Bilim ve teknikteki ilerlemeye, artan konfora rağmen insanlık bunalımlardan, huzursuzluktan, kavga ve çatışmalardan yakasını kurtaramıyor. Bir probleme çözüm diye alınan tedbirler, o problemi gideremediği gibi başka problemlerin doğmasına yol açıyor. İnsanlarla birlikte yeryüzündeki her şey ifsada uğruyor ve bunda modernite denilen yeni cahiliyenin payı büyük.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, tebliğ ettiği ayetleri dinleyip öğüt almak istemeyenler sebebiyle üzülüyordu. Kur’an-ı Kerim’de O’nu teselli sadedinde mealen şöyle buyurulur: “Onlar göklerde ve yerde (Allah Teâlâ’nın varlığına ve birliğine delil olan) nice âyetle (sürekli) karşılaştıkları halde (bunlar üzerinde bile düşünmeden, tam bir aldırmazlık içinde) yüz çevirip giderler.” (Yusuf 105)
Bu ayet-i kerime, tevhide yani Allah Teâlâ’nın uluhiyetinde, zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde tek, eşsiz ve benzersiz olduğu inancına ulaşmada kâinatın da deliller, imkânlar barındırdığına işaret eder. Nitekim pek çok ayet-i kerimede Allah Teâlâ’nın her şeyi bir gaye ve hikmete binaen mükemmel bir ölçü, denge ve ahenk üzere en güzel şekilde yarattığı beyan buyurulur.
Rabbimiz’i tanımamız için kâinattaki varlıklara ibret nazarıyla bakmamız, bunların yaradılış ve işleyişindeki harikulâde nizam üzerinde tefekkür etmemiz istenir bizden. Zira Recâizâde’nin;
“Bir kitâbullah-ı azamdır serâser kâinat Hangi harfin yoklasan manası Allah çıkar.” dediği gibi kâinat adeta baştanbaşa bir kitaptır. Okuyabilenler için her şey Cenâb-ı Hakk’ın varlığına, birliğine, kudret ve azametine delâlet etmektedir.
Kelâmî ve kevnî ayetlerle ulaştığımız tevhid akidesi, Allah Teâlâ’dan başka ilâh olmadığı inancına ilaveten; mahlûkata, varlıklara ve olaylara bu inanca bağlı bir bakış ve değerlendirme tarzını da zaruri kılıyor. Fakat meselenin bu kısmı biraz ihmal ediliyor sanki.
Yaradılışlarındaki uyum ve kusursuzluğu yahut işleyişlerindeki nizamı tek tek varlıklar üzerinde görme alışkanlığımız, kâinatın bütünündeki uyum ve nizamı gözden kaçırmamıza sebep olabiliyor. Halbuki çokluk, çeşitlilik ve farklılıklarına rağmen kâinattaki her şey tek bir gaye istikametinde birbirini tamamlayan ahenkli bir bütünlük, bir vahdet oluşturuyor. Aynı mamulü üretmek için farklı aksamı olan bir makineye benziyor.
Tevhid inancı işte kâinattaki bu vahdeti gözetmeyi; parçalamaktan, ahengi ve dengeyi bozmaktan sakınmayı da gerektiriyor. Cenâb-ı Mevlâ’nın “hak” ile yaratıp hizmetimize âmade kıldığı yeryüzünde, o hak üzere tasarrufta bulunma yükümlülüğünü getiriyor bize.
Hak ile tasarrufta bulunmak, canlı cansız bütün mahlûkat üzerinde, onların her birinin fıtratını, var ediliş maksadını, ilâhî nizam içindeki yerini ve vazifesini esas alarak tasarrufta bulunmaktır. Kur’anı Kerim bunun aksine bir tutumu “yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak” diye niteliyor ki yaşadığımız tabii veya sosyal problemler bu tutumdan kaynaklanıyor.
Modernite denilen yeni cahiliye
Dünya hayatımızı sulh ve selametle idame, kulluğumuzu lâyıkıyla ifa ve imtihanımızdan yüz akıyla çıkabilmemiz için Rabbimiz’in rahmet nişanesi olarak ikram eylediği kâinattaki nizamı gittikçe daha çok ihlâl ediyoruz. Dünyanın dengesi her geçen gün biraz daha bozuluyor. Tabiat hızla tahrip oluyor, yeni yeni hastalıklar, afetler çıkıyor ortaya.
Bilim ve teknikteki ilerlemeye, artan konfora rağmen insanlık bunalımlardan, huzursuzluktan, kavga ve çatışmalardan yakasını kurtaramıyor. Bir probleme çözüm diye alınan tedbirler, o problemi gideremediği gibi başka problemlerin doğmasına yol açıyor. İnsanlarla birlikte yeryüzündeki her şey ifsada uğruyor ve bunda modernite denilen yeni cahiliyenin payı büyük.
Modernite, rasyonel aklı ve pozitif bilimi putlaştırıp yegâne rehber edinen seküler, maddeci, ilerlemeci ve faydacı bir anlayış. Hayatı dünya hayatından, insanı beşeriyetinden ibaret görüyor. Dolayısıyla sadece dünya refahının maddi planda teminini, beşerî istek ve ihtiyaçların karşılanmasını amaçlıyor.
Beşer kimliği üzerinden yürümesi bu anlayışın evrenselliğine, ilerlemeyi ve faydayı esas alması gerekliliğine, sonuçta da kaçınılmazlığına yoruluyor. Oysa aslında nefsin ilâh edinilmesi diye tanımlayabileceğimiz modernitede gözetilen faydadan maksat, herhangi bir dünyevî alanda olabildiğince yüksek kazanç, fayda veya konfora ulaşabilmektir.
Nefsin hevâsının sınırsızlığı sebebiyle bu en yüksek kazanç yahut faydanın bir üst sınırı yoktur. Elde edilebilmesi için sürekli koşturulur ve ilerleme diye adlandırılan bu koşuda hiçbir ilâhî ve ahlâkî ölçüye uyulmaz. Tabiatın yağmalanması ve tahribi, değerlerin ve duyguların istismarı, sömürü de dâhil, her yol mübah görülür.
Böyle bir usulsüzlüğe izin vermeyen ilâhî ölçüler ilerleme ideolojisi ile itibarsızlaştırılır, tabiatta ve toplumda o ölçülerle tanzim edilen ilâhî düzenin verimsizliğine hükmedilerek, modernitenin ilkeleri doğrultusunda yeni bir düzen kurgulanır.
Bu kurguda vahdet değil kesret esastır. Bir gaye istikametinde birbirini tamamlayan mahlûkatın her birine, ilâhî düzeni, dengeyi ve işleyiş ahengini bozan yeni roller biçilir. Özellikle insanın Rabbi ile, diğer insanlarla, canlı cansız bütün varlıklarla ilâhî ölçüler çerçevesinde kurduğu irtibatı kesmesi, bağımsızlığının ve birey olabilmenin şartı diye takdim edilir.
Moderniteye göre bu uyum ve irtibatın insana yüklediği sorumluluk, vazife ve kısıtlamalar, onun özgürlüğünün ihlâlidir. Böylece yalnız kendilerini merkeze alan, bencillik, ölçüsüzlük, sorumsuzluk ve başıboşlukla malûl fert veya topluluklar çıkar ortaya. Kendileri dışındaki herkesi ötekileştiren bir cahiliye asabiyesine kapılırlar. Kaynakların sınırlı, ihtiyaçların sınırsız olduğu kabulü, kazanmak yahut çoğaltmak için ötekinin elindekileri azaltmayı gerektirdiğinden, ötekiler aynı zamanda birer hasımdır.
Netice itibariyle tabiatın ve hayatın işleyişindeki ahenk bozulmuş; yardımlaşmanın, dayanışmanın, unsurların birbirini tamamlamasının yerini birbirleriyle çatışma ve mücadele almıştır. Modernitede insan, insanın yurdu değil kurdudur.
Fâsit dairede ifsadı çoğaltmak
Böyle bir anlayış sürekli problem üretmekle kalmaz, o problemlerin sebebini ve çözümünü tespitte de isabet kaydedemez. Hatta çözüm diye sunduğu teklifler uygulamada başka problemler üretir ve toplulukları tam bir fâsit daireye mahkûm eder.
Özellikle “fâsit daire” diyorum, çünkü bunun yeni karşılığı zannedilen “kısır döngü” tabiri aynı anlamı taşımıyor. Kısır döngü; bir çözümsüzlüğü, netice vermeyecek yanlış bir yörüngedeki beyhude arayışı, bir çıkmazda vakit ve enerji israfını ifade ediyor.
Fâsit dairede ise çözüm arayışlarının kaçınılmaz akameti yanında ifsada yol açmasına da işaret var. Bunun tipik bir örneğini boşanmalarla, cinayete varan şiddetle tezahür eden aile içi geçimsizlik, anlaşmazlık yahut çatışmalarda görüyoruz.
Modern anlayış, kadın ve erkek cinsinin eşler olarak aralarındaki vahdeti, uyumu, dayanışmayı sağlama hikmetinin eseri fıtrî kabiliyet ve farklılıklarını, taraflardan birinin aleyhine eşitsizlik sayıyor. Problemin buradan kaynaklandığı zannıyla da “toplumsal cinsiyet eşitliği” gibi çözümler teklif ediyor. Sosyal alanda erkeğin yaptığı her işi kadının, kadının yaptığı her işi de erkeğin yapabileceğini, yapması gerektiğini teklif eden bir çözüm bu.
Tarafların birbirlerine ihtiyaç duymasını zayıflık olarak niteliyor. Onları, birbirlerinin rolünü üstlenerek iktidar kavgasına sevk ediyor. Eşler arasına muhabbeti ve hürmeti öldüren bir husumet giriyor böylece. Yani meseleye aile birlikteliğini gözetmeden, sadece kadın veya sadece erkek tarafından bakarak bir çeşit cinsiyet asabiyesiyle, aslında problemin sebebi olan kabuller çözüm diye sunulabiliyor.
Bu tür aymazlıklar elbette çare olmuyor ve her seferinde problemi biraz daha azdırdığı gibi başka alanlarda da ağır tahribata sebep oluyor. Aile kurumu zayıflıyor, nikâhsız beraberlikler artıyor, cinsiyet üzerinden sapkın anlayışlar toplumu ifsat ediyor.
Oysa kadın ve erkek arasındaki fıtrî farklılıklar bir üstünlük sebebi değildir. Sadece tarafların görev ve sorumluluklarını belirler. Bu yüzden bizim irfanımızda evli çiftler “zevc ve zevce” olarak aynı kelimelerle “zevceyn” diye anılırlar. Zevceyn, tıpkı bir çift ayakkabı gibi “birbirini tamamlayan iki şey” demektir.
Ayakkabı tekleri birbirine eştir ama eşit değildir. Farklılıkları birini diğerine tercih etmemizi gerektirmez. Sağ tekini sol ayağa, sol tekini sağ ayağa giyerseniz kendinize zulmetmiş olursunuz. Bunun gibi, fıtratlarına uymayan görev ve sorumluklara tâlip olması, Allah Teâlâ’nın takdirine itiraz yanında kişilerin kendilerine zulmetmesidir aynı zamanda.
Hasıl-ı kelâm, ailedeki fizikî veya psikolojik şiddet de başka alanlardaki sıkıntılar da bu zulmün, yani kâinattaki vahdetten gafletin, ilâhî nizama aykırı tavır almanın, tevhidin dünya hayatına bakan boyutunu ihmal eylemenin tezahürüdür. Allah Teâlâ’nın kurduğu o en güzel, en doğru, en mükemmel düzene dönmeyince düzelmez.