâ’da “Allah Teâlâ’ya verdikleri ahde bağlı kalan” (Ahzab 23) ve “kendilerine nimet verilen” (Nisa 69) kâmil müminlerdir. Ahde sadakatleri gereği sözlerinde de niyetlerinde de amellerinde de samimi ve dosdoğrudurlar. İnsanların hoşuna gitsin diye hakkı ve hakikati eğip bükmezler. Kendilerine nimet olarak ihsan edilen iman, ilim, irfan ve ferasetle hep en doğru kararı verir, danışanlara hep en doğru yolu gösterirler.
Sâdıklar aynı zamanda insanları ve toplumu ıslah ederek sulh ve sükûnu sağlayan sâlih kullardır. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’de sâlihler, “ma’rufu emredip münkerden nehyetmeye çalışan” (Âl-i İmran 114) kimseler olarak da nitelenir.
Bahanesi olmayan sorumluluk
Tereddüt ettiğimiz konularda nasıl selef-i salihîn diye andığımız Sahabe, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn kuşağının tutumlarını örnek alıyorsak, günümüzün halef-i salihîni olan mübarek zatlar da öylece örnek alınmalı, onların telkin, tavsiye ve öğütlerinden faydalanmalıdır.
Meselenin özeti şu: Müslümanlar olarak insanlara her konuda iyi, doğru, güzel, faydalı olanı emretmek; onları kötü, yanlış, çirkin ve zararlı olan davranışlardan alıkoymakla da yükümlüyüz. Bu yükümlülük, yaptırım yetkisi ve ilmî donanım gerektirdiğinden bir farz-ı kifâye olarak evvel emirde yönetici ve âlimlerin sorumluluğudur. Ama bu, geri kalan Müslümanların ma’rufu arama, münkerden sakınma sorumluluğunu ortadan kaldırmıyor. Böyle bir sorumluluğun ifası ise aynı toplum içinde yaşadığımız sâdık ve sâlih zatlara danışmayı; bu da onlarla yakınlaşmayı, tanışmayı, yüz yüze ünsiyet etmeyi ve hemhâl olmayı zaruri kılıyor.
Bu yüzden ma’rufa yönelmek, münkerden korunmak için sosyal medya gibi tehlikeli mecralarda, ilim ve istikametinden emin olmadığımız şahıs veya çevrelere müracaattan sakınmak gerekiyor. Ma’rufta tarafların hukuku kadar toplumun selametinin de gözetilmesi şartı sebebiyle, taraflardan biri olarak meseleye sadece kendi açımızdan bakıp tutum belirlemekten kaçınmamız da gerekiyor.
Özellikle ma’rufun münker, münkerin ma’ruf gibi takdim edildiği şu son zamanlarda istikamet sahibi sâlih bir müminin rehberliğine tâbi olmak en emin yol gibi görünüyor.
Unutmayalım, ma’rufu emredip münkerden sakındırma vecibesinden kaçınmaya bahane bulunabilirse de ma’rufu arama münkerden sakınma sorumluluğumuzu ihmal etmenin bahanesi yoktur.