İçeriğe geç

Keramet Nedir? Keramet Ne Demek?

    Keramet” kelime anlamı olarak iyilik, cömertlik, şeref, saygınlık, ahlâklılık, yücelik ve hürmet gibi manalara gelir. Tasavvufî bir kavram olarak ise; Allah Teâlâ’nın takva ehli kullarına herhangi bir sebeple veya tamamen sebepsiz olarak ihsan ettiği olağanüstü olaylar demektir. Bu olağanüstülük, normal hayatta alışageldiğimiz sebep-sonuç ilişkisinin dışında sıra dışı durumlardır. Kendisinden keramet zuhur eden bir velînin üstünlük ya da seçilmiş bir kul olduğu iddiası olmadığı gibi kimseye meydan okuma niyeti de yoktur. Keramet bazen sıkıntı anında beklenmedik ilâhî bir yardım ve destek şeklinde zuhur eder, bazen de kişinin Rabbi’ne itimat ve tevekkülünü artırmak üzere oluverir.

    Mucize ve keramet iki farklı olgudur. Mucize sadece peygamberlere verilmişken keramet Cenâb-ı Allah’ın bazı sâlih kullarından zuhur eder. Hiçbir keramet sahibi peygamber olduğunu iddia etmez. Tam aksine Rabbi’ne karşı tevazusu ve mahcubiyeti artar. Hatta kendisine ikram edilen bu hali saklamak ister.

    Keramet, kelime olarak Kur’an-ı Kerim’de yer almaz. Fakat bazı ayet-i kerimelerde keramet kabilinden anlatılan olağanüstü olaylar mevcuttur. Hz. Meryem’in yaşadıkları buna bir örnektir. Ayet-i kerimede mealen buyurulur ki:

    “Rabb’i Meryem’i güzel bir şekilde kabul buyurdu, onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Onun bakımını Zekeriyya’ya yükledi. Zekeriyya, onun yanına, mabede her girişinde orada bir rızık buluyordu. Ona, ‘Ey Meryem, bu yiyecekler sana nereden geliyor?’ diye soruyor, o da, ‘Bu Allah tarafındandır. Allah dilediğine sayısız rızık verir’ diyordu.” (Âl-i İmrân 37)

    Bu ayet-i kerimede açıklandığı üzere Hz. Meryem’in yazın kış, kışın da yaz meyvelerine mazhar olması keramet olarak ifade edilmiştir. Çünkü Hz. Meryem peygamber değildir.

    Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem de bazı hadis-i şeriflerinde bazı kimselerin kerametlerinden bahsetmiştir. Mesela uzun bir hadis-i şerifte anlatılan, bir mağarada mahsur kalan üç kişinin hikâyesi buna örnektir. Bu üç zat mağaranın kapısının büyük bir kaya ile kapanması üzerine sırayla Allah rızası için yaptıkları şeyleri söyleyerek dua etmişler ve böylece mağaradan kurtulmuşlardır.

    Kerametler genelgeçer tabiat kuralları ile açıklanamaz. Uzun bir süre bir şey yemeden içmeden yaşamak, duanın hemen kabul olması, su üstünde yürümek, aynı anda birkaç farklı yerde bulunmak, kısa bir zamanda gidilemeyecek bir yere bir anda varmak gibi kerametler bu duruma örnektir.

    En büyük keramet ise istikamet sahibi olmaktır, denilmiştir. Yani nefsin, şeytanın ve dünyanın ayartıcılığına rağmen Allah Teâlâ’nın emir ve yasaklarına uyarak yaşamaktır. Bu gerçekten kerametin kelime anlamındaki ilâhî ikramın en açık halidir. Asıl talep edilmesi gereken keramet de budur. Çünkü başka olağandışı haller bir imtihan olarak da verilebilir. En azından bir tür emanet olma vasfı vardır. İmtihan zaten bir sınanma halidir, talep edilmez. Emanetin ise hakkının verilmesi gerekir. Yani keramet “istenilmez, belki verilir” cinsinden bir hediyedir.

    Sûfîlerin kerametle ilgili tavrına Şah-ı Nakşibend kuddise sırruhûnun şu menkıbesi güzel bir örnektir:

    Bir gün sâliklerle birlikte yürürken kerametten bahis açılır, yanındakiler kendisinden keramet beklentilerini ima ederler. O ise şöyle buyurur:

    “Bunca günaha rağmen Allah’ın mülkünde yürüyebiliyoruz ya, bundan büyük keramet mi olur?”

    Bir seferinde de müridlerinin kendisinde görülen kerametlerden bahsetmesi üzerine “Onlar müridlerin kerametleridir” buyurmuş, kerametleri kendisine nisbet etmemiştir.

    Keramet konusundaki uyarısı ise şöyledir: “Birisi bir bahçeye girse ve her ağacın, her yaprağın ‘ey Allah’ın velîsi’ diye seslendiğini duysa, zâhir ve bâtını o sese asla yönelmemeli, aksine kulluk çabası artmalıdır.”

    Cafer-i Sâdık rahmetullahi aleyh hazretleri, önemli olanın Allah’ın rızası olduğunu, keramet göstermek olmadığını şöyle ifade eder:

    “Kim nefsiyle yine nefsi adına mücahede ederse birtakım olağanüstü hallere (kerametlere) ulaşır. Kim de nefsiyle Allah için mücahede ederse Allah’a ulaşır.”

    O halde tasavvuftaki nefs ile mücahede ve mücadeleden gaye herhangi bir güç, insanlar nezdinde itibar ve prestij elde etmek değil, Allah’a vâsıl olmaktır. Başka bir niyet sâliki yolda bırakır, belki ilâhî gazaba sebep olur. Bu manada Ebû Ali Cüzcânî kuddise sırruhû şöyle demiştir: “İstikamet sahibi ol, keramet sahibi olma. Çünkü nefsin keramet, Rabbin istikamet istiyor.”

    Ebü’l-Hasan el-Harakânî kuddise sırruhû, Allah’a giden yolda bin durak olduğunu söyler, sonra şöyle devam eder: “Şayet kulun yönelimi ve gayreti azsa diğer makamlardan hiçbirine ulaşamaz, ilk makamda kalakalır.” Bu takılmanın bir sebebi de keramet kabilinden bazı haller olabilir. Çünkü nefs bunu ister. Olağanüstü bir olay olması sebebiyle çekici gelir. Bu sebeple bazı sûfiler manevi zevk ve keramet hallerini “yoldaki oyuncaklar” şeklinde tarif ederler. Dolayısıyla bunlarla oyalanmayı rüşd değil, çocukluk olarak görürler. Ve yine bu noktada istikamet sahibi olmanın önemi üstünde dururlar. ***

    Muhammed Nesevî rahmetullahi aleyh der ki: “Bir kimse keramet gösterme peşinde ise, o bir iddiacıdır. Ama kendi tercihi ve arzusu dışında, birçok kerametleri görülen kimse gerçekten bir velîdir.” Şu halde maksat keramet göstermek değil, Allah Teâlâ’nın rızası doğrultusunda yaşamaktır. Amelleri kabule değer kılan ihlâs da budur.

    Dâvûd et-Tâî kuddise sırruhû, kulun Hakk’a vâsıl olması için keramet isteğini de terk etmesi gerektiğini şöyle anlatır: “Eğer selamet istersen, ‘Haydi dünya, Allah’a ısmarladık!’ deyip dünyaya veda et. Eğer keramet istersen âhirete, ‘Artık sen benim gözümde ölü gibisin!’ deyip cenaze namazını kılmak üzere Allahu ekber diyerek onu terk et. Yani Hakk’a erebilmek için