Gençlerde Müslüman kimliğin inşası hakkında konuşurken, onların yetiştikleri devirde nasıl bir havayı teneffüs etmek zorunda oldukları göz ardı edilmemeli. Zira çağın ruhu kişilerin dünyaya bakış açılarını, önceliklerini ve beklentilerini onlar farkında olmadan an be an şekillendirip etkisi altına alıyor. Mesela binlerce yıl boyunca kendini irili-ufaklı bir yekunun parçası olarak görmeye alışan insan, Sanayi Devrimi ile bireyselleşmeye başladı.
Bu süreçte “ben ve diğerleri” ayrımı o kadar keskinleşti ki insan için aidiyet bağları eski önemini yitirdi. Sırayla dini ve milli aidiyetlerin zayıflaması, ardından kimliksizleşen insanların küresel vatandaşlık potasına yönlendiriliyor olması görüp geçirmekte olduğumuz şeyler. Bu, bizim az ya da çok fark edebildiğimiz bir değişim olsa da yetişen nesillerin kendilerini bir anda içinde buldukları gerçeğin ta kendisi. Bu durum onlar için bir değişim değil, onların var oldukları zemin. Biz yalnızlaşmayı yaşadık, onlar ise yabancılaşmayı tecrübe ederek büyüyorlar. Gençlerin bayrağına, toprağına, değerlerine karşı nasıl bu kadar duyarsız olabildiğini kavrayamadığımız noktada anahtar kelime de bu: Yabancılaşma.
Bireyin etrafındaki insanlara, olaylara ve hatta kendine yabancılaşma düzeyinin ne kadar ileriye gidebileceğini Albert Camus “Yabancı” adlı romanında konu edindiğinde sene 1942 idi. Roman, Meursault’un bakımevinde kalan ve son bir yıldır hiç ziyaret etmediği annesinin ölümüyle başlar. Siz anneniz öldüğünde nasıl hissetmeyi beklersiniz? Üzülmek, belki yapamadıklarınız için pişmanlık duymak gibi duygular muhtemelen ilk aklınıza gelenler olur. Oysa Meursault, annesinin ölümüyle ilgili normal olarak beklenen duygusal tepkilerden hiçbirini göstermez.
Üstelik diğer insanların ona, üzgün olduğunu varsayan yaklaşımlarını garipser. Annesinin ölümü onun için ağaçtan bir yaprağın düşmesi veya günde sekiz saat uyumak gibi bir olaydır. Romanın devamında Meursault’un etrafındaki herkesle ilişki(sizlik) durumunun bu olduğu ortaya çıkar. Yanlışlıkla bir adamı öldürdüğünde bundan sonra kendi başına gelen olaylara da aynı kayıtsızlıkla yaklaşacaktır. Sıradan bir insanın katil olduğu için hissedeceğini düşündüğümüz üzüntü, öfke, kaygı gibi duygulardan hiçbiri onda yoktur. Hapis cezası veya idamla sonuçlanacak mahkeme boyunca da olayları sanki kendisiyle ilgisi yokmuş gibi dışarıdan izlemektedir.
Meursault’nun akıl almaz kayıtsızlığı bize insanın yalnızlıkla başlayıp diğerlerine yabancılaşmayla devam eden macerasının nasıl kendine yabancılaşmaya varabileceğini anlatır. Camus, Yabancı’da sadece bir hikaye anlatmamış, modernleşen her toplumda bireylerin yüzleşeceği yalnızlık ve yabancılaşma durumlarının muhtemel bir fotoğrafını sunmuştur. Ve 1942’de bir gelecek projeksiyonu olarak takdim edilen bu durumun bugün birebir yaşanıyor olduğunu söylemeye herhalde gerek yok.
Ona Bir Yuva Ver
Dini eğitimin nihai hedefi bireyde Müslüman kimliğin inşasıdır derken; evinde, okulunda, sokakta, hayatta yapayalnız hisseden ve kendini bir yere ait görmeyen gençlere bir yuva, bir dost meclisi ve bir dayanak noktası vermekten bahsediyoruz. Ancak büyük bir ümmetin parçası olma fikriyle anlaşılabilecek şu hadis-i şerife bir bakalım: “Müminler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhari, Edeb 27; Müslim, Birr 66) Bugün bırakın başka coğrafyadaki Müslümanların dertleriyle dertlenmeyi, kendi sınıfındaki arkadaşını yahut aynı odayı paylaştığı öz kardeşini bile gündemine almayan gençlerden bu hadis-i şerifteki birlik ruhunu anlamaları beklenebilir mi?
Öyleyse kimlik inşasına önce bağ kurarak başlamak zorunluluğu ortaya çıkmış oldu. Bir din eğitimcisi için müfredattan, etkinliklerden önce gelen şey sorumlu olduğu gençlerle dürüst ve derin bir bağ kurmaktır. Bu bağ, gücünü sevgi ve merhametten almalı, eğitimci gençleri önce sevgiye ve merhamete doyurmalıdır. Gençler, çağın kendilerini mahrum bıraktığı “ait olma duygusuyla” mikro ölçekte tanışmalı ve bu sayede kalplerinde ümmet şuurunun bir zemini oluşmalıdır. Aslında aidiyet duygusunun ilk yöneleceği yerin aile olması beklenir. Fakat çağın ruhu aile kurumunun dinamiklerini de alt üst ettiğinden ne karı ne koca ne de çocuklar aileye tam anlamıyla tutunabilmektedir.
Toplumun mayası olması gereken aile daha kendi içinde bütünlüğünü temin edememişken, orada Müslüman kimliğin inşasına yönelik yeterli bir terbiyenin sağlanması da ne yazık ki mümkün olamamakta. Bizim dini eğitim adına ilk işimiz çocuklarımıza ve gençlerimize bir yuva vermektir. Bir yandan evleri yuvaya dönüştürürken bir yandan da yuvaya dönüşememiş evlerde çağın rüzgarında savrulmaya terk edilen gençlere kalplerimizi sıcak bir yuva yaparak yol almalıyız.