Şazeliyye tarikatı pîrlerinden İbn Atâullah el-İskenderî kuddise sırruhûnun “Hikem-i Atâiyye” adlı eserine Şeyh Said Ramazan el-Bûti rahmetullahi aleyh tarafından yapılan şerhi tefrika halinde sunmaya başlamıştık. Yedinci hikmetin şerhine devam ediyoruz.
7. Hikmet: Zamanı tayin edilmiş olsa bile Cenâb-ı Hakk’ın vaadinin gerçekleşmemesi seni o vaade itimat hususunda tereddüt ve şüpheye düşürmesin. Zira Cenâb-ı Hakk’ın vaadi hakkında tereddüt ve şüpheye düşmek basireti zedelediği gibi kalp nurunu da söndürür.
[Bûtî merhûm, kulluk bilincinde zirveye ermeleri sebebiyle muhabbet ehlinin Hak karşısında iddia sahibi olmaktan hayâ ettiklerini belirtmişti. Kulun imanı kıvamını buldukça da Rabbi karşısında acziyeti artmakta, iddiayı terk etmekteydi. Devam ediyoruz…]
Kul, Hak Teâlâ hazretlerinin muradı doğrultusunda sadakat ve ihlâsla vazifelerini yerine getirdiği takdirde O, Zât-ı Ulûhiyet’ine yeminle vaad ettiği sözden dönmeyecek, ahdine vefa gösterecektir. Ne var ki Hakk’ın muradını bilen ve bu muradın değerini gerçek manasıyla takdir edenler, O’nu gerçekten tanıyan, O’nun muhabbetiyle yanıp tutuşan ve O’na tazimden bir an geri durmayan marifet ehlidir. Yoksa sadece İslâm’ın asgari şartlarını yerine getirerek Cenâb-ı Hakk’a karşı ahde vefa gösterdiğini iddia edenler bu muradı anlamış, gereken şartları yerine getirmiş değillerdir.
Hal böyleyken utanmadan Allah Teâlâ nezdinde haklarını dava ederler de, O’nun kendileri üzerindeki hakkı hatırlarına gelmez. Böyleleri, “Rableri onlara, ‘o zalimleri elbette helâk edeceğiz ve onlardan sonra sizi mutlaka o yurda yerleştireceğiz! Bu lütuf, huzuruma çıkmanın kaygısını taşıyan ve tehdidimden çekinenler içindir’ diye vahyetti” (İbrahim 13-14) âyetindeki “Bu lütuf, huzuruma çıkmanın kaygısını taşıyan ve tehdidimden çekinenler içindir” cümlesini hiçbir şekilde anlayabilmiş değildir.
Benzer şekilde şu âyeti de asla anlamış değiller: “Bana verdiğiniz sözü yerine getirin ki ben de size vaad ettiklerimi vereyim. Asıl bana itaatsizlikten sakının.” (Bakara 40)
Bunu da anlayamamışlardır, çünkü Hak Teâlâ hazretleriyle sadece İslâm’ın asgari şartlarını yerine getirerek irtibat kuranlar, İslâm’ın özünü kavramaktan, değerini takdir etmekten uzaktır.
1967 hezimetinde [Haziran 1967’de Mısır-Ürdün ve Suriye ittifakı ile İsrail arasında cereyan eden ve maalesef Arap ordularının mağlubiyeti ile neticelenen savaş] cephede bulunan Suriye Ordusu’nda görevli askerlerden biri anlattı:
Savaştan sonra bir grup asker arkadaşla Şam’a dönüş yolundaydık. Namaz vakti girince münasip bir yer arayıp bulduk ve namaza durduk. O esnada Arap ordularına yardım için gelen yabancı [Rus olsalar gerek] askerî uzmanlardan bir grup o civardan geçiyormuş, durup bizi seyre koyuldular. Namazımız bitince;
– Allah savaş esnasında size yardımcı olmadı, buna rağmen niçin huzuruna durup namazınızı eda ediyorsunuz, dediler.
Bana bu hadiseyi aktaran askere dedim ki:
– Cevabınız şu olmalıydı: “Onca günahımıza, ilâhi emirlere sırt çevirmemize ve askerimiz fuhşiyatın envai çeşidine müptela olmasına rağmen Cenâb-ı Hak göğü başımıza yıkmadı. Bulunduğumuz yerin altını üstüne getirmedi. Bizi zelzeleyle alt üst etmedi, gökten başımıza taş yağdırmadı. Biz şu başımıza gelenden çok daha beterini de hak ediyorduk.”
Şu da var: Size yukarıdaki soruyu yönelten askerî uzmanlar Hakk’ın rubûbiyyet sıfatından [Allah Teâlâ’nın bütün varlığa karşı şefkat ve merhametle muamele etmesi, her mahlûka muhtaç olduklarını vermesi, hepsini besleyip büyütmesi ve idare etmesi] kaynaklı hukukundan büyük ihtimalle habersiz değillerdi. Ne var ki O’nun ulûhiyeti [yani kâinattaki tasarruf ve hâkimiyeti sebebiyle bütün varlıkların kendisine ibadet ve itaatle vazifeli olmaları, her durumda bu sorumluluğun hükmü altında bulunmaları] hususunda cahillerdi. Yani Cenâb-ı Hakk’ın kullarına lütuf ve keremi, ikram ve nimeti sebebiyle değil, sadece ama sadece Mutlak Yaratıcı olduğu için ibadete layık olduğu hakikatini unutmuşlardı, bundan habersizlerdi.
Hak Teâlâ hazretleri ile yakınlığa nail olmuş sâlihlerden bir zâta;
– Cenâb-ı Hakk’a itimadımızı ve imanımızı artıracak bir keramet gösterseniz, bize böyle bir lütufta bulunsanız, diye rica ettiler. Dedi ki:
– Allah’ın her an bana ihsan ettiği olağanüstü hâlleri ve kerametleri görmüyor musunuz, diye karşılık verdi.
– Bir şey gördüğümüz yok, diye cevap verdiler. O zaman o zât şöyle dedi:
– Görmüyor musunuz, yeryüzünde gezip dolaşıyorum da yerin dibine geçirilmiyor, başıma gökten taş yağdırılmıyor. Sürekli kusur halinde, emirlerini ve hukukunu ihmal ediyor olmama rağmen beni himayesine alıp koruması, daha önceki milletlerden nicelerini helâk ettiği gibi beni helâk etmemesi O’nun ilâhi ikramı değil de nedir?
Bu zatın sözlerinden ve samimiyetinden şuur kokusu gelmekte, yapmacık bir tavır veya tekellüf de söz konusu değil. Bu samimiyet ve şuur da Rabbi’nin korkusu, mehâbeti ve tazimi ile gönlü ürperen, O’nun nimetlerine gark olmuş, yüceliğini idrak etmişlerin halidir.
Özellikle şu âyeti hatırladıklarında, böylelerinin samimiyet ve şuuru da perçinlenir:
“Göktekinin sizi yerin dibine batırmayacağından emin misiniz? Bir de bakarsınız yeryüzü altüst olmuş! Yahut gökte olanın üzerinize taş yağdıran bir fırtına göndermeyeceğinden emin misiniz? Uyarılarımın ne demek olduğunu yakında anlayacaksınız!” (Mülk 16-17)