Müberra kitabımız Kur’an-ı Kerim’de mealen şöyle buyurulur:
“Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt, kalplerde olana bir şifa, müminlere bir rehber ve rahmet gelmiştir. De ki: Allah’ın fazlı ile ve rahmeti ile, işte yalnız onunla ferahlasınlar. Çünkü bu onların toplayıp biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.” (Yunus 57-58)
İnsanın yoktan var eden, ruh ve beden bahşeden Allah Teâlâ onun ne ile huzur bulacağını, ferahlayacağını bildirmiştir. Ne ile huzurunun bozulacağını, mutsuz olacağını, keyfinin kaçacağını da…
Her gün ayrı bir koşturma ve telaş ile insan sürekli bir şeyleri elde etmek ister. Onun için çabalar, gayret eder. Fakat o nereye koşmakta, çabalamakta, acaba doğru şeyin peşinde mi koşturup durmakta, yoksa boşa mı yorulmaktadır?
Ayet-i kerimedeki “Nereye gidiyorsunuz?” (Tekvir 26) sorusu, yönünü dünyaya çevirmiş, yolunu şaşırmış, maksadını unutmuş insana sorulmaktadır. “Bu koşturma nereye?” İnsan her gün kendisine bu soruyu sormalıdır: “Ben nereye gidiyorum? Bütün bu çaba ne için? Bu yolun sonu nereye çıkacak?”
Enes b. Mâlik radıyallahu anhudan rivayet edilen bir hadiste Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Kimin kaygısı/maksadı âhiret olursa Allah onun zenginliğini kalbinde kılar, iki yakasını bir araya getirir ve dünya ona boyun eğerek gelir. Kimin kaygısı/maksadı da dünya olursa Allah, onun fakirliğini iki gözü arasına koyar (fakirlik endişesinden kurtulamaz) ve iki yakası bir araya getirmez. Zaten dünyadan da ancak nasibi kadarına ulaşır.” (Tirmizî, Kıyamet 25, nr. 2465)
Yakalamak için her gün daha fazla hırsla koşturduğu, yönünü çevirdiği, tüm hayatını feda ettiği, tek maksadı haline getirdiği dünya ona huzur kazandırmaz. İhtiyacı, eksikliği, muhtaçlığı hiç bitmez. Ne kadar çok elde etse de daima azdır, daha fazla olmalıdır.
Hadis-i şerif ise bu kısır döngüden kurtulmanın yolunu göstermiştir. Maksadı, gayreti, çabası, koşturması âhiret olan, Allah için çalışan huzuru bulur, kalbine ferahlık dolar, gönül zenginliğine kavuşur. Öyle ki bu kişiler dünyadan az bir nasibe ulaşsa da huzursuz olmaz, kederlenmez. Var olanı çok görür, tatmin bulur. Başına musibetler gelse de şaşırmaz, bunalmaz, daralmaz. Himmeti dünya olan ise bolluk içinde bile darlık çeker, bütün genişliğine rağmen dünya onu sıkar, bunaltır.
Hz. Ali radıyallahu anhunun kız kardeşi Ümmü Hani radıyallahu anhâ anlatır: “Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem evime geldi ve;
– Yanında yiyecek bir şeyler var mı, diye sordu. Ben de;
– Hayır, yok. Sadece kuru bir ekmek ve sirke var, dedim. Bunun üzerine buyurdu ki:
– Getir. Evinde sirke olan katık yönünden sıkıntı çekmez. (Tirmizî, Şemâil-i Muhammediyye, nr. 182; Müslim, Eşribe, 2052)
Bir sirke ile mutlu olmak, sadece onunla bile yetinmek, fazlası için dertlenmemek bizim için ne büyük bir örnektir! Günümüzde bir sirkeden çok daha fazlasına sahip olanların hamd etmemesi, kaygı ve endişe ile yaşaması, hep mutsuz ve huzursuz olmasının sebebi ibadetten, zikirden, Allah Teâlâ’dan uzaklaşmaktır.
Abdullah b. Amr b. Âs radıyallahu anhudan rivayet edildiğine göre adamın biri ona;
– Biz Muhacirlerin fakirleri değil miyiz, diye sordu. Abdullah adama;
– Senin kendisine sığındığın bir hanımın, ailen var mı, dedi. Adam;
– Evet, var, dedi.
– İçinde ikamet ettiğin bir meskenin var mı peki, diye tekrar sordu. Adam;
– Evet, var, deyince Abdullah radıyallahu anhu;
– Öyleyse sen zenginlerdensin, dedi. Adam;
– Benim hizmetçim de var, deyince de;
– Öyle ise sen padişahlardansın, dedi. (Müslim, Zühd, 1, nr. 2989)
Allah Teâlâ ile huzura kavuşmak insanın tüm hayatına ve ibadetlerine yansır. Dünya için kaygılanmadığı gibi ibadetlerini de huzurla, huşû ile yerine getirir. Böylece kulluğun zevkine varır. Allah yolunda infak eder, verir, başka müminlere yardımcı olur, sıkıntılarını giderir. Bitecek diye endişelenmez. Faydasız söz ve davranışlardan kaçınır, mâlâyâniden uzaklaşır.
Sahabe-i kiram efendilerimiz Allah Resûlü sallallahu aleyhi veselleme iman etmeleri ile birlikte küfrün karanlığından kurtulup gerçek huzura kavuştular. Onların huzur halinin anlatan pek çok örnekten birisi de şu hadisedir:
Bir sefer sırasında sahabilerden Abbad b. Bişr ile Ammar b. Yasir radıyallahu anhumâ, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin çadırını muhafaza etmekte idi. Gecenin ilk yarısında Abbad nöbette kalacak, diğeri istirahat edecek, sonraki yarısında ise yer değiştirerek nöbete devam edeceklerdi.
Abbad radıyallahu anhu nöbet sırasında namaz kılmaya başladı. Onu uzaklardan takip eden bir müşrik bir ok attı ve isabet etti. Abbad radıyallahu anhu vücuduna saplanan oku çıkardı attı ve namaza devam etti. Peş peşe gelen okları çıkarıp namazına devam ediyordu. Çok kan kaybedip hareket edemez hale gelince arkadaşı Ammar radıyallahu anhuyu uyandırdı. Ammar onu kanlar içinde görünce;
– Sübhanallah, ilk yarayı alınca, neden beni uyandırmadın, dedi. Abbad radıyallahu anhu;
– Namazda Kehf suresini okuyordum, yarıda kesmek istemedim. Allah’a yemin ederim ki, eğer Allah Resûlü’nün beklenmesini emrettiği bu yerin nöbetçisiz kalacağını düşünmeseydim, sureyi tamamlamadan o beni öldürmüş olurdu, dedi. (Kandehlevî, Hayatü’s-Sahabe, 2/600)
Allah Teâlâ ile yetinmeyen, O’nun gönderdiği ile huzur bulmayan, başka hiçbir yerde huzur bulamaz. Huzuru kaynağında değil de başka yerde arayan da onu bir türlü elde edemez.
Tüm gayesi dünya olan, zikirden, ibadetten uzak kişilerle dostluk kurmak insanı huzura kavuşmaktan alıkoyar. Zikre, ibadete önem veren, dünyayı kalbine yerleştirmeyen kişilerle dostluk ise huzura kavuşturur.
Bu hakikati aile fertlerimize, çocuklarımıza da öğretmeliyiz. Onların tertemiz kalpleri bizim tesirimizle şekillenecektir. Her şeyin dünyadan ibaret olmadığını, huzura kavuşmanın Allah Teâlâ’yı zikir, ibadet, haramlarından kaçınmak, helallerle yetinmek, emirlerini yerine getirmek olduğunu öğretmelidir.
Rabbimiz bizleri hakiki huzura eren kullarından eylesin. Tevfik ve inayetiyle…