Günlük hayatta kavram ve anlam bilincine sahip insan sayısı çok azdır. Ama iki asırdır daha vahim bir şey oluyor. Sadece kelimeleri değil, bizi biz yapan has kavramları da kaybediyoruz. Bu boşluğa ise tevhidden uzak, Batılı, seküler kavramları yığıyoruz.
Yıllar evveldi. Bir kamu kurumunda başkan danışmanı olarak çalışıyordum. Kuruma eleman alınıyordu. Ben de mülakat komisyonunda üyeydim. Yeni üniversite mezunu tesettürlü bir kızcağız geldi. Komisyondakiler ona çeşitli sorular sordular. Kız hepsine güzel cevaplar verdi. Sıra bana gelince “Hırslı biri misin?” diye sordum. Kız, “Hayır hocam, hırslı değil azimliyim.” dedi. Konuşturmak için üsteledim: “Ne fark eder ki, ikisi de aynı şey.” Kız: “Hayır hocam, dedi, aynı şey değil.” Ben açıklamasını isteyince hiç unutmadığım şu cevabı verdi: “Hırs başkalarının üzerine basarak, azim ise kendi ayakları üzerinde yükselmektir.” Üyeler birbirimize baktık. Hepimiz çok etkilenmiştik. Elbette kızcağızı işe aldık.
O genç kızın yaptığı ayrımı çoğumuz yapamayız. İkisi de aynı şey, deyip geçeriz. Oysa hırs yıkıcıdır, azim ise yapıcıdır. Zaten Arapça’da “hırs” kelimesinin kök anlamlarından biri, şiddetli yağmur yüklü buluttur. Bu bulut yağmur indirmeye başlayınca sel olur, verimli toprağı alır götürür, geriye çıplak kayalar kalır. Şimdi, tanıdığınız hırslı insanları gözünüzün önüne getirin. O insanlar da aynen böyle değil mi? İnsanlıkları, iyi yönleri, samimiyetleri yitip gitmiş, geriye taş kalpli birisi kalmıştır.
Düşünceyi belirleyen kelimeler
Aslında o kızcağızın yaptığı bu ayrım sadece iki kelime arasındaki farkı bilmesinden kaynaklanmıyor. İki anlam arasındaki farkı da biliyor. Bu ona en azından bu konuda bir bilinç veriyor. Daha çok kelime bilmesi onun kendini daha iyi ifade etmesine, anlam farklarını bilmesi ise kişiliğine yansıyor. İlim sahibi kişi sadece çok konuyu değil, farkları da bilendir. Yoksa çoğu insan birbirine benzer şeyleri aynı, farklı şeyleri de zıtlık görüp aynı çuvala doldurur.
Hep söylüyoruz, kavramlar hususunda daha duyarlı olmamız gerekiyor. Zira kavramlar kritik şeylerdir. İnsana etki ederler, insanın diğer insanlara etki etmesini sağlarlar. Burada bir açılım yapalım:
“Kelâm” ve “kelime” “lafız” türleridir. Arapça’da “lafız” diye insanın çıkardığı seslere denir. Kök anlamı “atmak”tır. Bir şey atılıyorsa bir yere isabet etmek için atılır. Demek ki lafız, hedefi olan sözdür. Lafız bir anlam taşıyorsa ve karşıdakinde bir iz bırakıyorsa ona “kelime” denir. “Kelime”nin kökü “kelm”dir. Bu, Arapça’da “yaralamak, iz bırakmak” demektir. Demek ki her söz âlemde, muhatabımızda, okuyanda, işitende bir etki meydana getiriyor.
Kavramlar dilde, yazıda, işaretlerde yer alır. Anlam ise zihindedir. Zihin kalbin emrinde çalışır. Biz sık sık kavramın anlam ile iç içeliğini unutuyoruz. Düşünce anlam dünyasında üretilir. Kavramlar ise düşüncenin yapıtaşıdır. Düşünce niyeti, niyet gayreti, gayret de âkıbeti belirler. Demek ki bir kavramın yanlış kullanılması anlam dünyamızda boşluklar meydana getirir.
Kelimenin kaybı anlamın kaybı
Günlük hayatta kavram kargaşasının ciddi anlaşmazlıklara yol açtığını biliyoruz. Mesela birisi yanlış bir şey söylediğinde bazen ona “yanlış konuşuyorsun” demek yerine “yalan konuşuyorsun” derler. Hâlbuki “yalan” diye insanın gerçeği bilmesine rağmen onu çarpıtmasına denir. “Yanlış” ise hata demektir. “Yanlış” yerine “yalan” demekle önce biz yanlış söylemiş oluyoruz. İkincisi karşımızdakini yalan söylemediği hâlde yalanla suçladığımız için ona iftira atmış oluyoruz. Dolayısıyla kul hakkına giriyoruz. Bakın, bir yanlış kelimeden ne zararlar çıkabiliyor!
Günlük hayatta kavram ve anlam bilincine sahip insan sayısı çok azdır. Ama iki asırdır daha vahim bir şey oluyor. Sadece kelimeleri değil, bizi biz yapan has kavramları da kaybediyoruz. Bu boşluğa ise tevhidden uzak, Batılı, seküler kavramları yığıyoruz. Son kırk seneye kadar Batıcı kesimlerde görülen bu dil kirliliği maalesef artık dindar insanlara da sirayet etti. Bazı dindar insanların, kullandıkları kavramların itikatlarına zarar verecek seviyeye geldiğinden haberi yok.
Örnek olarak “İslâm felsefesi” kavramını ele alalım. Bu kavram son asırda yaygınlaştı. Bir kısım insan bu tabiri iyi niyetle kullanıyor. Maksatları Müslümanların düşünce geleneğini ifade etmek. Fakat Müslümanların düşünce üretmesi onları doğrudan felsefe sahibi yapmaz. Evet, felsefe bir tür düşüncedir, ama tek tür düşünce değildir. Her tefekkür, tahayyül, tasavvur gerektiren düşünme faaliyeti illâ felsefe olmak zorunda değildir. Çünkü felsefe spekülatif düşüncedir.
Peki “spekülatif” ne demek? Bu kelime Latince “gözlemlemek” anlamına gelen “speculari” fiilinden gelir. Sözlükte “spekülasyon,” “elinde kesin bilgiler yok iken bir soruya tahmini ve muhtemel cevaplar verme faaliyeti” olarak tarif ediliyor. O hâlde felsefe; “gerçek nedir, varlık nedir, bilgi nedir, olgu nedir?” sorularını sormak ve bunlara kendi aklının ve zihninin yettiği ölçüde cevap aramaktır. Bu arayışta bir köke, bir ilkeye, bir doğruya bağlı olmak zorunda değildir. Sâbiteleri yoktur. Kendi akletmesinden daha üstün tuttuğu ve kendi varlığını bağladığı daha yüksek bir otorite tanımaz. Bu yüzden felsefede üretilen düşünce muhkem değildir.
Yalın kat düşünce ve hikmet
Müminin düşünme eylemi spekülatif değildir. Çünkü neyi düşünürse düşünsün, hangi soruyu sorarsa sorsun nihaî cevabın Allah olduğunu bilir. O yüzden “Gerçek nedir?” diye sormaz. Çünkü özüyle, kalbiyle, varlığıyla bilir ve yaşar ki gerçek, Allah’tır. Zaten O’nun bir ism-i şerifi de “el-Hakk”tır, yani hakikattir, mutlak gerçektir. O gerçeği bulana, bilene ve uyana mümin denir. O hâlde felsefe gerçeği arayanların düşüncesidir, hikmet ise gerçeği bulmuşların düşüncesi. İlkinde nefse tâbi zihnin ve mantığın egemenliği, ikincisinde Allah ve Resûlü’nün beyan ettikleri esastır. İlkinde nefsin aklı, ikincisinde kalbin aklı etkindir.
Müminin düşüncesi hikmet üzerinedir. Hikmet ise yönü ve yolu Allah olan, kendi aklının ve mantığının sınırlarının farkında olan düşüncedir. Müminin asıl erişmesi gereken düşünme türü hikmettir. Hikmete tâlip olan mümin nesnelerin, kâinatın, olayların kökünü, aslını bilir, vasfını ve yansımalarını düşünür. O hâlde hikmet varlığın, işin, oluşun ardında Hakk’ın takdirini görmeye denir. Her şeyin aslını görmeye çalışmaktır. Görünendeki görünmeyeni görmektir. Allah’ı bilerek, O’na uyarak ve O’nun rızasını gözeterek düşünmektir.
Hikmet sadece düşünmek ve bilmekten ibaret değildir. Hem düşünmeyi, hem bilmeyi, hem kılmayı, hem de olmayı içerir. Başka bir deyişle tefekkür ilme, ilim amele ve amel de ahlâka yol verirse hikmet ortaya çıkar. Nitekim Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: “Kim bildiği ile amel ederse Allah Teâlâ ona bilmediklerini öğretir. Onu amelde muvaffak kılar. Sonuçta kul cenneti hak eder. Kim de bildiği ile amel etmezse bildiğinde de şaşırır, Allah onu amelde muvaffak kılmaz. Sonuçta cehennemi hak eder.” (Ebû Nuaym)
Tevhid dilinin çevirisi olmayan kavramları
Biz kavramlara dikkat etmekten bahsederken işte bu hikmet ve tevhid kavramlarına dikkat etmeyi kastediyoruz. Çünkü müminlerin kendine has bir dili vardır. Kur’an, sünnet, âlimlerin eserleri ve âriflerin sohbetlerine dayanan bu dil mümine bilmenin de, kılmanın da, olmanın da usûlünü gösterir.
Müminin düşünmesi elbette dünyalık konuları da içerir. Fakat o en basit işte bile “Allah kerim,” “inşallah,” “Allah hayırlar versin,” “Allah nasip ederse” diye kendi niyetini, gayesini, işini Allah’a bağlar. Ona akıl ve irade verenin, onu muvaffak kılanın Rabbi olduğunu bilir.
Hikmet dili hikmet ehlinden öğrenilir. Bu kavramlar eşsizdir; iman ve irfan bildirir, insanın davranışını aydınlatır. O yüzden kendi başlarına özgün anlamlar ifade ettikleri için tercümeleri yoktur. Mesela “bereket” kavramı… Ne “çokluk,” ne “kâr,” ne “rekolte” ne de “bolluk” diye tercüme edemeyiz. Bereket berekettir. Çünkü “bereket” Rabbimiz’in ve Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin bize öğrettiği bir kavramdır. Oysa “bolluk” veya “çokluk” kelimelerinde doğrudan bu anlam yoktur. Endonezya’dan Amerika’ya, Sibirya’dan Güney Afrika’ya kadar İslâm toplumlarının dillerinde aynı tevhid kavramları vardır: Hikmet, bereket, takva, rahmet, muhabbet, selâmet, takdir, vb…
Bu sebepten tevhid kavramlarını bilmeyenler için onlara kendi dilinde karşılık bulup tercüme etmek yerine, kavramı zikredip ardından bilmeyenler için bir cümleyle açıklamak gereklidir. Bu bilinçli Müslümanların Batılı dillere İslâmî metinleri çevirirken tutturdukları doğru bir yöntemdir.
Aynı şeyi biz de yapmalıyız. Tevfik yerine başarı, ibadet yerine ritüel, ahlâk yerine etik kavramlarını kullanırsak sadece yanlış kavramları değil, yanlış anlamları da dolaşıma sokmuş oluruz. Kavramlar bozuldukça dil bozulur, dil bozuldukça kalp bozulur, kalp bozuldukça ahlâk bozulur, ahlâk bozuldukça da itikat bozulur.
Demek ki tevhid kavramları hafif bir mevzu değil. Çünkü tevhid kavramları itikad, usûl ve ahlâk bildiren kavramlardır. O hâlde dilimize mukayyet olalım. İnancımızda, işimizde gücümüzde olduğu gibi dilimizde de bilgili ve dikkatli olalım. Dilimizi tevhid diline alıştıralım.