Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekilişi ve ardından modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla birlikte kısa bir zaman aralığında peş peşe devrimler yapıldı.
Toplum hayatından siyasî alana kadar çok geniş bir yelpazeyi kapsayan bu devrimlerin içerisinde yer alan ve bugün de tartışma konusu olan harf devrimi en dikkat çekeni, en çok göze görünenidir kanaatimizce.
O nedenle harf devrimini okuyucunun zihninde az çok netleştirecek şekilde yeniden tartışmaya açmayı faydalı görüyoruz. Çünkü alfabeyi değiştirmek tarif edilmiş bir sorunun çözümünden ibaret değil. Yeni bir dünya kurmanın, o dünyayı kurarken asırlardır kimliği inşa eden unsurların hafızalardan silinmesine yönelik bir hamledir.
Acaba 1928 Türkiye’sinde neden bir harf devrimine gidilmeye ihtiyaç duyuldu? Devrimin öncüleri halka hangi gerekçeleri sundular ve neredeyse dokuz asır kullanılan harflerin yasaklanmasını bu harfleri kullanan halka izah ettiler mi? Eğer ettilerse neler dediler?
Okuyucu bu yazıyı okurken şu gerçeği de göz önünde bulundurmalıdır: Burada sorduğumuz ve cevaplamaya çalıştığımız bazı sorular devrim yıllarında ya hiç sorulamamış ya da böyle sorulamamıştır. Çünkü bu devrimin millet ve siyaset arasında karşılıklı rıza ilişkisine dayanmadığı, kanun ve ceza tehdidi altında uygulandığı acı bir hakikattir.
Biz, bir bakıma o günlerde sorulamayan soruları sormaya ve cevaplarını bulmaya çalışacağız. Önemli olan bir diğer nokta da bu yazının kapsamı ve uzunluğu açısından meseleyi tüm boyutlarıyla ele alıp karşılaştırmalar yaparak cevaplar vermenin imkansızlığıdır.
Başta da belirttiğimiz gibi bizim ana amacımız okuyucunun hafızasını canlandırmak, tartışmaları -eğer varsa- yeniden hatırlatmak ve neyi kaybettiğimizi fark ettirmektir.
Unutmamalıyız, neyi kaybettiğimizi bilmezsek neyi arayacağımızı da bilemeyiz.
1928 yılında yapılan Harf Devrimi sonrasında iddia edildiği gibi gerçekten de okuryazarlık oranı artmış mıdır?
Bu sorunun cevabını verirken o tarihten biraz daha geriye gitmek gerekiyor ki kıyaslama yapabilelim. Çünkü Osmanlı’nın bittiği kabul edilen 1920 tarihini sıfır noktası olarak kabul edersek büyük bir yanılgıya düşeriz.
Şuradan başlayalım: Osmanlı Devleti, kendi tebaasının okuryazarlık oranını daha yukarıya çekmek için çalışmalar yapmıştır.
Osmanlı toplumunun “cahil” olduğunu öne sürenler, bu iddialarını Osmanlı döneminde halkın okuryazarlık açısından çok geri olduğu, harf devrimiyle mümkün olan en üst seviyeye çıkartıldığı ya da çıkartılmaya çalışıldığı yargısına dayanırlar.
Fakat tarihin bize söylediği hakikat hiç de böyle değildir. Bir defa halkın büyük çoğunluğu Kur’an okuyordu ki, birkaç harf hariç, Kur’an alfabesi ile Osmanlı alfabesi aynı idi.
Meselenin devlet tarafına gelirsek, sadece Sultan II. Abdülhamid Han döneminin eğitim politikasının bilinmesi bu konuda ezber bozmaya kâfidir.
Biz sadece şu gerçeği ifade etmekle yetinelim: Merhum Sultan II. Abdülhamid Han, saltanatı boyunca halkın okuryazar oranının artması için ülkenin her yerinde ilk mekteplerden idâdilere kadar okullar açmıştı. Bu konuda akademik çalışmalar yapılmış ve kitaplar yayımlanmıştır. Bu gerçeğin de altını kalın çizgilerle çizip cevap vermeye geçebiliriz.
1920 sonrasında Türkiye’de okuryazar oranının arttığı iddiasını doğrulamanın en büyük zorluğu, neyin ölçü alınacağının bilinmemesidir. Eski yazı bilenler okuryazar kabul edilecek midir, yoksa sadece yeni alfabeyi bilenler mi sayılacak? Eğer yeni yazıyı diyorsak doğrudur.
1 Kasım 1928 itibariyle harf devrimi sayesinde Türk toplumu bir gün içerisinde okuryazar olmaktan çıkmıştı! Dolayısıyla, evet, o gün için okuryazar oranı sıfıra yakındı diyebiliriz.
Sonrasında ise, verilecek oranlar doğal olarak yeni yazıyı öğrenenleri gösterecek, 1928 öncesine ait veriler dikkate alınmayacaktır.
Peki, devrim sonrası ülke genelinde yapılan eğitim çalışmalarının sonuçlarına bakalım. Millî seferberlik olarak kabul edilip uygulamaya konan, ısrarla sürdürülen okuma yazma kampanyası, 1927 ile 1935 tarihleri arasında ülke nüfusunun sadece %10’una ulaşabilmiştir.
Ulaşılan herkesin yeni harflerle okuyup yazmayı öğrendiğini kabul edersek, okuma yazma oranı da % 10 seviyesinde demektir.
Tarihi biraz daha ileriye götürüp mesela 1960 ve 1970’lerin Türkiye’sine bakarsak, o zaman toplumdaki okuryazar artışının önceki verilere göre biraz daha fazla, % 27 seviyesinde olduğu görülür. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de okuryazar oranı artışında harf devriminin belirleyici bir etkisinin olmadığı tartışmaya mahal bırakmayacak netlikte açıktır.
Harf devrimi sonrasında gazete satışlarında neredeyse yirmi yıl boyunca süren büyük tiraj düşüşü, devrimin okuryazar oranını arttırmayı bırakın, daha da aşağıya çektiği gerçeği ile yüzleştirir.
Mesela eski harflerin kullanıldığı 1908-1914 arasında İstanbul’da basılan Türkçe gazete ve dergilerin toplam günlük tirajının 200 bine yakın olduğu biliniyor. Ayrıca dönemin taşra basını da son derece canlıdır.
İstanbul ve Ankara’da yayınlanan Türkçe gazetelerin toplam tirajı 1925’te 40 bine, 1928 sonunda 19 bin 700’e düşecek ve 1940’ların sonuna kadar, tedrici artışa rağmen, nüfusa oranla binde 4-5 düzeyini aşamayacaktır.
Alfabeyi değiştirme fikrinin Osmanlı’nın son döneminde de bazı mahfillerde tartışıldığını biliyoruz. Özellikle Meşrutiyet’ten sonra… Bu düşüncenin sebebi neydi? Neden bazı Osmanlı entelektüelleri alfabeyi değiştirme konusunda ısrarcı oldular?
Öncelikle şunu söyleyelim: Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e uzanan çizgide harf devrimini savunan, bunun için çalışan, ortaya teori koyan, uygulamaya dönük proje üreten entelektüel neredeyse yok gibidir.
Evet, 1860’lardan itibaren bazı Osmanlı aydınları harf değişimini savunmuşlardır, fakat bunların sayıları bir elin parmaklarını geçmez. Ayrıca radikal devrim fikrinden ziyade alfabe ıslahını savunanlar da vardı.
Bunların tamamı aynı torbaya doldurulup bu işin büyük bir sorun olduğu ve uzun yıllar çözüm arandığı izlenimi oluşturulmaya çalışılıyor. Bu doğru değildir.
Osmanlı alfabesini değiştirme konusunda 1860 sonrasında ortaya çıkan üç beş isim var. Bunlar da ortaya makul, mantıklı, uygulanabilir çözümler koymamışlar, kendi dünya görüşlerine göre dilek ve temenniden öteye geçmemişlerdir. Aksi de düşünülemezdi.
Çünkü öne sürülen veya temenni edilen şey, toplumun geçmişiyle, hafızasıyla, inancıyla olan bağını derinden sarsacak, büyük travmalara sebep olacaktı. Böyle bir toplum mühendisliği düşüncesi ancak naif bir temenni olabilirdi.
Yine 1860’ları baz alırsak, neden böyle marjinal fikirler öne sürüldüğünü dönemin şartları dâhilinde ele almak lazım. Koca bir imparatorluk dağılma sürecine girmiş, Batı karşısında derin bir çaresizlik psikolojisi herkesi esir almış durumda.
Batı’da eğitim görmüş, sayısı çok olmasa da sesi fazla çıkan bir grup entelektüel kendi kimliğine, o kimliği oluşturan unsurlara karşı derin sorgulamalar içine girmiş. Herkes bir çıkış yolu aramakta.
Bunların bir kısmı alfabenin kolaylaştırılmasıyla okuryazar oranının artacağına, böylece rasyonel düşüncenin yaygınlık kazanıp toplumu “geri” bırakan kabullerin değişeceğine inanıyor.
Bunların bir kısmının düşünce dünyasında Batı’da moda olan pozitivizm, dinsizlik ya da İslâm’ın gelişmeye engel olduğu fikri, Darvinizm gibi akımlar öne çıkıyor. Gidip gördükleri, bir kısmının eğitim aldıkları Fransa hayallerin ülkesi oluyor. Şarklı kimliğini bir aşağılık kompleksi olarak taşıyorlar.
Bunlar için alfabe manivela gibi görünüyordu. O değişirse eğer şark kalıntısı olan yazı, sonrasında belki de sarık, saltanat, hukuk vs. diğer unsurlar da değişecekti. Meseleye bu bütünlükte bakarsanız, harf devrimini Osmanlı’da neden bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar aydının savunduğunu ve neden bu düşüncenin asla halkta karşılık bulmadığı daha iyi anlaşılır.
Burada, elbette Batı’dan transfer milliyetçilik akımlarının etkisine kapılan bazı okuryazar tayfanın Arap düşmanlığını da ekleyebiliriz. Bu durum özellikle 1920 sonrasında giderek ivme kazanmıştır. Batı hayranlığı doğal olarak Arap düşmanlığına, örtülü olarak da İslâm ve ümmet eleştirisini doğurdu diyebiliriz.