İslam toplumunu Müslüman olmayan toplumlardan ayıran en önemli özelliklerden biri, fertlerinin sadece kendilerini değil, toplumun diğer fertlerini de görüp gözetmeleridir. Müslüman bir toplumda düşen kaldırılır, hastalanan ziyaret edilir, aç kalan doyurulur, giyecek bir şey bulamayan giydirilir. Yolda kalan ortada bırakılmaz; yetimlerin, dul kalmış kadınların ve kimsesizlerin elinden tutulur, borçlular borcundan kurtarılır, buluntu malların sahibi aranır, yolunu şaşırana yol gösterilir. Kısacası bir kişinin acısı herkesin acısı, sevinci de herkesin sevincidir.
İslam’da yaşlılara saygı göstermek ve onların hayır dualarını almak ihmal edilmemesi gereken dini ve ahlaki bir görevdir. Yaşam devam ettiği müddetçe bugünün gençleri, yarının yaşlılarıdır. Bu hayatta gençliğin ömür boyu korunamayacağı açıkça gözükmektedir. Öyle ise bizim de bir gün yaşlanacağımızı hiçbir zaman unutmamalı; yaşlılara, özellikle anne babamıza, dedelerimize, ninelerimize saygıda kusur etmemeli, onların hayır dualarını almak için ihtiyaçlarına cevap vermeliyiz. Bu konuda gençlerimize de örnek olmalıyız.
Yeni girdiği yaş için kutlamalar tertip eden, reşit olmak için gün sayan nesillerdik. Belli bir zaman sonra ise kanımızın delice aktığı o ilk gençlik dönemlerimizi arar olduk. Bu döngü şimdiki nesilde de aynı; bir zaman yaş almayı, bir zaman ise yaşımızı durdurmayı yahut geri gitmeyi arzularız. Çünkü yaşlılık insanın en aciz evresi. Bu yönüyle tıp, psikoloji, sosyoloji, antropoloji gibi bilim dallarınca anlaşılmaya çalışılmış. Nihayetinde “yaşlanmanın ve yaşlılığın bilimi” anlamını taşıyan “gerontoloji” 1903 yılında tıp literatürüne girmiş ve 1930’lu yıllardan itibaren de üniversitelerde okutuluyor.
Ömrün vefa etmesi halinde kaçınılmaz bir dönemdir yaşlılık. Merhum Nabi’nin “Kuvaya geldi za’f u cism muhtellu’n-nizam oldı / Perişani-i piri fitne-i ahir zamanumdur” cümleleriyle ifade ettiği gibi “Melekelere (yetilere) zayıflığın geldiği, vücut düzeninin bozulduğu, ömrün son demlerinin fitnesidir.” Kişinin sadece kendisine özgü olan bu imtihan hali, insana üretim-tüketim açısından değer biçen kapitalist düzende toplumsal bir soruna da dönüşüyor. Güçsüzlüğü, düşkünlüğü ve muhtaçlığıyla kabahatli durumuna düşürülüp, en yakın çevresinden en uzağına değin yaşlı kişi yok sayılıyor.
İçindekiler:
Evvel Zamanda Yaşlılık
Toplumların yaşlılara karşı tutumu, sahip olduğu dini, kültürel ve sosyal anlayışın bir tezahürüdür aslında. Nitekim hem geçmişte hem de günümüzde bazı toplumlarda yaşlılık, topluma artı bir değerin katılmadığı “uyuma dönemi” olarak kabul ediliyor. Dolayısıyla bu algı, korkunç uygulamalara da zemin hazırlıyor. Mesela bir zamanlar Sibirya’da yaşayan ilkel topluluklardan Çukşenler’de yaşlıların yahut başka bir sebeple başkalarına bağımlı hale gelen insanların ölüm emri ya aile meclisi tarafından veya yaşlının kendi arzusuna bırakılarak verilirdi. Benzer bir uygulama geçmiş Eskimolarda yaşlının buzdan kulübelere terk edilmesi, Japonlarda ise ölüm dağları denilen dağlara bırakılması şeklindeydi. Bu hususta pek çok toplum incelemeye tabi tutulabilir elbette, lakin Anadolu coğrafyası dünyaya örneklik teşkil edecek uygulamalara en yakın zemindir.
Tarihi seyir içinde “koca, ulu, aksakal, acuze” gibi kelimelerin yanı sıra “avuçka” kelimesi yaşlı, ihtiyar manasıyla eski Türkçemizde çeşitli ses değişimlerine uğrayarak “avunçka, avuçgalı, abuşka” gibi telaffuzlarla kullanıldı. Aynı manada, hepimizin bildiği Arapça “ihtiyar” ve Farsça “pir, pir-i fani, pirlik” kelimeleri de farklı zamanlarda Türkçemize girip kullanılan kelimeler arasındadır.
Kelimelerin ötesine geçip, Türk toplum ve devlet anlayışına baktığımızda ise yaşlılara karşı şefkat, merhamet, saygı hislerinin dikkat çekici şekilde öne çıktığını görebiliyoruz. Anne babanın, dede ve ninelerin içinde bulunduğu geniş aile yapısında yaş almış bu kimselerin “ulu çınar” olarak adlandırılıp gözetildiği, hayat tecrübelerine kıymet verilip “bilge” kabul edildiği, gençliklerinde olduğu gibi ihtiyarlık hallerinde de sosyal ilişkilerin dışına itilmediği, aksine söz ve itibar sahibi olup saygınlık ve değerlerinden kaybetmedikleri bir sürece dahildiler.
Oğuz geleneklerinin destanlara yansıyan kısmında, kahramanların temel hususiyetleri arasında “güçsüzleri ve yaşlıları korumak” gibi davranışlar öne çıkar. Büyüğe veya yaşlıya saygı göstermek, selam verme ve el öpme ile olur. Selamın usulü ise “baş eğdirip, ağır basmak”tır. “Söz ulunun, su kiçiğin (küçüğün)” Oğuz atasözü de yaşlılara söz hakkı verildiğini ve hürmet gösterilmesi gerektiğini anlatır. Küçüğe de susmayı bilmesini öğütleyen bu söz, yaşlılara o dönemde azami ölçüde hürmet edildiğinin nişanelerindendir. Zira bu davranışın aksine hareket edenler ayıplanmış, bir mecliste kendinden büyüğe hürmet göstermeyenler hoş görülmemiştir.
Destanların yanı sıra Türklerin geleneklerini ve sosyal anlayışını anlatan Kutadgu Bilig’de, Yusuf Has Hacib’e göre ideal devletin dört sembol kişiliğinden Odgurmuş; bilgeliğin, yaşlılığın ve olgunluğun temsilcisidir. Bu anlayışın temelinde İslam ile hemhal olmanın da güçlü etkisi mevcuttur. Bu kaynaktan beslenen Türk toplumunda yaşlıların durumunu daha iyi anlayabilmek için evvela bu etkinin nasıl sirayet ettiğini ayet ve hadisler eşliğinde örneklemek faydalı olacaktır.
Allah Teala’nın Yaratması Merhamet İçin Yeter
Kur’an, yaşlılık dönemini “erzeli’l-umur” olarak tanımlar. Bu tanımın ifade ettiği mana, “Allah, sizi güçsüz olarak yaratan, sonra güçsüzlüğün ardından bir güç veren, sonra gücün ardından bir güçsüzlük ve yaşlılık verendir. O, dilediğini yaratır. O, hakkıyla bilendir, hakkıyla kudret sahibidir” (Rum, 54) ve “İçinizden kimi vefat eder; yine içinizden kimi de ömrün en verimsiz çağına kadar götürülür; ta ki bilen bir kimse olduktan sonra bir şey bilmez hale gelsin…” (Hac, 5) ayet-i kerimelerinde belirtildiği gibi “ömrün en zayıf hali” olarak izah edilir. Ömrün en zor çağı olarak yine Mümin suresinin 67, Nahl suresinin 70 ve Yasin suresinin 68. ayetlerinde de yaşlılık hallerine dikkat çekilerek, insanın yaşlılık hallerinden ibret alması salık verilir. Bununla birlikte Hz. Peygamber (aleyhi’s-salatu ve’s-selam) yaşlanmanın kötü bir şey olmadığını, aksine iyi değerlendirildiğinde kişiye avantajlar sağlayacağını “İnsanların en hayırlısı ömrü uzun, ameli güzel olanıdır” (Tirmizi, Zühd, 21) hadis-i şerifiyle ifade eder.
Yaşlıya Hürmet Etmekten Ne Anlamalıyız?
İnsanın genelde büyüklerine, özeldeyse yaşlanan anne babasına nasıl saygı ve hürmet göstermesi gerektiği, “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine ‘öf!’ bile deme; onları azarlama, ikisine de güzel söz söyle. Onları esirgeyerek alçakgönüllülükle üzerlerine kanat ger ve ‘Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara (öyle) rahmet et!’diyerek dua et” (İsra, 23-24) ayet-i kerimesiyle açıkça ifade edilir.
Dinimizin ikinci temel kaynağı olan hadis-i şeriflerde de yaşlıya saygı, hürmet ve merhametle alakalı kıymetli öğütler bulmak mümkün. Her şeyden evvel yaşlıların varlıklarının dahi tüm insanlara rahmet olduğunu, “Eğer süt emen çocuklar, beli bükük yaşlılar, otlayan hayvanlar olmasaydı, üzerinize azap sel gibi inerdi” (Ebu Ya‘la, Müsned, 11/287 nr. 6402) hadisinden öğreniyoruz. Bu kıymete binaen “Yaşından dolayı ihtiyara hürmet eden her gence Allah, yaşlılığında kendisine hürmet/hizmet edecek kimseler müyesser kılar (nasip eder)” (Tirmizi, Birr, 75) hadis-i şerifi de dünyada bu hürmetimizden dolayı ne şekilde nasipleneceğimizi ifade etmektedir. Aksi davranışımızda ise “Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir” (Tirmizi, Birr, 15) ikazıyla karşılaşıyoruz.
Elbette tüm bu hadis-i şerifler, başta Rasulullah Efendimiz olmak üzere sahabe-i güzinin ve onları takip eden pak insanların hayatında görünür oldu. Her ne kadar Rasulullah Efendimiz anne ve babasının yaşlılık evrelerini göremediyse de çevresindeki yaşlılara karşı tutumuyla ümmete örneklik teşkil etmiştir. Mesela “Ben sana hicret üzere biat etmeye geldim. Fakat ağlayan iki yaşlı insanı geride bıraktım” sözleriyle niyetini ve durumunu açıklayan kişiye Rasulullah Efendimiz, “Dön, o ikisini ağlattığın gibi güldür” (Ebu Davud, Cihad, 31) buyurmuştur. Aynı şekilde Mekke fethedildiğinde, Hz. Ebu Bekir, yaşlı ve ama olan babası Ebu Kuhafe’yi sırtına yüklenerek Hz. Peygamber’in huzuruna getirdiğinde Hz. Peygamber, “Bu ihtiyarı evde bıraksaydın da, onun yanına biz gitseydik ya” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/160) diyerek saygı ve nezaket göstermiş, böylece yaşlı birisine karşı sergilenmesi gereken tavrı bizlere öğretmiştir. Hilafeti döneminde Hz. Ömer de dilenen yaşlı bir gayrimüslimin elinden tutarak onu kendi evine götürmüş ve ona bir miktar sadaka vermiştir. Sonra adamı beytülmalin hazinedarına yollayarak, “Bu adama ve benzerlerine bakınız! Vallahi biz bunlara insaflı davranmalıyız. Gençliğinde cizyesini aldık. Sonra ihtiyarladığında böyle perişan vaziyette bırakmamız doğru olmaz!” diyerek hazinedarı vazifelendirmiştir.
Bu anlayışın bir başka bariz misalini Emevilerde, Ömer b. Abdülaziz’de de görüyoruz. Ömer b. Abdülaziz, Basra valisi Adi b. Erat’a yazdığı bir mektupta devletin görev ve sorumluluklarını hatırlattıktan sonra “Ehl-i zimmetten yaşlı olanlara, gücü zayıflayanlara, kazancı kendilerine yüz çevirenlere bak. Onlara durumlarını düzeltecek kadar Müslümanların beytülmalından harca” diyerek yaşlılara nasıl muamele edilmesi gerektiğini nasihat etmişti.
Ecdadımızın Yaşlıya Vefası
Dinimizde başta anne baba olmak üzere en uzak akrabaya değin yaşlı bireylerin bakım ve sorumluluğundan birinci derecede, aile üyeleri mesul tutulmuştur. Kimsesiz yaşlıların bakımı ise toplumun ve devletin görevi addedilir. Bu hususta süregelen Türk veya İslam devletleri arasında ilk defa Selçuklu’da yaşlılara koruma hizmeti vermek üzere 11. yüzyılda Sivas’ta Darulreha kuruldu. 13. asırda Memlükler döneminde Kahire’de de Seyfettin Kalavun Hastanesi dul hanımlara ve yaşlılara hizmet verdi.
Osmanlı ailesinde ise yaşlılar; duası alınması, merhamet edilmesi gereken kişiler olarak telakki edildiğinden maddi-manevi ihtiyaçları aileleri tarafından karşılanırdı. Bu anlayışın bir yansıması olarak hem Müslim hem de gayrimüslimler arasında ailesi tarafından dışlanmış yahut yaşadığı mahallenin dışında kalan yaşlıların sayısı çok azdı. Harici bakıma gerek duyulduğundaysa tüm ihtiyaç sahipleri gibi yaşlıların bakım hizmeti de imarethaneler, aşevleri, tekkeler, darulrehalar, hastaneler ve vakıflar aracılığıyla sağlanırdı.
Osmanlı’ya ait 18. yüzyıl mahkeme kayıtlarında “aciz, alil, kisb ü kara iktidarı olmayan, taayyüşe kudreti olmayan” ibareleriyle biyolojik yaşlılık tarif edilmiş ve bu çerçevede ilk olarak savaştan muaf tutuldukları hükmüne yer verilmiştir. Müslim yahut gayrimüslim olsun, çalışamayan ve mali durumu yeterli olmayan yaşlılar vergiden muaf tutulurdu. Bilhassa askeri sınıfa dahil olup acizlik ve hastalık sebebiyle görevlerini yapamayanlara İstanbul Gümrüğü Mukataası gelirlerinden veya devletin başka gelir kalemlerinden maaş tahsis edilmekteydi. Ayrıca talep edildiğinde kimsesiz yaşlılara maaş da bağlanırdı. Evlat olarak yaşlı büyüklerine karşı vazifesini yerine getirme istek ve gayretinde olduğu halde maddi durumu el vermeyenlere de “kadr-i maruf / kifaye” yani o günkü şartlarda bir insanın günlük ihtiyacına göre kadı tarafından belirlenen nafaka takdir edilmekteydi.
Yaşlılarla Gönül Bağını İnşa Etmek
Bugün dünya üzerindeki pek çok toplumun aksine yaşlılığa ve yaşlılara karşı olumsuz yargılara sahip değiliz. Lakin sanayileşme, kentleşme ve çağdaşlaşma ile birlikte sosyal ve kültürel değerlerimiz değişime uğradı. Bu süreçte geniş aile yapısı çekirdek aileye dönüştü. Aile içinde yaşlının bulunmaması, bilhassa gençlerde yaşlı bireyleri anlama eksikliği doğuruyor. Teknolojik vasıtalarla hemen her şeyi anında öğrenme imkanının artması, yaşlıların bilgeliğinden yararlanma isteğini köreltiyor. Dolayısıyla kuşaklar arası çatışma ortaya çıkıyor. Bununla birlikte dini emir ve yasaklardan uzaklaşma; saygı duyma, merhamet, hürmet ve şefkat gösterme değerlerinden bihaber yaşama diğer nedenler arasında. Hatta değer vermekten ileri gelen, saygılı ve itinalı davranma anlamı taşıyan “hürmet” kelimesi hususen gençler arasında anlam kaybına uğramış durumda. Öyle ki “Saygıya, hürmete layıktır” dediğimiz insanlar için “Önce hak etmeli, saygımı kazanmalı” cevabını alabiliyoruz. Bu noktada liyakatin bağlandığı hususlar ise kişinin mevki sahibi, zengin, yetenekli bir yaşlı olması. Halbuki asırlardır bizi besleyen milli ve manevi değerlerimizi ön plana çıkardığımızda, Yunus’un gönül diliyle söylediği “Yaratılanı severim yaratandan ötürü” düsturu bile tek başına yeterli gelmeli, değil mi?
Son sözde, Sümbülzade Vehbi Efendi’nin 1791 yılında yayınlanan “Lutfiyye” adlı nasihatnamesinde yer alan şu tavsiyelere kulak verelim: “Okun hızlı gitmesine vesile olan yay, gençle ihtiyarlara bir örnektir. İhtiyarlarla ülfet (ahbaplık, görüşme) edersen onların nasihatlerinden güç alırsın. Onların tecrübeleri insanı güçlendirir, çoğu, gönül ehli ve alim kişilerdir. Feleğin kışını yazını çekerek, iyi kötü şeyler yaşayarak dünyanın ne olduğunu anlamışlardır. Konuşmasından dudağı kurumuş gibi yararlan, sakın doydum deme, çenesi gevşemiştir deme. Yaşlanmış diyerek kenara itme, bunamıştır diyerek ucuza satma. Beli bükülmüşleri hakir görme, okun güçlenmesine sebep yaydır, bil. Sözüne kulak asmasan da bunamışı bile alaya alma. İhtiyarlara çok fazla saygı göster, kudret sahibi Allah (bir gün) seni de ihtiyarlatacaktır.”
Gençler Yaşlılarla Yaşama Hakkında Ne Düşünüyor?
Yaşlı Sorunları Araştırma Dergisinde yer alan 2019 verilerine göre, tanıdığı bir yaşlı ile birlikte yaşamak isteyen gençlerin oranı %40. Bu isteğin bağlı olduğu sebepler ise şöyle:
- Deneyimlerinden faydalanmak için %50
- Sevdiğim için %25
- Destek olması ve beni sevmesi için %12,5
- İyi anlaştığımız için %12,5
- Yaşlılar ile kuşak çatışması yaşadığını belirtenlerin oranı %74,2 iken, aynı araştırmada gençler, yaşlılık dönemlerini geçirmek istedikleri yer hakkında şu cevapları vermişler:
- Evde yalnız veya eşimle %15,8
- Çocuklarımın yanında
- %39,2
- Huzurevinde %6,7
- Kendi evimde bakıcıyla %4,2
- Çocuklarıma yakın fakat kendi evimde %34,2