Asırlar öncesinin algı ve anlayışı, yaptıklarını neden yaptıkları hakkında isabetli bilgi edinmek kolay değildir. Çoğu zaman çölde iz aramaya benzer; önce nereye bakacağınızı kestirmeniz lazım. Eski eserlerin mukaddimeleri, yani giriş kısımları böyle izler taşır. Ardına düşerseniz bazen birkaç cümle sizi uzun bir yolculuğa çıkarır. Gelin, bir mukaddimeden hareketle böyle bir yolculuğa çıkalım. Söz konusu eser, Alaeddin Muhammed b. Ahmed Semerkandî (v. 539/1144) hazretlerinin Tuhfetü’l-Fukahâ adlı kitabıdır. Önce mukaddimenin baş kısmını okuyup kitabın neden yazıldığını öğrenelim, sonra da tamamına bakalım.
Alaeddin Semerkandî hazretleri eserine başlarken şöyle diyor:
“Bil ki Şeyh Ebu’l-Hüseyn Kudûrî’nin –rahimehullah- el-Muhtasar isimli eseri, fıkıh sahasında kullanılan çok mühim tabirleri ihtiva etmektedir. Şimdiye kadar böyle öz bir eser yazılmamıştır. Bu kitapla yetinen kişi fıkhın eski ve yeni meselelerine vâkıf olur. Muhtevasına kanaat edip teslim olan fıkıhta yüce mertebelere erer. Bu kitap fakihler ve fıkıh talebeleri arasında yaygın şekilde okunmaya başlanınca bazı kardeşlerim, arkadaşlarım benden bir kitap yazmamı istediler.”
el-Muhtasar, müellifin ismine atfen Kudûrî diye meşhur olmuş Hanefî mezhebi kitabıdır. Müellifi Ebu’l-Hüseyn Ahmed b. Muhammed el-Kudûrî’dir (v. 428/1037) Bağdat’ta yaşamış, eserini orada yazmış ve orada vefat etmiştir. Adı üstünde muhtasar yani özet bir eser olmasına rağmen medreselerde çok okunmuş, günümüzde de okunmaktadır. Bu eser yazıldıktan sonra o kadar meşhur olmuş ki, Hanefî âlimlerinin yetiştiği Semerkand ve Buhara medreselerinde ders kitabı olarak okutulmaya başlanmış. Özet olmasına rağmen temel meseleleri sistemli bir şekilde ele aldığı için büyük fakihler ders halkalarında da okutmuşlar. Görülüyor ki bu özet eseri daha iyi anlayabilmek için devrin önemli âlimlerinden Alaeddin Semerkandî hazretlerinden bu kitabın konularını ve delillerini şerh eden bir eser yazması istenmiş. Gerisi mukaddimede anlatılıyor. Kendisinden öğrenelim:
“Yazacağım kitabın Kudûrî’nin bahsetmediği bazı meseleleri ihtiva etmesini ve bazı müşkilâtlı konuların delillerini zikrederek açıklamamı istediler. Mezhep içi ve mezhepler arası görüşlerin taksimi, haklarında gerekli tafsilatın verilmesi ve delillerin zikredilmesiyle talebeler, Kudûrî’nin bu özlü kitabından daha çok istifade ederler, dediler. Cenâb-ı Mevlâ’dan bu eseri tamamlama ve görüşlerimde isabet muvaffakiyeti isteyerek, isteklerine hızla cevap vermeye çalıştım. Maksadım Allah Teâlâ’nın affına, mağfiretine, ecrine nâil olmaktır. Doğru ve orta yola ulaştıran, hakikate giden yolları gösteren O’dur.
Kitabıma ‘Tuhfetü’l-Fukahâ/Fakihlere Hediye’ adını koydum. Çünkü memleketlerine döndükleri zaman, tam mânâsıyla bir kardeş ve arkadaş olarak benim onlara hediyemdir. Bu hediyemi kabul eden kişi yücelir, izzet sahibi olur.
Benim arzum yaşarken ve öldüğümde hayır dua ile anılmaktır. Maksadım, niyetim budur. Amelleri kabul eyleyecek olan niyetleri bilen Allah Teâlâ’dır. Tevfik ve inayet O’ndandır. O’na tevekkül ettim, O’na döndüm.”
(Alâuddin Muhammed b. Ahmed b. Ebi Ahmed es-Semerkandî, Tuhfetü’l-Fukahâ, Dâru’s-Semân, İstanbul, 2021, s. 49-50)
İçindekiler:
Dil Hazinesi
Söylemek
Allah Teâlâ insanoğlunu düşünen ve konuşan bir varlık olarak yaratmıştır. İnsan, kelimelerden cümleler meydana getirir ve başka hiçbir şekilde anlatılamayacak duyguları dil vasıtasıyla anlatır. Dil geniş bir hazinedir. İsimler, filler, sıfatlar, edatlar… Dilimizde yüz binlerce kelime vardır. Biz çok azını kullanıyor ve gittikçe bu hazineden uzaklaşıyoruz. Bu durumun farkında olmak için dilimizi tanımalı ve sözü daha güzel söylemeye gayret etmeliyiz. Gelin, her ay dilimizden bir fiili ve mânâ olarak benzerlerini tanıyalım, aradaki ince farkları görelim.
“Söylemek”, sözlükte “Sözle bildirmek, anlatmak” şeklinde açıklanmış. “Demek” ise “Duygu ve düşüncelerini sözle anlatmak, söylemek” olarak açıklanıyor. Demek ki bu iki fiili birbirine yakın mânâda kullanıyoruz. Aynı yerde “söyledim” yahut “dedim” diyebiliyoruz, mânâ değişmiyor. Ama aynı yerde “anlattım” desek mânâ biraz değişir. Çünkü anlatmak “Birinin bir şeyi anlamasını, kavramasını sağlamak, zihnine sokmak, açıklamak, izah etmek”tir. Anlatmanın içinde “söylemek, demek” mânâsı vardır ama sadece yalın olarak bu mânâyı taşımaz. “Anlatmak” biraz uzunca açıklamaktır. “Söylemek” ve “demek” ise kısaca da yapılabilen bir fiildir. Açıklama gerektirmez.
Aynı yerde “buyurdum” desek mânâ tamamen değişir. Hatta “buyurmak” fiilini biz kendimiz için kullanmayız. Buyurmak sözlükte “1. Bir şeyin yapılmasını kesin olarak bildirmek, emretmek. 2. Söylemek, demek” olarak açıklanmış. Biz bugün bu iki mânâyı birlikte kullanıyoruz. Çünkü buyurmak, emir mânâsı içeren bir söylemektir. Nitekim Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin mübarek sözlerini emir telakki ettiğimiz için “buyurdu” deriz. Sultanların emrine de “buyruk” denilmiştir.
Bir Söz Bir Şerh
İbn Atâullah el-İskenderî hazretleri Hikem-i Atâiyye’de şöyle buyuruyor:
“Kaçırdığın ibadetlerden dolayı üzülmemen ve günahlardan pişmanlığı terk etmen kalbinin öldüğünün alametidir.”
Şeyh Ahmed Zerrûk hazretleri bu hikmeti şöyle şerh etmiş:
İbn Mes’ud radıyallahu anhu şöyle buyurmuştur: “Kâmil mümin günahlarını, sanki bir dağın altında duruyormuş da üzerine düşecekmiş gibi görür. Fâsık kimse ise burnunun üstüne konan bir sinek gibi görür. Günahlarım bu sinek gibi der, kovalar gider.” (Yani küçük ve önemsiz görür.)
Allah Resûlü sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur: “Sâlih amellerine sevinip günahlarına üzülen kimse kâmil mümindir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 114)