17. yüzyılın Nakşibendî mürşidlerinden İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhû Mektubât’ında şöyle der:
Allah Teâlâ her hâlükârda bizlere nimetlerini bağışlamaktadır. Varlığımız O’nun vergisi, varlığımızın devamı O’nun ihsanıdır. Yaşamak, bilmek, işitmek, güç yetirmek ve konuşmak gibi sahip olduğumuz bütün güzel hasletler bize O’nun bağışladığı nimetlerdir. Hayatımızda karşılaştığımız sayılamayacak kadar nimetlerin hepsi O’nun ihsanıdır. O, üzerimizden zorluğu kaldırır. Duamızı kabul eder ve sıkıntılarımızı giderir.
O, bol bol rızık verendir; işlediği günahlar dolayısıyla kullarından rızkını esirgemez. O, kusurları örtendir; işledikleri günahları ifşa ederek kullarının onurunu çiğnetmez. O, son derece halîmdir; suçluları hemen cezalandırmaz. O çok cömerttir; dostu düşmanı herkese verir. O’nun en büyük nimeti; bizleri İslâm’a çağırması, Peygamberimiz aleyhissalâtu vesselama tâbi olmamızı istemesi ve böylece bizlere cennet yolunu göstermesidir. Zira ebedî hayat ve sonsuz mutluluk buna bağlıdır. Allah’ın bizden hoşnut olması da öyle.
Kısacası Allah’ın ikramı ve ihsanı güneşten daha açıktır. Allah’tan başkasının bize yapacağı iyilikler de sonuçta O’nun kudretindedir. Bizim onlardan bir şey istememiz, emanetçiden emanet istemek veya dilenciden bir şey istemek gibidir. Bu yediden yetmişe herkesin kabul ettiği apaçık bir gerçektir.
Kuşkusuz akıl, hiç düşünmeden nimet verene teşekkürün ve hürmetin gerekli olduğuna hükmeder. Şu halde gerçek nimet verici olan Hak Teâlâ’ya şükretmemizin ve O’na hürmet etmemizin gerekliliği akılla sabit, apaçık bir hükümdür. Hak Teâlâ son derece yüce ve noksanlıklardan paktır. Diğer yandan biz kullar noksanlıklarla kuşatılmış âciz varlıklarız. Bu sebeple Allah ile doğrudan münasebet kuramamakta ve O’na nasıl şükredileceğini bilememekteyiz. Nitekim insanlar çoğu defa Allah’ı yüceltmek için bazı ifadeler kullanırlar, ama bunlar Cenâb-ı Hak katında yakışıksız şeyler olabilir.
İnsan bir şeyin Allah’a karşı saygı ve tazim ifade ettiğini düşündüğü halde gerçekte o şey hürmetsizlik ifade edebilir. İnsanlar Allah’a nasıl hürmet edeceklerini yine Allah’tan öğrenmedikleri müddetçe O’na gereği gibi hürmet edemezler. İnsanların kendi kendilerine buldukları övgü ifadeleri belki Allah katında yergi ifade edebilir.
İşte hak din İslâm, Allah’tan alınan hürmet ifadesi ve şekillerinin ta kendisidir. İster kalple yapılan ibadetler olsun ister dille, ister diğer azalarımızla icra edilen ibadetler olsun; bunların hepsinin gerek şartları gerekse kuralları dinimiz tarafından belirlenmiş ve dinimizi tebliğ eden Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem tarafından ayrıntılı biçimde açıklanmıştır. Kalple, bedenle, imanla, amelle ilgili olan her türlü şükür ifadesi dinî hükümlerle sınırlıdır.
Şeriatın çizdiği sınırlara uymadan yapılan hiçbir ibadet ve tazim makbul değildir. Aksine, böyle bir ibadet ters sonuçlar doğurur. Kulun bu manada iyilik kabul ettiği bir şey gerçekte kötülüğün ta kendisidir.
Bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere Allah’a şükretmek gerekli olduğu gibi şeriata göre hareket etmek de aklî bir zorunluluk olmakta ve şeriatın sınırları dışında Allah’a şükretmenin imkânsızlığı anlaşılmaktadır.
Şeriatın iki ana kısmı vardır: Biri iman, diğeri uygulama kısmı. Şeriatın itikad boyutu dinin aslını ve temelini oluştururken, uygulama boyutu da ayrıntılarını ve dallarını oluşturur. Dinin itikad tarafını ihmal eden kimsenin âhiret azabından kurtulması imkânsızdır. Amel tarafını ihmal eden kimsenin işi ise Allah’a kalmıştır; dilerse affeder dilerse günahı kadar cezalandırır. Fakat cehennemde ebedî kalmak, dinin itikad tarafını ihmal edenlere ve dine ait olduğu kesin olarak bilinen hükümleri inkâr eden kimselere mahsus bir cezadır. Şeriatın amel tarafında kusuru olan kimseler, her ne kadar Allah’ın azabına maruz kalabilirlerse de bu azap ebedî olmayacaktır.
Kırık Bir Gönülle
18. yüzyılın büyük sûfî âlimlerinden, Nakşî-Hâlidî yolunun pîri Hâlid-i Bağdâdî kuddise sırruhû kaleme aldığı Risâle’sinde şunları dile getirir:
Yüce Allah’ın velî kulları, günah işlemekte ısrar etmekten korunmuşlardır. Onlar bir hataya düştüklerinde hemen Cenâb-ı Hakk’a yalvarıp yakarır, tevbe ve istiğfar ederler. Hatta bazen küçük bir günah işlemeleri sebebiyle, Allah Teâlâ’ya o kadar çok yalvarır, dua eder, pişmanlık duyar, tedirgin olup ağlamaya devam ederler ki dereceleri kat kat artar. Bu sebeple İbn Ataullah İskenderî kuddise sırruhû Hikem adlı eserinde şöyle demiştir:
“Nefsin zelil, gönlün kırık ve pişman olmasına sebep olan nice günah vardır ki, büyüklenmeye ve kibirlenmeye sebep olan ibadetten daha hayırlıdır.”
Yine hakikat ehli demişlerdir ki:
“Tevbekâr bir velî, günah işlemeyen bir velîden sıfat ve amel bakımından eşit oldukları takdirde daha faziletlidir. Çünkü tevbe eden velînin kalbinde Yüce Allah’a karşı devamlı yalvarış, pişmanlık ve tedirginlik vardır.”
Bugün bazı kimseler zamanımızdaki mürşidlerden herhangi birinin, lezzetli yemeklerden yediğini, soğuk içeceklerden içtiğini ve güzel elbiseler giydiğini görseler, o velînin tasarrufu ve kemalâtının eserleri gökyüzündeki güneş gibi aşikâr olduğu halde hemen onu inkâr, haline itiraz ederler. Halbuki bu gibi şeyler, dinin mübah kıldığı şeyler olup bunları (yeterli miktarda) yapmakta bir zarar yoktur.
Bütün bu inkâr ve itirazlar ise kişinin kendi görüşlerine güvenmesi ve kendi aklınca bir velî hayal etmesinden kaynaklanır. Velîlerin, mürşidlerin alışılmış âdetlere ve halka ters gibi görünen bazı halleri olsa bile bu onların velîliğine zarar vermez. Aksine bir velî, sadece dinin yasakladığı şeylerden sakınmakla ve farzları eda etmekle yetinse bile bu durum onun velîliğine zıt değildir.