Son iki yüz yıllık süreçte pek çok konu gibi umran (medeniyet) kavramımız da ciddi anlamda değişime uğradı. Reformlar, yenilikler kültür birikimimizi kökünden tartışmalara açtı. Edebiyattan sosyolojiye, siyasetten iktisada birçok alanda yaklaşım ve düşünce modelimiz değişti. Kendimizden olanı, ait olduğumuz değerlerin yerine Batı’nın kurduğu, gösterdiği hayallerin, ütopyalar dünyasının esiri olduk. Kendi tanımlarımız, kavramlarımız yerine “aydın Batı”nın kuramlarına sarıldık. Kültür modellememiz de böyle oldu. Oysa Batı’nın kültürü bukalemundur. Doğru ve net bir tanımı bile ortaya koyulamamıştır henüz. Onlarca anlama gelir. Cemil Meriç, “Kültürden İrfana” adlı eserinde bu durumu şöyle özetler: “Gerçekten de kültür, Batı’nın düşünce sefaletini belgeleyen kelimelerden biri: Kaypak, karanlık, samimiyetsiz.”
Duygu, fikir ve nizam dünyamızı derinden sarsan kültürel evrilmelerle geldiğimiz son nokta karmaşalar alemi. Zihnimiz, fikrimiz, işimiz bulanık. Bu keşmekeşliğin sanat ve mimariye yansımaları da toplum düzenimizi derinden sarsan vakıadan. Zevk-i selimin kaybı hatta arkeoloji ve sanat tarihine bakış şeklimiz, eksiğimiz, metodolojik yanlışlarımız hal-i pür melalimizi ortaya koyuyor. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri yaşadığımız çağda İslam sanatları adına kendine has mimari özellikleri ortaya koyamamış, koyamıyor oluşumuz. “Şu cami, minare, çeşme, bahçe, bina bu döneme ait” diyemiyoruz. Sanattan bihaber asrı yaşıyoruz. İlgisiz, dertsiz, fikirsiz bir halin girdabına düşüyoruz günbegün. Oysa Sezai Karakoç “Unutuş ve Hatırlayış” eserinde ne güzel ifade eder: “Ama unutuş, zalim unutuş, zaman zaman merhametsiz oyununu oynamaktan geri durmaz. Toplum, sıkıştığı bir anda, geri dönüp düşünebilse, geçmişteki yaşantı ve deneyimlerinden nice çözüm ve alternatifler çekip çıkarabilir.”
Evimiz, Sokağımız, Şehrimiz…
İçinde bulunduğumuz çağda İslam ülkeleri, kültürel ve inanç kimliklerini reddetmelerinin sonucu olarak, kendi tarihi sanat-mimarlık miraslarını Batılı yayınlar ve araştırmalardan öğrenmek, bunlar vasıtasıyla geçmişlerini değerlendirmek gibi garip bir durumla karşı karşıya. “Alemin bana yaptığı ne kadar müthiş olursa olsun, benim bana yaptığım daha müthiştir” der Oscar Wilde. Hiçbir dikkatli değerlendirme ve eleştiriye tabi tutmadan gayriislami düşünceye ait değerler sosyo-kültürel tahribatın tam da orta yerinde duruyor. Bilhassa mimari alanda yaşanan krizler daha da dikkat çekici bir hal almış durumda.
Batılı kültürler kendi bunalımlarıyla boğuşup dururken İslam aleminin görevi, mazisindeki tecrübelerin şuuruna varmaya çalışmak olmalı. Ancak böylelikle insanlığın kaotik sorunlarına çözümler üretme imkanına sahip olunabilir. Bu görevin başarılmasının önündeki başlıca engel; kendi tarihi becerilerini kurban ederek, Batı kültürünün hakimiyetini tesis etmeye çabalayan İslam ülkelerinin aydınları arasındaki yaygın eğilimdir. Oysa kendi sokağını, mahallesini, şehrini, ülkesini kurmak, dahası bir insan inşa etmek adına kabiliyetlerini çok defalar ortaya koymuş İslam medeniyetinin bu manada başka yollara, kapılara uğramak gibi ihtiyaçları yoktur. “Bir çivi bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir eri, bir er de bir orduyu kurtarır” bilinci bizim kültürümüzde yalnızca askeri bir yaklaşımdan ibaret değil, hayatın her alanında göstereceğimiz, göstermemiz gereken gayreti ortaya koyar.
Bu anlamda bilhassa kültür-sanat düzleminde dokunmamız gereken en canlı, dinamik alan elbette ki evlerimiz. Evlerimiz; mahremimiz, ailemiz, neslimiz, vatanımız, ümmetimiz… Konfor alanımız, rahatımız, uzağımız, gamsızlığımız değil. İlk mamur edilmesi, mahfuz kılınması gereken yurdumuz… Taklitle değil, tecrübemizle ayağa kaldırmamız gereken ilk mimari yapı aynı zamanda. Ne diyordu Nurettin Topçu “Ahlak Nizamı”nda: “Garplılaşma adı altındaki taklitçilik, üç asırdan beri milli benliğimizi harap etmektedir. Hür olan şahsiyeti, taklidin otomatizmine irca eden gaflet, son asırlarda hayatımıza yön verenlerin felsefe ve hikmet sahipleri olmayıp, şuursuz ve hikmetsiz gövde adamları oluşundan ileri geliyordu. Taklitçilik, bizi benliğimizden ayırdı, kemirdiği şahsiyetimizin yaratıcılığını yok etti. Ruhlarımızda büsbütün silinip atılması bir türlü kabil olmayan aşağılık duygusu yarattı. Bizde bugün bizim olandan daha çok bizim olmayan unsurlar barınıyor…”
Önce Kendi Hanemiz…
Müslüman mahallesinin konumlandığı yerde merkezi bir cami tasavvuru her zaman vardır zihinlerimizde. İlk aklımıza gelen, gözlerimizin aradığı asıl unsur budur. Peki, hususi yaşam alanımızda önceliklerimiz neler? Evimizin merkezi de mescit mi mesela? AVM’lerde mescitlerin hep en aşağı kata yapıldığından dert yanarken hanemiz, İslami yaşam formuna sahip bir mimaride mi? Haremlik-selamlık kültürümüz modern sitelerde inşa edilen yapılarda sürdürülüyor mu? Kapısız odalar, perdesiz daireler, alafranga tuvaletler bize ait kültürün bir parçası mı? Evler arasındaki mesafeler yeterli düzeyde mi, ses yalıtımları mahremiyeti koruyor mu? Dahası komşusunun evine giren güneşi kesmekten imtina eden bir yapılaşmadan, hiçbir hak ve hukuku gözetmeyen vahşi bir şehir planlamasına ne ara kavuştuk?
Evimizden başlayıp sokağımıza, mahallemize, yurdumuza uzanan bir mimari zihne muhtacız. Dönüşüm için de elbette medeniyetimize ait sanatsal bir bakışa… Bu derin teori ve pratiğe de başkalarından gelecek yardımlarla değil, kendi gayretimizle ulaşabileceğimiz ciddi bir realite. Bu anlamda da “her şeyi doğru yerine koymak” İslam mimarisini tasarlamak için atılması gereken ilk adım. Bu da ancak maddi varlık unsurlarına göre değil, aynı zamanda sosyal ve dini hakikatlere, kanunlara göre doğru uygulamalarla mümkün.
İslam kültüründe Müslüman mimarın ruhi durumu, özünde, binayı kullanacak Müslüman ailenin ruhi durumundan farklı değildir. Bina da, kullanıcı için bir gösteriş ve övünme aracı değildir. Buradaki denge, sanatın doğru uygulanmasını sağlayan temeldir. Günümüzde mimariyi yeniden İslam’ın ruhuna uygun biçimde tanımlamamız ve bu bağlamda tasarım ve uygulama yapmayı amaçlamamız gerekiyor. Gayriislami mimariyi taklit edip buradan beslenmek fikrinden kaçınmalıyız. Bunun yerine, İslam mimarisinin genetik temelini anlamamız gerekiyor. Yeni Sinanların, Davut Ağaların ortaya çıkması, Müslüman hanenin, mahallenin mamur edilmesi için tez elden kendi medeniyetimize, sanatımıza, mimarimize sarılmamız elzem.
Hikmetle Emrolunmuş İnsanlarız
“Kalbin Aklı” kitabının yazarı Savaş Barkçin, 2017 yılında Zeytinburnu Kültür Merkezi’nde düzenlenen bir programda, kitabından hareketle neyi kaybettiğimizi ve nerede bulacağımızı anlatırken şu cümlelere yer vermişti: “Hikmetle emrolunmuş insanlarız. Bizim özgünlüğümüz Allah’la olan irtibatımız. Mimar Sinan’ı büyük yapan mimarlığı değil; kulluğu, yaptığı eserleri mümince yapıyor oluşu. Referansları doğru oturtmak lazım. Dede Efendi derdi de dermanı da söyler. Ama kulluğuyla sanatını icra etmeyen bunu yapamaz. Uyanıklık için her şeyin merkezinin Allah olduğunu unutmamak lazım. Kulluğa bağlanınca ürettiğinde bir fark olmalı. Ahlak kavramını bile ‘etik’ kavramına teslim ettik. İslamcılık, tenkit ettiği Batı’yı teyid eder hale geldi. Allah’ı ufkunuzdan çıkarmayın, her an yaptığınız her işte Allah’la irtibatlı olun. Kendimizi doğru anlayalım ki kendimiz olalım. Kökümüzü bilmeliyiz ki dallarımız yeşersin.”