İçeriğe geç

İlimlerin Sınıflandırılması Nasıldır?

    İlimlerin sınıflandırılması, usul, fürû mukaddimât (alet ilimleri) ve mütemmimât (tamamlayıcı ilimler) olmak üzere dört kısma ayrılır. Bunlara övülen ilimler de denir. Bunların dışında farzı ayn olan, farzı kifaye olan, kötülenen, fazilet sayılan ve caiz görülen ilimler vardır.

    Farz ayn ilimler hakkında bilgi almak için farzı ayn olan ilimler adlı makalemi okuyabilirsiniz. Farzı kifaye ilimler hakkında bilgi almak için farzı kifaye olan ilimler adlı makalemi okuyabilirsiniz.

    Öğrenilmesi farz olmayıp fazilet sayılan ilimlere gelince, bunlar hesabın inceliklerine, tıbbın derinliklerine ve kendisinden uzak kalınmayacak diğer sanatların detaylarına dalmaktır. Şüphesiz bunlar, ihtiyaç olan kısma destek olur ve daha fazla fayda temin eder.

    Kötülenen ilimlere gelince, bunlar sihir, tılsım, göz boyama ve aldatma türü hokkabazlık işleridir.

    Câiz görülen ilimlere gelince, içinde haram bulundurmayan şiirler, tarihî haberler ve bilinmesinde zarar olmayan şeylerdir.

    Açıklamakta olduğumuz dinî ilimlere gelince, onların hepsi övülmüştür; fakat bazen dini ilim zannedilerek onlara karışan ilimler vardır ki onlar kötülenmiştir. Bu ihtimale göre dini ilimlerin sınıflandırılması övülen ve kötülenen olarak iki kısma ayrılır.

    Övülen Dinî İlimlerin Sınıflandırılması

    Övülen dinî ilimler, usul, fürû mukaddimât (alet ilimleri) ve mütemmimât (tamamlayıcı ilimler) olmak üzere dört kısma ayrılır.

    Birinci kısım, asıl ilimler olup bunlar, yüce Allah’ın kitabı, resûlünün sünneti, ümmetin icmali ve sahabenin uygulamaları olarak dört tanedir.

    Ümmetin icmali (âlimlerin dinî bir konuda ittifak etmesi) sünnete dayandığı için üçüncü derecede asıl bir ilimdir. Sahabenin uygulaması da böyledir; çünkü o da sünnete dayanır.

    Şüphesiz, sahabe i kiram, vahye ve onun inişine şahit oldular; başkalarının göremediği halleri karîneleriyle (özel ilişki ve deliller) idrak ettiler.

    Bu yolla idrak edilen öyle şeyler vardır ki onlar dille ifade edilemezler. Bundan dolayı âlimler, sahabeye uymayı ve onların uygulamalarıyla amel etmeyi gerekli gördüler.

    Bazılarına göre bunun hususi şartı ve şekli vardır, onların açıklaması burada uygun düşmez.

    İkinci kısım, fürû denen ilimdir ki o, bu asıllardan anlaşılır. Fakat bu mana, sözün zâhirî lafzından (ve terkibinden) değil, nurlu bir akılla onun manasından çıkarılır; böylece söylenen lafızdan, başka bir manaya (ve hükme) ulaşılır.

    Hz. Peygamber’in ﷺ:

    Hâkim, kızgın iken hüküm vermesin

    HADİSİ ŞERİF – Buhârî, Ahkâm, 13; Müslim, Akzıye, 7.

    hadisinden, def-i hacet için sıkışmışken, iken ve hastalıktan acı çekerken hüküm vermesin manasının anlaşılması gibi.

    Bu fürû ilmi de ikiye ayrılır:

    Birincisi, dünya işlerini tanzim ile alakalıdır. Onu fikih kitapları konu eder, onları açıklamak fakihlere düşer. Onlar (ilmin sadece bu kısmıyla meşgul olanlar) dünya âlimleridir.

    İkincisi, ahiret işlerini düzenlemekle alakalıdır. O, kalbin hallerini, onun övülen ve kötülenen ahlâkını, Allah katında razı olunan ve sevilmeyen durumları bilmektir.

    İhyau ulumiddin ‘in son kismi (dördüncü cildi) bunları konu eder. İbadet ve âdetlerde kalpten azalara sirayet eden feyiz ve halleri bilmek de bu kısma girer. Kitabın birinci cildi de bunları işlemektedir.

    Üçüncü kısım, ilimlerin mukaddimesi olup onları elde etmede alet görevi yapan ilimlerdir; lügat ve nahiv ilmi gibi. Onlar, yüce Allah’ın kitabını ve Allah Resul’ünün sünnetini öğrenmede birer alet durumundadır; yoksa lügat ve nahiv bizâtihi dinî ilimlerden değildir.

    Fakat din sebebiyle onlara dalmak gereklidir; çünkü (Kur’an ve Sünnete dayalı olan) bu din Arapça olarak gelmiştir. Her şeriat ancak bir dille ortaya konur; bu durumda o dili öğrenmek bir alet hükmünde olur.

    Bu aletlerden biri de yazı ilmidir; ancak o dil gibi zaruri değildir. Çünkü Hz. Peygamber ﷺ ümmî idi (okuma yazma bilmiyordu). Eğer her işitilen ilim ezberlenmiş olsaydı, yazıya ihtiyaç kalmazdı, fakat genelde insanlar bundan aciz oldukları için dinî ilimleri yazı ile tespit etmek zaruri oldu.

    Dördüncü kısım, dinin asıl ilimlerini tamamlayan ilimlerdir. Kur’ân-ı Hakîm’le ilgili tamamlayıcı ilimler üç kısma ayrılır.

    Kur’an’ın lafzıyla alakalı ilimler. Bunlar Kur’an’ın okunuş şekillerini ve harflerin çıkış yerlerini öğreten ilimlerdir ki onlara “kıraat” ve “mehâricü’l-hurûf” ilmi denir.

    Kur’an’ın manasıyla alakalı ilimler. Tefsir gibi. Tefsirin esası nakle dayanır; onun için sadece dili bilmek yetmez.

    Kur’an’ın hükümleriyle ilgili ilimler. Nâsihi, mensuhu, lafzın umumi ve has olanını, nassi, zâhiri, bazılarıyla amel edip bazılarıyla amel etmemeyi bilmek gibi ilimler bu kısma girer. Bu ilme usulu fıkıh yani fıkıh usulü denir. O, sünneti de içine alır.

    Hadis ve haberleri tamamlayan ilimlere gelince, bunlar, hadisleri nakledenlerin isimlerini, neseplerini, sahabenin isimlerini ve sıfatlarını bilmektir.

    Ayrıca hadisin senet yönünden kuvvetli olanından zayıfını ayırmak için râvilerin adalet hallerini bilmek; yine müsned hadisten mürsel olanını ayırmak için râvilerin vefat tarihlerini ve bununla alakalı ilimleri bilmek de bu kısma girer.

    Bütün bunlar dini ilimler olup hepsi övülmüştür. Dahası, bunların hepsi farzı kifaye ilimler hükmündedir.

    Eğer, “Fıkhi niçin dünya ilimlerine kattın ve fakihleri de dünya âlimleri arasında saydın?” dersen, derim ki:

    Şunu iyi bil: Allah Teâlâ, Hz. Âdem’i [aleyhisselâm] topraktan yarattı. Zürriyetini de süzülmüş çamurdan ve atılmış sudan yarattı; onları babalarının sulbünden annelerinin rahmine attı, oradan dünyaya getirdi, sonra kabre nakletti, sonra mahşere, sonra da cennete veya cehenneme sevk etti.

    İnsanın başlangıcı ve sonu budur. Geçtiği menzilleri de bunlardır. Allah Teâlâ dünyayı ahiret için bir azık olarak yarattı, ondan azık olmaya uygun şeylerin alınmasını istedi.

    Eğer insanlar dünyaya adaletle sahip olsalardı, düşmanlık ve çekişmeler kesilir, fakihlere iş kalmazdı. Fakat onlar dünyayı hırs ve şehvetle aldıkları için, ondan çekişme ve düşmanlıklar doğdu.

    Bu durumda onları yönetecek sultana (otoriteye) ihtiyaç oldu. Sultanın da insanları yönetecek kanunlara ihtiyacı oldu. İşte fakih, insanları yönetecek kanunları bilen ve çekişmeye düşen insanların arasında hüküm veren kimsedir.

    Bu durumuyla o, sultanın hocası ve ona insanları yönetme ve kontrolde tutma yollarını gösteren rehberi konumundadır; insanların dünyadaki işlerinin düzgün bir şekilde yürümesi için bunu yapmak gereklidir.

    Ömrüme yemin olsun ki bu iş (hukuk) dinle de alakalıdır fakat onun dinle alakası dünya vasıtasıyladır; çünkü dünya ahiretin tarlasıdır. Din ancak dünya ile tamam olur.

    Din ile mülk (yönetim) iki ikiz gibidir. Din asıldır, sultan ise koruyucudur. Aslı olmayan şey, yıkılıp dağıldığı gibi, koruyucusu olmayan da zayi olur.

    Halkı yönetmek ve kontrol etmek ancak sultanla (güçlü otorite ile) mümkündür. Halkın arasındaki nizalı meseleleri halletmenin yolu da fıkıhtır yani kanundur.

    Halkın sultan tarafından yönetilmesi birinci derecede din ilimlerinden değildir; o sadece dinin kendisiyle tamamlanacağı bir konuda yardımcıdır. Yönetimin nasıl yapılacağının bilinmesi de aynı şekildedir. Bunu bir örnekle açıklayalım:

    Bilindiği gibi devrimizde hac ibadeti, hacıları yolda Arap soygunculardan koruyan özel muhafızlarla tamam olur. Fakat hac ayrı bir iştir; hac için yola çıkmak ayrı bir iştir.

    Haccın kendisiyle tamamlanacağı yol güvenliği ise üçüncü bir iştir. Yol güvenliğini sağlamanın usul ve yöntemlerini bilmek ise dördüncü bir iştir.

    Özetle fıkhın da üstlendiği görev, siyasetin nasıl olacağını ve yol güvenliğinin nasıl sağlanacağını bilmek gibidir. Hz. Peygamber’in ﷺ şu hadisi bu görüşümüzü desteklemektedir:

    İnsanlara ancak şu üç kimse fetva verir: Emîr (idareci), memur (görevli kimse), kendini gereksiz yere yük altına sokan.

    Hadisi şerif – İbn Mâce, Edeb, 40; Dârimî, Mukaddime, 21.

    Hadiste geçen “emir”, insanlara dinde imamlık (reislik) yapan kimselerdir; önceleri bu işi müftüler yürütüyordu. Memur, onun vekilidir.

    Kendini gereksiz yük altına sokan ise bu ikisinin dışında biri olup o, kendisine bir ihtiyaç yokken (ve ona böyle bir görev verilmemişken) bu sorumlu işe giren kimsedir.

    Allah kendilerinden razı olsun, sahabe i kiram fetva işlerinden sakınıyorlardı. Onların her biri kendilerine fetvalık bir iş gelince onu diğerlerine havale ediyorlardı. Kur’an ve ahiret ilminden sorulunca ise çekinmeden cevap veriyorlardı.

    Hadisin başka bir rivayetinde, üçüncü maddedeki, “Kendini gereksiz yere yük altına sokan” yerine, “gösteriş yapan” ifadesi geçmektedir.1

    Kendisine ihtiyaç yokken, fetva sorumluluğunun altına giren kimse, bununla ancak makam ve mal elde etme peşindedir.

    Eğer sen, “Fakih için bu söylediklerin, yaralamalarda, hadlerde (şekli ve miktarı belirtilen cezalarda), borçlarda ve mahkemelik işleri halletmede doğrudur, fakat ibadetler bölümünde anlatılan namaz ve oruç gibi ibadetler için ve âdetler bölümünde konu edilen muamelelerdeki helâl ve haramın açıklanması için doğru değildir” dersen, ben de cevap olarak derim ki:

    Fakihin, üzerinde konuştuğu ve aslında ahiret amellerinden olan işlerin başında İslâm, namaz, zekât, helâl ve haramlar gelir. Bunların sadece zahiriyle uğraşan fakihin ulaştığı noktayı düşündüğünde, onun bakışının dünyadan ahirete geçmediğini (işin zahirinde kaldığını) görürsün.

    Fakihin dinin temeli olan konularda durumu bu ise diğerlerinde de böyle olacağı gün gibi açıktır. Ne demek istediğimi biraz açıklayayım:

    İslam’ı ele alalım. Fakih, İslâm’ın nasıl geçerli olduğu, hangi şeylerin onu bozduğu ve onun için nelerin şart olduğu hakkında konuşur.

    Bu konuda ancak dille ifade edilecek şeyleri konu eder. Kalbe gelince o, fakihin yetki alanı dışındadır; çünkü Resulullah ﷺ kılıç erbabını ve sultanları bu işten uzak tutmuştur.

    Bunu şu hadisten anlıyoruz. Allah Resulü, bir savaş sırasında, “lâ ilâhe illallah” diyerek İslâm’a girdiğini ilan eden kimseyi öldüren ve onun bunu kılıç korkusundan söylediğini dile getiren ordu komutanına,

    Kalbini yarıp baktın mı?

    Hadisi Şerif – Müslim, İmân, 43.

    buyurmuştur. Aslında fakih, kılıç altında İslâm’a girmenin geçerli olduğuna hükmeder. Şunu da bilir ki kılıç kendisine onun niyetini göstermez, kalbinden cehalet ve hayret perdesini kaldırmaz.

    Fakat o, kılıç sahibine kâfiri öldürmesini işaret eder; kılıç adamın boynundadır, el, de malına uzanmaktadır. Tam o sırada kâfir, “lâ ilâhe illallah” deyip İslâm’a girdiğini söylerse, canını ve malını kurtarır.

    Yaşadığı sürece canı ve malı konusunda güven içinde olur. Bu, dünyada geçerli bir durumdur. Resulullah ﷺ bu konuda şöyle buyurmuştur:

    İnsanlar ‘lâ ilâhe illallah” deyinceye kadar, onlarla savaşmakla emir olundum. Bunu söylediklerinde kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar.

    Hadisi Şerif Buhârî, İmân, 17, Zekât, 1, İstisâm, 2; Müslim, İmân, 32; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/11; 2/314.

    Hz. Peygamber ﷺ bu sözün dünyada kanı ve malı koruyacağını söyledi. Ahirete gelince, orada mallar fayda vermez, ancak kalplerin nurları, sırları ve ihlâsları fayda verir.

    Bunlar da fakihin ihtisas alanına girmez. Eğer fakih bu konulara dalacak olsa, kelâm ve tip ilmine dalmış gibi olur; bunlar ise onun ihtisas alanı dışındadır.

    Namazı ele alalım. Bir kimse namazın zahirî şartlarını yerine getirerek namazını kılsa, fakih bu kimsenin namazının geçerli olduğuna fetva verir.

    Bu kimse, başlangıç tekbiri hariç, başından sonuna kadar bütün namazı içinde gaflete düşse ve çarşı pazarda yaptığı işleri düşünmekle meşgul olsa da fakih onun namazının geçerli olduğunu söyler.

    Halbuki bu namaz ahirette fayda vermez; sadece dille İslâm’a girdiğini söylemenin fayda vermediği gibi. Fakat fakih bu namazın geçerli olduğunu söyler.

    Yani onun yaptığı ile, “namaz kılınız” emrinin yerine geldiğini, ondan öldürülme ve taʼzir cezasının düştüğünü söyler. Ahiret ameli olan ve zahirî amelin ancak kendisiyle fayda verdiği huşûa ve kalp huzuruna gelince, fakih bu konuya girmez; girerse ihtisası dışına çıkmış olur.

    Zekâta gelince: Fakih, sultanın zenginlerden kesin talep edeceği ve vermeyenden zorla alacağı kısma bakar; onu veren kimsenin borcunu yerine getirdiğini ve sorumluluktan kurtulduğunu söyler.

    Anlatıldığına göre kadı Ebû Yusuf, zekâta giren malını senesini doldurmadan önce hanımına hediye eder, sonra onun tekrar kendisine hediye edilmesini isterdi; böylece zekât vermekten kurtulmuş olurdu.

    Onun bu yaptığı Ebu Hanife ‘ye [rahmetullahi aleyh] anlatılınca, “Bu onun derin fıkhındandır” demiştir.2 Ebu Hanife doğru söyledi; evet o, dünyada geçerli bir fıkıhtır; fakat onun ahiretteki zararı bütün kusurlardan daha büyüktür. İşte bu, zararlı ilimdir.

    Helal ve harama gelince: Haramdan sakınmak (vera) dindendir fakat bu, dört derecede gerçekleşir:

    Birincisi, şahitliğin kabul edilmesinde kişinin adaleti için şart olan vera’dır. Bu vera terkedildiğinde kişi şahitlik, hüküm ve velilik ehliyetini kaybeder. Bu vera, zâhirî haramlardan kaçınmaktır.

    İkincisi, Salihlerin verasıdır. O, içinde haram ihtimalinin bulunduğu şüpheli şeylerden sakınmaktır. Hz. Peygamber ﷺ şöyle buyurmuştur:

    Sana şüphe vereni bırak, kalbinin rahat ettiği işe bak.

    Hadisi Şerif – Buhârî, Büyû`, 3; Tirmizî, Kıyâmet, 60; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/153.

    Diğer hadiste şöyle buyrulmuştur:

    Günah, kalplerin ürperip çarpmasıdır.

    Hadisi Şerif – Beyhakî, Şuabül-İmân, nr. 5434; Taberânî, el-Mu’cemü l-Kebîr, nr. 8648; Heysemî, Mec mau’z-Zevâid, 1/176.

    Üçüncüsü, müttakilerin verasıdır. O, harama düşme korkusuyla, helâl olan şeyleri terk etmektir. Resûlullah ﷺ şöyle buyurmuştur:

    Bir kimse, harama düşerim korkusuyla sakıncası olmayan bazı şeyleri terk etmedikçe, gerçek müttakilerden olamaz.

    Hadisi Şerif – Tirmizî, Kıyâmet, 19; İbn Mâce, Zühd, 24.

    Mesela, gıybete düşme korkusuyla, insanların hallerinden bahsetmekten çekinmek buna bir örnektir. Yine, haram şeyleri işlemeye sebep olacak hırs ve taşkınlıktan korkarak iştah duyduğu helâl şeyleri yemekten çekinmek de bu kısma girer.

    Dördüncüsü, sıddıkların verasıdır. Bu, ömründen bir saati (bir anı) bile yüce Allah’a daha fazla yaklaşmaya vesile olmayacak bir şeye harcamaktan korkarak Allah Teâlâ’nın dışındaki her şeyden (mâsivadan) yüz çevirmektir. Böyle bir kul, bu şeylerin kendisini harama götürmeyeceğini kesin olarak bilse dahi, böyle davranır.

    Birinci derece hariç, diğer üç derece fakihin görüşünün (ve ihtisasının) dışındadır. Onun ihtisasına giren kısım, şahitlerin ve hâkimlerin haramdan sakınması ile adalet vasfını zedeleyen durumlardır.

    Bunu yerine getirmek de ahiretteki günahı ortadan kaldırmaz. Hz. Peygamber ﷺ, Vâbisa’ya şöyle buyurmuştur:

    Sana fetva verseler de, evet sana fetva verseler de sen (sonuçta) kalbine danış.

    Hadisi Şerif – Ebû Yaʻlâ, el-Müsned, nr. 1586; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, 1/175; ayrıca bk. Dârimî, Büyû`, 2; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/227, 228.

    Fakih kalbin tepkileri ve onlarla nasıl amel edileceği konusunda söz etmez; o sadece kişinin adalet vasfını zedeleyen durumlar hakkında konuşur.

    Şu halde fakihin bütün bakışı ve görüşü, kendisiyle ahiret yolunun ıslah edildiği dünyaya bağlıdır. O, kalbin vasıfları ve ahiretin hükümleriyle ilgili bir konuda konuştuğunda bu, (müşahede ve yakînî ilimden değil) başkalarına tâbi olarak yapılmış nakillerden ibarettir.

    Bu, onun tıptan, hesaptan, yıldızlardan, kelâm ilminden, hikmetten, sarf ve nahivden bahsetmesine benzer.

    Zâhirî ilmin de üstatlarından olan Süfyân-ı Sevrî derdi ki: “Bu ilmi (fıkhî) öğrenmek ahiret azığı değildir.”

    Onun sözü doğrudur, çünkü bütün âlimler ilimdeki şerefin onunla amel etmek olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Kişi bu şerefin zıhâr, liân, selem, icâre ve sarf işlerini bilmek olduğunu nasıl düşünür?

    Kim (sadece) bu işleri Allah Teâlâ’ya yakınlaşmak için öğrenirse o delidir. Kulu Allah’a yaklaştıracak amel, taatleri kalp ve âzalarla birlikte yapmaktır. Asıl şeref işte bu şekilde yapılan amellerdir.

    Eğer, “Fakih ile tabibi nasıl eşit görürsün. Tıp, dünya ile alakalı olup bedenin sıhhatini konu eder. Fıkıh ise dinin doğru anlaşılması ve yaşanmasıyla ilgilidir.

    Tıp ile fıkhı eşit görmek Müslümanların icmâına aykırı değil midir?” dersen, derim ki: Bu söylediklerimizden ikisinin eşit olması lazım gelmez. Eşit olmadıkları gibi aralarında fark vardır.

    Fıkıh üç yönden tıptan daha şereflidir.

    Fıkıh dini bir ilimdir; çünkü o, peygamberler vasıtasıyla elde edilen bir ilimdir; bu yönüyle tıptan ayrıdır. Tıp, dinî ilimlerden değildir.

    Sağlıklı olsun hasta olsun, ahiret yolcularından hiç kimse fıkıh ilminden uzak kalamaz. Tıbba gelince, ona ancak hasta olanlar ihtiyaç duyarlar; onlar da azdır.

    Fıkıh ilminin, ahiret ilmiyle yakınlığı (ve ortak yönleri) vardır; çünkü fıkıh, âzaların amellerine bakmaktadır. Azaların amellerinin kaynağı ve başlangıç noktası ise kalbin vasıflarıdır.

    Övülen güzel ameller, insanı ahirette kurtaracak güzel ahlâktan kaynaklanmaktadır. Kötü ameller ise kalpteki kötü huylardan ileri gelmektedir. Amellerin kalple bağlantısı açıktır.

    Tıbbın ilgilendiği sıhhat ve hastalığa gelince, onların kaynağı mizaçtaki terkiplerin safi (dengede) kalması veya dengelerin bozulmasıdır.

    Bu, kalbin vasıflarıyla değil, bedenin vasıflarıyla ilgilidir. Tıbbin yanında fıkhın şerefi açıktır. Ahiret yolunun ilmiyle fıkhı kıyasladığımızda ise ahiret yolunun ilminin daha şerefli olduğu apaçık ortadadır.

    Ahiret Yolunu Öğreten İlimlerin Sınıflandırılması

    Eğer bana, “Bütün tafsilatı ile anlatmak mümkün olmazsa da genel hatlarına işaret edecek kadar ahiret yolunun ilmini açıkla” dersen, derim ki:

    Ahiret ilmi, mükâşefe ve muamele ilmi olarak iki kısma ayrılır.

    Birinci kısım, mükâşefe ilmidir ki ona ilm-i bâtın da denir. Bu ilim, diğer bütün ilimlerin gayesidir.

    Âriflerden biri demiştir ki: “Kimin bu ilimden bir nasibi yoksa onun kötü âkıbetle ölmesinden korkarım. Bâtin ilminden en küçük pay ise onu tasdik edip ehline havale etmektir.”

    Bir diğeri de şöyle demiştir: “Kimde iki şey varsa, ona bu ilimden hiçbir şey açılmaz. Onlar, bid’at ve kibirdir.”

    Şöyle denilmiştir: Kim (harama girecek derecede) dünyayı sever yahut sürekli hevâsına uyarsa o, bâtın ilmini elde edemez.

    Halbuki bu kimse bu haliyle diğer ilimleri elde edebilir. Bâtın ilmini inkâr edenin en küçük cezası, ondan hiçbir şey tatmamasıdır. Konuyla ilgili bir beyitte denir ki:

    “Senden uzak kalanın uzaklığına razı ol Bu öyle bir günahtır ki cezası içindedir.”

    Mükâşefe ilmi sıddıkların ve mukarrebînin (Allah katında özel yakınlık elde etmiş ârifler) ilmidir. O, kalp kötü vasıflardan arınıp temizlendiğinde kalpte ortaya çıkan bir nurdan ibarettir.

    Bu nurla pek çok işin hakikati açılır. Halbuki bu nura kavuşan kişi daha önce bu işlerin (nakil ve taklit yoluyla) sadece isimlerini işitiyor, onlar hakkında açık olmayan birtakım kapalı manalar düşünüyordu.

    Kalbe atılan nurla mükâşefe ilmi elde edilince bütün işlerin hakikati gözükür, gerçek ortaya çıkar. Artık o kimse Allah Teâlâ’nın zatı, sıfatları, fiilleri hakkında marifet sahibi olur;

    O’nun dünyayı ve ahireti yaratmasındaki hikmetini, dünyayı ahiretin tarlası ve ona hazırlanma yeri yapmasındaki sırrını anlar. Peygamberliğin, vahyin, şeytanların ve meleklerin ne demek olduğunu bilir.

    Şeytanın insana ne şekilde düşmanlık ettiğini, meleğin peygambere nasıl göründüğünü, peygamberlere vahyin nasıl ulaştığını yakînen bilir.

    Göklerin ve yerin melekûtunu (gizli hakikatlerini) bilir. Kalbi tanır; meleklerin ve şeytanların kalpte nasıl savaştıklarını idrak eder; meleğin ilhamı ile şeytanın vesvesesi arasındaki farkı bilir.

    Ahireti, cenneti, cehennemi, kabir azabını, sıratı, mîzanı, hesabı yakînen tanır. Cenâb-ı Hakk’ın,

    Ona, “Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak nefsin yeter’ denir

    Kuranı kerim – İsrâ Suresi 14. ayet

    âyetinin manasını anlar. Ayrıca Allah Teâlâ’nın,

    Ahiret yurduna gelince, gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!

    kuranı kerim – Ankebût suresi 64. ayet

    âyetinin manasını idrak eder. Allah Teâlâ’ya kavuşmanın, O’nun sonsuz şeref kaynağı cemaline bakmanın, Allah’a yaklaşmanın, O’nun yakınlığına ermenin manasını anlar.

    Ayrıca mele-i âʻlâya yükselip, melekler ve peygamberler ile arkadaş olarak mesut olmanın manasını kavrar. Cennet ehlinin derecelerinin birbirinden farkını, bizden birinin göğün ortasında parlak yıldızı gördüğü gibi, onların da birbirini böyle görmelerini anlar.

    Bunların dışında, açıklaması uzun sürecek daha pek çok şeyi anlar. Çünkü insanlar bu saydığımız şeyleri aslı itibariyle tasdik etmekle birlikte, onların manaları hakkında farklı derecelere (ve görüşlere) sahiptirler.

    Bazıları, bütün bunların ve cennette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin aklına gelmediği nimetlerden Allah Teâlâ’nın Salih kulları için hazırladıklarının birer temsilden ibaret olduğunu, cennette insanlarla birlikte bulunan şeyin sadece sıfatlar ve isimler olduğunu söylemişlerdir.

    Bazıları, anlatılan şeylerin bir kısmının temsil olduğunu, bir kısmının ise lafzından anlaşılan hakikatlere uygun olarak yaratılacağı görüşündedir.

    Bazıları, yüce Allah’ı tanımaktaki son noktanın, kulun O’nu (hakikatiyle) tanımaktan acizliğini itiraf etmesi olduğunu söylemiştir.

    Bazıları, Allah Teâlâ’yı tanıma konusunda büyük şeyler iddia etmişlerdir.

    Bazıları, Cenâb-ı Hakk’ı tanıma konusunda söylenecek son sözün, bütün avamın iman ettiği şu itikad olduğunu söylemişlerdir: Yüce Allah, mevcuttur, her şeyi bilir, her şeye gücü yeter, her şeyi işitir, her şeyi görür, konuşur.

    Biz mükâşefe ilmiyle, kalpten perdenin kalkıp bütün bu işlerin hakikatinin hiçbir şüpheye mahal kalmayacak şekilde gözle görmüşçesine ortaya çıkmasını kastediyoruz.

    Eğer kalp aynası dünya kirleriyle kirlenip tamamen kapanmasa, insanın cevherinde bunun gerçekleşmesi mümkündür. Biz ahiret yolunun ilmiyle, kalp aynasının bu pisliklerden nasıl temizleneceğinin bilinmesini kastediyoruz.

    Bu pislikler, kalbi Allah Teâlâ’dan, O’nun sıfat ve fiillerini tanımaktan perdeleyen şeylerdir. Kalbin arınıp temizlenmesi ancak şehvetlerden uzaklaşarak ve bütün hallerinde peygamberlere uyarak gerçekleşir.

    Kalp temizlendiği ve hak tarafına yöneldiği ölçüde içinde hakikatler parlar. Bu da ancak -ileride açıklanacağı üzere riyâzet, ilim ve tâlim ile gerçekleşir.

    Bu ilimler kitaplarda yazılmaz; Allah Teâlâ’nın bu ilimden lutfettiği kimseler onu ancak ehline anlatırlar. Bu ilme ehil olan kimse, bir şekilde ona ortaktır.

    Bu ortaklık müzakere yoluyla ve gizli olarak gerçekleşir. Konu ettiğimiz gizli ilim, Hz. Peygamber’in ﷺ şu hadisiyle murat ettiği ilimdir:

    Öyle gizli ilimler vardır ki onları ancak Allah’ı tanıyan âlimler bilir. Onlar bu ilimden bahsettiklerinde ona ancak Allah Teâlâ ile aldanan (halini beğenen gafil) kimseler cahilce yaklaşır (ve inkâr eder).

    Deylemî, Firdevsü’l-Ahbâr, nr. 799; Münzirî, et-Tergîb ve’t-Terhîb, nr. 141; Ali el-Müttakî, Kenzü l-Ummâl, nr. 28942.

    Allah Teâlâ’nın, kendi katından bir ilim verdiği kimseyi küçümsemeyin; çünkü Allah Teâlâ ona ilim verirken kendisini küçük görmedi.

    Hadisin tamamı ve değerlendirmesi için bk. Zebîdî, İthâfü’s-Sâde, 1/260.

    İkinci kısım, muamele ilmi olup, kalbin hallerini bilmektir.

    Kalbin halleri, övülen ve yerilen yani iyi ve kötü vasıflar olarak iki kısma ayrılır.

    Kalbin övülen güzel vasıflarından bazıları şunlardır: Sabır, şükür, havf (Allah korkusu), recâ (ümit), rıza, zühd, takva, kanaat, cömertlik, her halde Allah Teâlâ’nın ihsanlarını tanıma, ihsan, güzel zan, güzel ahlâk, güzel geçim, sıdk (samimiyet ve doğruluk), ihlâs.

    Bütün bu hallerin hakikatini, tanım ve tariflerini, elde ediliş yollarını, alametlerini, onlardan zayıf olanları kuvvetli hale getirene kadar nasıl bir tedavi gerektiğini, hiç olmayanın elde ediliş yolunu ve yöntemini bilmek ahiret ilmindendir.

    Kalbin yerilen kötü vasıflarından bazıları şunlardır: Fakirlik korkusu, takdire kızma, hainlik, kin, haset, hile, yücelik arzusu, övülme isteği, dünyada keyfetmek için uzun süre yaşama sevgisi, kibir, gösteriş, gazap, gurur, düşmanlık, buğz, tamah, cimrilik, hırs, kendini övme, nankörlük, şımarıklık, zenginleri yüceltme, fakirleri hor görme, malı ve nesebiyle övünme, tekebbür, nefsanî şeylerde yarış, sahip olduğu şeylerle böbürlenme, hakka karşı burun bükme, kendisine fayda vermeyen boş işlere dalma, (yersiz ve gereksiz) çok konuşma hevesi, kuru iddia, insanlar için süslenme, yağcılık, kendini beğenme, kendi kusurlarını bırakıp insanların kusurlarıyla meşgul olma, kalbinde hüznün bulunmayışı, kalpten haşyetin (Allah korkusunun) çıkması, bir zillete düşünce nefsine yan çıkma, hakkı savunmada zayıflık gösterme (gevşeklik ve korkaklık), içinden düşman iken dıştan dost gibi gözükmek, kendisine verilen nimetlerin çekilip alınması konusunda Allah Teâlâ’nın mekrinden (imtihan tuzağından) emin olmak, yaptığı ibadet ve taatlere güvenmek, tuzak kurmak, hainlik yapmak, ikiyüzlü davranmak, uzun emel, kati kalpli ve kaba olmak, dünya malı ile sevinmek, dünya malının yokluğuna üzülmek, yaratılmış varlıkları sevip onların ayrılığına üzülmek, sert muamele, hafifmeşreplik, acelecilik, hayâsızlık, merhametsizlik.

    Kalbin bu ve benzeri huyları çirkin işlerin kaynağı ve haram kılınan amellerin oluşma sebebidir. Onların zıddı olan güzel ahlâk ise taatlerin ve Allah’a yakınlık sebebi olan salih amellerin kaynağıdır.

    Bu kötü huyların târiflerini, hakikatlerini, sebeplerini, sonuçlarını ve ilaçlarını bilmek ahiret ilmidir. Ahiret âlimlerine göre bu farz1 ayn olan ilimler arasında yer almaktadır. (her Müslümana farzdır yani).

    Ondan yüz çeviren (ve inkâr eden) kimse, ahirette bütün sultanların sultanı olan Allah’ın kuvvetli yakalamasıyla helâk olur; aynen yapılması farz olan zâhirî amellerden yüz çeviren (ve onları inkâr eden) kimsenin, fakihlerin fetvası gereği dünya sultanlarının kılıcıyla helâk edildiği gibi.

    Fakihlerin farzı ayn ilimler dediği, dünyanın düzeni için önemlidir; bizim farzı ayn ilimler olduğunu söylediklerimiz ise ahireti kurtarmak için gereklidir.

    Kaynakça

    1. İbn Mâce, Edeb, 40; Dârimî, Rikâk, 63; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/178.
    2. Haberi Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtül-Kulûb isimli eserinde, “Bana nakledildi ki…” diyerek aynen vermektedir (bk. Kûtül-Kulûb, Beyrut 2007, 1/291; Kûtül-Kulûb: Kalplerin Azığı, İstanbul: Semerkand, 2004, 2/51). İmam Gazali haberi ondan almıştır. Bunu ihtiyatla karşılamak ve en azından imamın her sene böyle yaptığını düşünmemek gerekir. Gerçi İmam Ebu Yusuf, zekâtı düşürmek için bir yol bulmayı ve uygulamayı mekruh görmez; İmam Muhammed ise mekruh görür (bk. Şeyhzâde, Mecmaul-Enhur fî Şerhi Mültekal-Ebhur, Beyrut 1998, 1/290). Ayrıca, fıkıp kitaplarında bir zekât malını, senesi dolmadan birine hediye edip daha sonra geri alma durumunda hediye edenden ve edilenden zekâtın düşeceği belirtilmektedir (bk. İbn Nüceym, el-Bahrü’r-Râik, Beyrut 1997, 2/357; Şeyh Nizam, el-Fetaval-Hindiyye, 2. bs., Beyrut 2010, 1/201).