Kalp, insana bahşedilmiş ilâhî bir cevherdir. İnsanın özü, sırları onda saklıdır. Akletme, basiret, niyet, himmet, sevgi ve nefret gibi insana has özelliklerin belirleyicisi de kalptir. Onunla insan ilâhî tecellilere ve marifetullaha mazhar kılınmıştır.
Bu kadar önemli olan bir uzvun hadis-i şerifte zayıf, ürkek, kolay av olan kuşun kalbine benzetilmesi ve övülmesi düşündürücüdür. Bu benzerliğin kalbin fizikî özelliklerine dair olmadığı açıktır.
Âlimlerimiz, bu benzerliğin nebevî iltifata ve cennete girmeye vesile olduğu için kalp inceliği, zarafet, saflık, takva, korku ve teslimiyet gibi insanı yücelten birtakım manevi meziyetlere işaret ettiğini ifade etmiştir.
Cennete giren bu zümrenin kalpleri oldukça nazik, hassas ve temizdir. Kimseye karşı kin gütmez, haset veya suizan beslemezler. Kalpleri saf ve selimdir; dünyanın cazibesine kapılmamış, günah ve manevi hastalık bulaşmamıştır.
Merhametlidirler. Herkesin iyiliğini düşünür, ihtiyaç sahibi olsalar dahi kimseye yük olmak istemezler. Hadis-i şerif, bu meziyetteki kimselerin cennete girdiklerini haber vermekte ve bu vesileyle inananları kalp inceliğine ve temizliğine davet etmektedir.
Kuşların tevekkülü gibi
Kalplerin kuş kalbine benzetilmesinin bir diğer anlamı Allah Teâlâ’ya tevekkül ve teslimiyet itibarıyladır. Zira bir hadis-i şerifte kuşların hali misal gösterilerek, tam tevekkül ve teslimiyet göstermeleri halinde kulların da diğer mahlûkat gibi rızıklandırılacakları bildirilmiş, endişeye kapılmamaları tavsiye edilmiştir. Hadis-i şerif şöyledir:
“Şayet siz Allah’a hakkıyla tevekkül edecek olursanız O sizi sabahleyin aç gidip akşama tok dönen kuşlar gibi rızıklandırır.” (Tirmizî, Zühd, 3; İbn Mâce, Zühd, 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/ 50)
Dolayısıyla mümin, hayat ve geçim hususunda endişeye kapılmamalı, Cenâb-ı Allah’a tam teslimiyet ve tevekkül etmelidir. Bunun da anlamı, şikâyet, beklenti veya gelecek kaygısına düşmeden güven içinde hayatı sürdürmektir.
Rivayete göre, Mekke’de müşriklerin baskıları artınca Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Müslümanlara hicret etmelerini tavsiye eder. Onlar “yerimiz yurdumuz, malımız olmayan bir yerde nasıl geçiniriz, bizi kim yedirir içirir, barındırır” diye endişelenirler. Bunun üzerine şu ayet-i celile nâzil olur:
“(Yeryüzünde) nice canlı var ki rızkını taşıyamaz (kendisi temin edemez). Onlara da size de rızık veren Allah’tır. O, işiten ve bilendir.” (Ankebût 60)
Yani: Nice canlı vardır ki yanında yiyecek olmadan sabahlar. Onlar muhtaçlıkları ve tevekkülüyle, siz insanlar da gücünüz ve gayretinizle rızık konusunda eşitsiniz. Hepinizin rızkını ancak Allah verir. Rızkınız birtakım sebeplere bağlanmış olmakla beraber, o sebepleri yaratan da Allah’tır.
Bundan dolayı siz, ey Mekke’de ikâmet eden müminler, hicret için fakirlikten korkmayın! Zaten her şeyi eksiksiz olarak işiten ve dolayısıyla sizin bu sözlerinizi de duyan ve kalplerinizdeki sırlarınızı bilen tek O’dur. (Sa’lebi, Keşfü’l-Beyân, 21/85)
Günaha ve mâsivâya ürkek
Hadis-i şeriften çıkarılabilecek, diğerlerine nazaran daha önemli ve üzerinde durulması gereken bir diğer anlam, kalplerin ürkeklik, zayıflık ve kırılganlık bakımından kuş kalbine benzetilmesidir. Kuş, hayvanlar içinde en ürkek olanıdır. Tehlike hissettiğinde korkar ve uçar. Bu takdirde hadis-i şerif, kalpleri Allah korkusuyla dolu, akıbeti konusunda kuşlarınki kadar ürkek olanların cennete gireceğini bildirmekte ve inananları dinî hassasiyete teşvik etmektedir.
Müminin günaha ve mâsivâya karşı hassasiyeti kuşun yabancıya karşı hassasiyeti gibi olmalıdır. Allah’tan uzaklaştıran her şeye karşı uyanık bulunmalıdır. Bir anlık gafletin onu, kuşun yırtıcının pençesine düşmesi gibi nefsin ve şeytanın tuzağına düşürüp Rabbi’nin rızasından mahrum bırakacağı endişesi taşımalıdır. Günah işleyenin cesareti cehaletten, Allah’ın azametini ve âhiret azabının şiddetini bilmemekten kaynaklanır.
Kalbe Allah korkusu yerleşince, günaha ve isyana karşı uyanık olur. Dinî hassasiyeti artar, hal ve tavırları düzelir. Gaflete düşmez, nefsin ve şeytanın oyununa gelmez. Nitekim bir hadis-i şerifte Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, güzel meziyetlerinden dolayı Yemen halkını övmüş, “Kalpleri zayıf, gönülleri pek yufkadır.” buyurmuştur. (Buhârî, Megâzi, nr. 4129; Müslim, İman, nr. 52)
Yani yürekleri Allah korkusuyla ince ve hassas olmuştur. Dünya meşakkatine dayanamaz, karışık ve zor işlere tahammül edemezler. Hem dünya hem âhiret sevgisi, hem Hakk’a hem nefse itaat gibi birbirine zıt hususlar kalplerine sığmaz. İman ve hikmet ehlidirler, yanlışa meyletmezler.
Ashab-ı Kiram’ın ve onları takip eden selef-i sâlihîn ve marifet ehlinin durumu hep böyle idi. Allah korkusu ve âhirete yönelik ürkeklik hali kalplerini öyle kaplamıştı ki mâsivâ düşkünlüğü olur diye mübahlara karşı dahi oldukça hassas idiler, ürkerek yaklaşıyorlardı. Bu hal üzere yaşadılar ve asla dünyanın cazibesine kapılmadılar.
Teslimiyet ehli kalpler
Mesele kıssadan hisse almak olunca Ashab-ı Kiram’dan Eş’arîlerin tevekkül ve teslimiyetine tercüman olan şu hadiseyi burada zikretmekte fayda var:
Olay Asr-ı Saadet’te, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin huzurunda yaşanır. Hakîm et-Tirmizî rahmetullahi aleyhin Zeyd b. Eslem radıyallahu anhudan rivayet ettiği bir hadis-i şerifte şöyle geçer:
Aralarında Ebû Mûsâ, Ebû Mâlik ve Ebu Âmir radıyallahu anhumun da olduğu Yemenli Eş’ari kabilesinden bir grup Medine-i Münevvere’ye hicret eder. Yanlarındaki erzakla bir süre idare etmiş, tükenince de sabredip kimseden bir şey istememişler. Durum dayanılmaz bir hâle gelince aralarından birini bir şeyler istemesi için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi veselleme gönderirler. Bu kimse hane-i saadetin kapısına vardığında içeride Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin şu ayeti okuduğunu işitir:
“Yeryüzünde yürüyen her canlının rızkı yalnızca Allah’ın üzerinedir. Allah o canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. (Bunların) hepsi açık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da)dır.”
Bunu duyan sahabi kendi kendine;
– Eğer böyle ise Eş’arîler Allah katında diğer canlılardan daha değersiz değildir, onların rızkı da Cenâb-ı Hakk’a zor gelmez, der ve bir şey istemeden geri döner. Arkadaşlarına;
– Müjdeler olsun, yardım geliyor, der.
Arkadaşları onun, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin huzuruna varıp durumu arzettiğini ve yardım sözü aldığını zannederler.
Derken iki kişi, ellerinde içi et ve ekmek dolu büyük bir çanakla yanlarına gelir. Bu yemekten istedikleri kadar yerler, karınları doyar. Fakat yemek artmıştır, kendi aralarında;
– Bu artan yemeği geri göndersek, belki Allah Resûlü bununla başkalarının ihtiyacını da karşılar, derler. Sonra yemeği getirenlere;
– Biz ihtiyacımızı karşıladık, bu yemeği Allah Resûlü’ne götürün, derler.
Bir müddet sonra da Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin huzuruna gelip şöyle derler:
– Ya Resûlullah, gönderdiğiniz yemek ne kadar lezzetliydi! Şimdiye kadar hiç böylesini yememiştik.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:
– Ben size yemek göndermedim ki, der. Bunun üzerine onlar, erzakları tükenince falan kimseyi kendisine gönderdiklerini ve sonrasında neler olduğunu anlatırlar.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, o sahabiye olayın nasıl olduğunu sorar, o da olanları olduğu gibi anlatır. Sonra onlara dönüp şöyle buyurur:
– Bu Allah Teâlâ’nın size nasip ettiği rızıktır. (Tirmizi, Nevâdirü’l-Usul, 5/10; Suyuti, ed-Dürrü’l-Mensûr, 4/341-342)
Kalp hassasiyeti ve takva
Kalp mana âlemindendir, özellikleri ve halleri (lâtifeleri) manevidir. Kalp inceliği takvadan, katılığı ise inkâr, isyan ve günahtan kaynaklanır. İnsan mana âlemine yaklaştıkça kalbi incelir. Maddeye, nefsin arzularına meylettikçe de kararır ve katılaşır. Gafletin, kalp dağınıklığının sebebi mâsivâya bulaşmaktır. Kalp mâsivâya daldıkça şikâyeti artar, istekleri ve meşguliyeti çoğalır, geçici ve boş hazlara daldığı için asla huzur bulamaz. İmandan, Allah korkusundan mahrum kalpler manen harap ya da ölüdür.
Kalp hassasiyeti kulun takva derecesine göre değişir. Kiminin yüksek ve süreklidir. Kiminin orta seviyede, kimileri ise ancak zorda kalınca hassasiyet gösterir. Hassasiyeti yüksek olanlar tevekkül ve teslimiyet ehlidir, korku ve endişeleri dünyayla değil Mevlâ Teâlâ ve âhiretle ilgilidir. Yanlışa, gaflete düşmekten, kalplerin değişmesinden, ölümün ansızın gelip de tevbesiz veya imansız gitmekten korkarlar.
Kalp inceliğinde zirve olanlar
İlâhî rıza ve muhabbetullahın yerleştiği kalp bir an bile Cenâb-ı Allah’ın hoşnut olmadığı bir duruma düşmekten çok korkar. İlâhî azameti düşündüğünde ürperir. Bu hâl, Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde övülmüştür:
“Müminler ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Kendilerine O’nun ayetleri okunduğunda (bu onların) imanlarını artırır ve (yalnız) Rablerine tevekkül ederler.” (Enfal 2)
Hz. Aişe radıyallahu anhâ validemiz bir defasında Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme; “Rablerine dönecekleri için verdiklerini kalpleri ürpererek verenler” (Müminûn 60) ayetindeki “kalpleri ürpererek verenler” günahkâr ve asiler midir, diye sorar. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyurur: “Hayır ya Âişe, buyurur, onlar namaz kılan, zekât veren ve kabul olmadı diye kalpleri ürperenlerdir.” (Taberânî, Mu’cemül-Evsat, 4/197)
Tarih ve tabakât kitaplarımız dinî hassasiyeti ve kalp inceliği zirvede olan Hak dostlarının hayat hikâyeleri ve ibretli sözleriyle doludur.
Rivayet edildiğine göre Basra kadısı Zürâre b. Evfâ rahmetullahi aleyh sabah namazında Müddessir suresini okuyordu. “Sonunda Sûr’a üflendiğinde, işte o gün çok çetin bir gündür” (Müddessir 8-9) ayet-i celilesine geldiğinde dayanamadı, secdeye kapandı ve ruhunu teslim etti. (Ebu Nuaym, Hilyetül’l-Evliya, 2/256)
Kur’an-ı Kerim dinlerken vefat eden Ali b. Fâzıl rahmetullahi aleyh “Kur’an maktülü” diye anılır oldu. (Zehebî, Siyerü A’lâmü’n-Nübelâ, 8/446)
Anlatıldığına göre bir gün Halife Ömer b. Abdülaziz rahmetullahi aleyhe hizmetini gören cariye şöyle dedi:
– Ey Müminlerin Emiri, tuhaf bir rüya gördüm.
Halife;
– Ne gördün? Anlat, dedi.
– Cehennemi gördüm. İyice alevlenmiş ve üzerine de sırat kurulmuş bir haldeydi, dedi. Halife;
– Devam et, dedi.
Cariye sonra sırayla Ömer b. Abdülaziz’den önceki Emevî halifelerini sayarak;
– Falan kimseyi getirdiler, sıratı geçemedi ve cehenneme düştü. Yine falan kimseyi getirdiler, o da sıratı geçemedi, cehenneme düştü. Falancayı da getirdiler, o da cehenneme düştü, dedi. Halife;
– Anlat sonra ne gördün, dedi.
– Sonra sizi gördüm, demeye kalmadan Ömer b. Abdülaziz feryat etti ve kendinden geçti. Câriye hemen eğilip kulağına;
– Siz, dedi, sıratı geçtiniz. Vallahi gördüm, siz sıratı geçtiniz.
Halife ise yerde kendinden geçmiş bir halde ayaklarını yokluyordu.
Kısacası, ince ve saf kalpli müminler, kalpleri Allah Teâlâ’ya karşı hassas, azametinden korkan, emirlerine boyun eğip sürekli murakabe ve zikir halinde olan, mahlûkata da şefkatle yaklaşan kimselerdir.
Buna karşılık, inandığı halde kalbi katı, gaflete dalmış nice kimselerin cehenneme gideceği de unutulmamalıdır.
Akıllı mümin, kalbinde korku ve ümit bir arada kararlı bir şekilde kulluğa sarılmalı, Cenâb-ı Allah’ın rızasını kazanmak için var gücüyle çabalamalıdır. Unutmamak gerekir ki cennetin tek bir nimeti dünyanın bütün lezzetlerinden vazgeçmeye değer.
Taştan sert kalpler
Kalp inceliğinden bir diğer maksat, hakkı kabule yatkınlıktır. Katı kalplileri ikna etmek zordur, açık ve net delillere rağmen Hakk’a boyun eğmezler. Kalpleri adeta taşlaşmıştır, şuursuz bir halde hareket ederler. Cenâb-ı Allah onlar hakkında şöyle buyurur:
“Sonra bunun arkasından kalpleriniz katılaştı. Şimdi onlar taşlar gibi, hattâ daha duygusuz. Çünkü taşların öylesi var ki içinde nehirler kaynıyor, öylesi var ki çatlıyor da bağrından sular fışkırıyor ve öylesi var ki Allah’ın haşyetinden yerlerde yuvarlanıyor. Siz ise neler yapıyorsunuz, Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” (Bakara 74)
Ayet-i celile, taş benzetmesiyle inkârcıları, ilâhî emirlere duyarsız olanları uyarmaktadır. Taşlar dahi Allah’ın kanunlarına mutlak boyun eğerken akıl, idrak ve irade sahibi olan insanın hayatı ve nimetleri bahşeden Rabbi’ni tanımaması, gaflete düşmesi basiretsizliktir.
Böyle gaflet ehlinin kalplerindeki incelik, mâsivâ ile yani dünya ve dünyalıklarla ilgilidir. Bu duruma düşenlerin hali, kursağına atacağı ufak bir kırıntı için tuzağa kapılan ya da yırtıcının pençesine düşen kuşa benzer.
Bir türlü rahata eremeyen, kaygısı ve şikâyeti asla dinmeyenler için yufka yürekli, zayıf kalpli denir. İnançlı oldukları halde evhamlıdırlar, bir şeyleri kaybetmenin veya erişememenin endişesinden çıkamazlar. Kendileri için takdir edilene kanaatte, musibete sabırda, nimete şükürde kusur ederler. Başkalarının başarısına tahammül edemez, içten içe onlara haset ederler. Basit bir dünyalık için dahi sevinir, kaybettiklerinde çok üzülürler.
Böyle dünya ehlini rahatlık gaflete sürükler. Nefs ve şeytanla mücadeleden hoşlanmaz, düşmana karşı da cesaretleri yoktur. Bu duruma düşmenin sebebi, Allah Teâlâ’nın takdirine, yani kaderine karşı kalbin zayıf, teslimiyet ve tevekkülün de eksik olmasıdır. Bu kimse inansa, amel etse de hep bir şeyleri eksik kalır, manen kalbi katılaşır.
Cennet, yapılan ibadet ve sâlih amellere karşılık değil, Allah Teâlâ’nın lütfu ve rahmetidir. Dolayısıyla kalp inceliği ve hassaslığı da Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve muhabbetine vesiledir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem;
– Hiç biriniz ameli sayesinde cennete giremez, buyurdular. Dediler ki:
– Ya Resûlallah, siz de mi?
Buyurdular ki:
– Evet, ben de! Ancak Allah rahmetiyle beni kuşatırsa girebilirim.” (Müslim, Münâfikîn 76, 78)
Mümin ancak Allah Teâlâ’nın inayetiyle hidayete ulaşır ve yine onun inayetiyle sâlih amel ve kulluk yapabilir. Cennet mükâfatı ancak onun rahmetiyledir. Nitekim ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Ancak Allah’ın fazlıyla ve rahmetiyle, evet yalnız bununla sevinsinler! Bu onların (dünyadaki bütün) toplamakta olduklarından hayırlıdır.” (Yunus 58)
İçimizde bir mücevher
Kalbin incelmesi, hassasiyete kavuşması Allah Teâlâ’nın inayetine bağlı olmakla birlikte sahibinin de bu yönde irade ve gayret etmesi gerekir. Değerli bir taş gibi işlenmeye yatkın olmaya çalışmalı ve işin ehlini bulmalıdır.
Kalp inceliği veya dinî hassasiyet bir anda hâsıl olmaz. Önce manevi hastalıklardan kurtulması, yabancı unsurlardan ayıklanması, yani mâsivâ tutkusundan kurtulması gerekir. Bu da ancak, bu yolun erlerini takip etmekle olur.
Kalp inceliğinin devamı da ibadetlerde devamlılık, zikir meclislerine, sâlih kimselerin ve kalbi ince olanların sohbetlerine katılmak, ölümü hatırlamak, dünya ve âhiret ahvaliyle ilgili ibretli kıssaları okumak veya sürekli akılda tutmakla mümkün olur.
“Kalpte iki duygu dolaşıp durur: Biri Allah Teâlâ’dan, diğeri de insanın düşmanı şeytandan gelir.”
Kalp yaratılışı itibariyle hayır ve şer arasında gider gelir. Mümin, kalbine gelen düşünceleri kontrol edip vesveselerden kurtulur, hayra ve hakikate yönelirse ilâhî rıza ve muhabbete ulaşır.
Hayra çağıran düşüncenin sebebi melek, kötülüğe çağıran düşüncesinin sebebi ise şeytandır. Kalbi hayır ilhamını kabule hazırlayan ilâhî lütfa “tevfîk”, şeytanın vesvesesini kabule hazırlayan şeye de “iğvâ ve hızlân” denir.
Melek, Allah Teâlâ’nın yarattığı bir varlıktır. Onun özelliği ve vazifesi kalbi hayra çağırmak, ilim öğretmek, iyiliği emretmektir. Allah Teâlâ onu bunun için yaratmış ve vazifelendirmiştir.
Şeytan ise meleğin zıddı vasıflarda yaratılmış bir varlıktır. Onun yaptığı iş kötülüğe ve çirkin işlere yöneltmek ve kul bir hayır yapmaya niyet edince onu fakirlikle korkutmaktır.
Kalp, şeytanla melek arasında, bir ona bir buna çekilip durur. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Kalpte iki çeşit duygu vardır. Biri melektendir. O hayrı vaadeder, hakkı tasdik eder. Kim kalbinde bunu bulursa onun Allah’tan olduğunu bilsin ve hamdetsin. Diğer duygu ise düşmandan yani şeytandandır. O şerri vaadeder, hakkı yalanlar ve hayırdan alıkoyar. Kim kalbinde böyle bir şey bulursa, ilâhî rahmetten kavulmuş şeytandan Allah’a sığınsın.”
Bu sözlerden sonra Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem şu ayet-i kerimeyi okumuştur:
“Şeytan sizi fakirlikle korkutarak cimriliği ve hayâsızlığı emreder. Allah ise size katından bir mağfiret ve bir lütuf vaadeder” (Bakara 268) (Tirmizi, nr. 2914; Nesâî, Sünen-i Kübrâ, nr. 10985)
Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh demiştir ki:
“Kalpte iki duygu dolaşıp durur: Biri Allah Teâlâ’dan, diğeri de insanın düşmanı şeytandan gelir. Kendisine bir düşünce ve duygu geldiğinde, onu kontrol edip Allah’tan ise kabul eden, şeytandan ise onunla mücadele edip reddeden kula Allah rahmetiyle muamele etsin.”
Kalp yaratılışı itibarıyla meleğin etkileri ile şeytanın etkilerini eşit şekilde kabul edecek özellikte yaratılmıştır. Onların biri diğerine ağır basmaz. Bir tarafın ağır basması, nefsin hevâsına uyup arzulara dalarak yahut onlardan yüz çevirip tam tersini yaparak olur.
Eğer insan tutku ve öfkeye kapılırsa, kalpte hevâ vasıtasıyla şeytanın tasallutu ortaya çıkar ve kalp şeytanın yuvası olur. Çünkü hevâ şeytanın merasıdır. Eğer insan isteklerini kontrol eder, onları nefsine musallat etmezse kalbi meleklerin yerleştiği bir yer olur.
Şeytan vesvese ile kalpte dolaşabilir. Dolayısıyla kalp; şehvet, öfke, hırs, tamah, uzun emel gibi hevâdan kaynaklanan manevi hastalıklara düşebilir. Bunun için Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem;
– Sizden her birinizin bir şeytanı vardır, buyurdu. Bunun üzerine Ashab-ı Kiram;
– Sizin de şeytanınız var mıdır ya Resûlallah, diye sorunca buyurdu ki:
– Evet, benim de şeytanım var. Ancak Allah ona karşı bana yardım etti ve teslim olup emrime girdi. O bana ancak hayır emreder. (Müslim, nr. 2814; Ebû Ya’lâ, Müsned, nr. 5121)
Şeytanın evi
Kalpte dünya sevgisi ağır basarsa şeytan kendisine bir alan bulur, vesvese verir. Kalp Allah Teâlâ’nın zikrine yöneldiğinde ondan uzaklaşır ve hareket alanı daralır. Bu defa kalbe melek yönelir ve ona hayırlı işleri ilham eder.
Kalpte melek ve şeytan arasındaki birbirini kovma mücadelesi devamlıdır. Bu durum kalbin birine meyletmesine kadar devam eder.
Kalplerin çoğunu şeytanın ordusu ele geçirmiş ve onları âhireti bir kenara atıp dünyayı tercih etmeye çağıran şüphe ve tereddütlerle doldurmuştur.
Kalplerin istila edilmesinin başlangıcı nefsin istek ve yönlendirmelerine uymaktır. Bundan sonra kalbi doğru yola iletmek, kalbi Allah Teâlâ’nın zikriyle mamur ederek mümkün olur.
Cerîr b. Ubeyde el-Adevî demiştir ki: Alâ b. Ziyâd rahmetullahi aleyhimâya içimdeki manasız düşüncelerden, şüphelerden şikâyet ettim. Bana dedi ki:
“Kalp hırsızların uğradığı bir eve benzer. Hırsız yani şeytan orada işine yarar bir şey varsa ilgilenir, yoksa çekip gider.”
Yani nefsin istek ve yönlendirmelerine tâbi olmayan kalbe şeytan girmez. Bunun için Allah Teâlâ şeytana; “Şüphesiz senin, benim ihlâslı kullarım üzerinde bir hâkimiyetin yoktur” buyurmuştur. (İsra 65)
Demek ki, kim hevâsına uyarsa o hevâsının kulu olmuştur. Bunun için Allah ona şeytanı musallat eder. Nitekim ayet-i kerimede, “Nefsinin arzusunu ilâh edineni gördün mü?” (Câsiye 23) buyurulmuştur.
Kalpten şeytanın vesvesesini ancak o vesvesenin dışındaki bir şeyi zikretmek, hatırlamak ve kalpte tutmak temizler. Bu konuda en güvenilir olanı ve içinde şeytan için bir hareket alanı bulunmayan şey, Allah Teâlâ’nın zikridir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz, takva sahiplerine şeytandan bir vesvese geldiğinde (Allah’ı) hatırlayıp düşünürler ve hemen gerçeği görürler.” (A’raf 201)
Allah Teâlâ’nın zikri ile şeytanın vesvesesi arasındaki birbirini kovma mücadelesi, nurla zulmetin, gece ile gündüzün arasındaki mücadele gibidir. Onlar birbirinin zıddı oldukları için Allah Teâlâ; “Şeytan onları istila etmiş ve kendilerine Allah’ı anmayı unutturmuştur” buyurmuştur. (Mücadele 19)
Serçe gibi kalpler
İnsan kalbi değişkendir, halden hale geçer. Cenâb-ı Allah mümin kullarının kalplerini korku, ümit, şiddet, rahmet, kaygı, huzur, kabz, bast, şevk, muhabbet gibi haller arasında değiştirir. Âsi kullarının kalplerini ise küfür, inat, nifak, şirk, şüphe gibi hallere sokar.
Kalp her yandan kendisine ok atılan bir hedef gibidir. Ona bir ok isabet ettiğinde bundan etkilenir. Kalbe şeytan geldiğinde onu hevâya uymaya çağırır. Melek geldiğinde onu hevâdan çevirir. Kısaca kalp asla kendi halinde boş bırakılmaz. Allah Teâlâ’nın, “Biz onların kalplerini ve gözlerini çeviririz” (En’am 110) ayetinde bu duruma işaret vardır.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, kalbin bu hallerine ve Allah Teâlâ’nın insanı hayrette bırakacak tecellilerine vâkıf olduğu için; “Kalpleri çeviren Allah’a yemin olsun ki, öyle değil…” şeklinde yemin ederdi. (Buhârî, nr. 6617)
Yine çok defa; “Ey kalpleri dilediği gibi çeviren Allahım, kalbimi dininde sabit tut” diye dua ederdi. Sahabiler;
– Ya Resûlallah, siz de mi kalbinizin değişmesinden korkuyorsunuz, dediklerinde buyurdu ki:
– Beni bundan ne emin edebilir ki! Kalpler Allah Teâlâ’nın kudretindedir; onu dilediği şekilde çevirir.” (Tirmizî, nr. 2140)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem kalbin halini üç misalle şöyle anlatmıştır:
“Kalp, serçe kuşu gibidir; her an bir tarafa yönelir.”
Diğer bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
“Kalpler, devamlı değişme konusunda kaynayan kazan gibidir.”
Başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurmuştur:
“Kalp, rüzgârın çölde bir oraya bir buraya savurduğu kuş tüyü gibidir.”
Kalbin sürekli değişmesi, Allah Teâlâ’nın onu halden hale çevirmesi insanı hayrete düşüren gayri ihtiyârî bir durumdur; bunu ancak kalplerini sürekli denetleyen ve hallerini güzelleştirmeye dikkat edenler anlar.
Üç kalp
Kalpler hayır ve şerde sabit kalmada veya ikisi arasında gidip gelmede üç kısma ayrılır:
Birincisi: Takva ile mamur olmuş, riyazetle tezkiye edilmiş ve kötü ahlâktan temizlenmiş kalptir. Bu kalbe gayb hazinelerinden ve melekûtun giriş kapılarından hayır düşünceleri akar. Akıl da ondaki hayrın inceliklerini bilmek ve sırlarına vâkıf olmak için hatırına gelen şeyi tefekküre yönelir. Böylece basiret nuruyla ona işin gerçek yüzü açılır, kalp onun yapılması gerektiğine hükmeder, kulu ona teşvik eder ve onunla amele çağırır.
Melek bu kalbe bakar, onu cevheriyle güzel, takvasıyla temiz, akıl ışığı ile aydınlanmış, marifet nuruyla mamur olmuş halde bulur. Onu içinde yerleşmeye uygun görür. Manevi askerlerle onu destekler, başka hayırlara sevk eder, hayır hayrı çeker ve böylece devam eder. Meleğin hayra teşvik ederek ve hayırlı işleri ona kolaylaştırarak yaptığı yardım hiç bitmez. Allah Teâlâ’nın, “Kim (malından Allah için) verir, takva sahibi olur ve en güzel sözü (kelime-i tevhidi) tasdik ederse, Biz onu en kolay yola ulaştırırız” (Leyl 5-7) ayetlerinde bu duruma bir işaret vardır.
Böyle bir kalpte Rubûbiyet penceresinden nur parlar ve gizli şirk ve şeytanın hilelerinden hiçbir şey o kalpte bulunmaz. Şeytan o kalbin dışında durur, ona parlak sözlerle aldatıcı vesveseler verir, fakat kendisine yönelecek birini bulamaz.
Bu kalp, mutmain kalptir. Allah Teâlâ’nın, “İyi bilin ki kalpler ancak Allah’ın zikri ile huzur bulur”, (Ra’d 28) “Ey Rabbi ile huzur bulmuş nefs!” (Fecr 27) ayetleriyle murad edilen kalp budur.
İkincisi: Kendi haline terk edilmiş, nefsin istek ve yönlendirmeleriyle dolmuş, kötü ve çirkin huylarla kirlenmiş, kapıları şeytana açık, meleklere kapalı olan kalptir.
Böyle bir kalp doğruyu ortaya çıkarmak için akla bakar. Halbuki akıl nefsin hizmetine alışmış, onunla dost olmuş, devamlı hevâya yardım için çareler düşünür bir haldedir.
Bu durumda nefs aklı istila eder ve ona yardımcı olur. O zaman, akıl kalbi müdafaadan geri çekildiği için kalp hevâya açılır ve içinde zulmetleri yayılır.
Şeytanın burada mekânı genişlediği için hükmü kuvvetlenir. Şeytan kalbe yönelir, ona kötülükleri süsler, aldatıcı vaadlerde bulunur, onu boş kuruntulara düşürür. Kalpte ilâhî vaad ve tehditlere ait iman etkisi zayıflar, âhiret korkusundan meydana gelen yakîn nuru söner.
İşte kalbe galip gelen hevâ böyle yapar. Öyle ki kalbin durup düşünme ve görme imkânı kalmaz. Şayet birisi ona hakkın ne olduğunu gösterip duyurmaya çalışsa anlamaz ve işitmez, anlayışı körelir, kulağı sağır olur.
Onun içinde nefsin tutkuları galeyana gelir, şeytan ortalığı alevlendirir, azalar hevâya uygun şekilde harekete geçer. Artık kalp günahtan günaha koşmaya başlar. Şu ayetlerde böyle bir kalbe işaret edilmektedir:
“Nefsinin arzusunu kendisine ilâh edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın (ve koruyacaksın)? Yoksa sen onların çoğunun (hakkı) dinlediklerini yahut anladıklarını mı sanıyorsun? Onlar hayvanlar gibidir. Hatta gidişat olarak onlardan daha şaşkın bir hâldedirler.” (Furkan 43-44)
“Gerçek şu ki, kâfir olanları (azap ile) uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir; iman etmezler.” (Bakara 6)
Bütün bunlar, nefsin isteklerinin bir sis gibi kalbi sarmasından meydana gelir. Nihayet kalp karanlık içinde kalır, nurları söner. Bu durumda hayâ, adamlık ve iman nuru da söner ve artık kul şeytanın isteklerini yerine getirmek için koşar.
Üçüncüsü: Bu kalpte hevâya ait bir düşünce ortaya çıkar ve onu kötülüğe çağırır. Buna karşılık bir de iman düşüncesi ortaya çıkar ve onu hayra çağırır. Nefs bu iki düşünce arasında gider gelir. Bu durum, kalpte birinin ona galip gelmesine kadar sürer.
Eğer kalbe şeytan galip gelirse, kalp Allah Teâlâ ve dostlarından yüz çevirip şeytana yönelir. Şeytana yardım eder, azalarında Allah Teâlâ’dan uzaklık sebebi olan işler cereyan eder.
Eğer kalbe melek galip gelirse kalp, şeytanın aldatmalarına ve âhiret işini hafife almasına kulak vermez. Allah Teâlâ’nın ordusuna meyleder, azalarda sâlih ameller ortaya çıkar.
Kalbin perdeleri açılınca
Her kalp yaratılışı itibarıyla hakikatleri bilmeye, görmeye hazırdır. Çünkü kalp şerefli, rabbânî bir şeydir. Bu özelliği ve şerefiyle diğer manevi cevherlerden ayrılır. Allah Teâlâ’nın şu ayetinde bu duruma işaret edilmektedir:
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, onun sorumluluğundan korktular. Onu insan yüklendi.” (Ahzâb 72)
Ayet-i kerimede bu emaneti yüklenen kalbin göklerden, yerden ve dağlardan ayrı bir hususiyete sahip olduğuna işaret edilmektedir. Kalp o hususiyeti ile Allah Teâlâ’nın emanetini taşımaya güç yetirmiştir. Bu emanet Allah Teâlâ’yı tanıma ve tevhiddir.
Her insanın kalbi aslında emaneti taşımaya müsaittir. Fakat bazı sebepler kalbin bu emaneti taşımasını ve hakikate ulaşmasını engeller.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin, “Eğer şeytanlar insanların kalplerini sarmasalardı, onlar göklerin melekûtuna bakarlardı (göklerin sırlarını görürlerdi)” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/353) hadis-i şerifi, kalple melekût arasına perde olan sebeplerden bazısına işaret etmektedir.
Allah Resûlü sallallahu aleyhi veselleme;
– Ya Resûlallah, insanların en hayırlısı kimdir? diye sorulduğunda;
– Kalbi mahmûm olan mümindir, buyurdu.
– Mahmûm kalp nedir? diye sorulunca da;
– O içinde hiçbir aldatma, fesat, hıyanetlik, kin ve haset bulunmayan takva sahibi, temiz kalptir, buyurdu. (İbn Mâce, nr. 4216; Ebû Nuaym, Hilye, 1/240; Beyhakî, Şuabü’l-İman, nr. 6604)
Bunun için Hz. Ömer radıyallahu anhu “Kalbim Rabbimi gördü” demiştir. Çünkü o, kalbindeki perdeyi takva ile kaldırmıştır.
Kimin kendisi ile Rabbi arasındaki perde kalkarsa, onun kalbinde mülk ve melekût âleminin sureti tecelli eder. Cennetin bir kısmının gökler ve yer kadar olduğunu görür. Tamamı ise göklerden ve yerden daha geniştir. Çünkü gökler ve yer mülk ve şehadet âleminden ibarettir. Mülk âlemi, her ne kadar sınırları çok geniş de olsa, sonuçta sınırlıdır.
Melekût âlemi ise gözlerin göremeyeceği sırlardır; görülmesi kalp gözlerine mahsustur ve onun için bir son ve sınır yoktur.
Evet, melekût âleminden kalbe parlayıp görünen miktarın bir sonu vardır. Fakat haddi zatında düşünüldüğünde ve Allah Teâlâ’nın ilmine izafe edildiğinde bir sonu yoktur.
Hakikatte varlık âleminde Allah Teâlâ’dan ve fiillerinden başka bir şey yoktur. O’nun mülkü ve kulları O’nun fiillerinden ibarettir. Bir görüşe göre bundan kalbe tecelli eden şey cennetin kendisidir. Hakikat ehline göre ise bu, cenneti hak etme sebebidir.
İtaat ve ibadetlerden, azalarla yapılan bütün sâlih amellerden murad, kalbin tasfiyesi, tezkiyesi ve cilasıdır. Allah Teâlâ, “Şüphesiz nefsini tezkiye eden (manevî kir ve kusurlardan arındıran) kurtuldu” buyurmuştur. (Şems 9)
Kalbin tezkiyesinden murad, içinde iman nurunun hâsıl olmasıdır yani marifet nurunun parlamasıdır. Allah Teâlâ’nın; “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm’a açar” (En’am 125) ayetiyle, “Allah’ın göğsünü İslâm’a açtığı ve böylece Rabbi’nden bir nur üzere bulunan kimse, kalbi katı kimse gibi midir?” (Zümer 22) ayetinden murad budur.
Kalp inceliği esnekliğe, kırılganlığa, değişkenliğe işarettir; kolay işlenir, kolay değişir. Taşlaşmış katı kalplere ise söz geçirmek zordur. İnce ve yumuşak olanın engellerden, Rabbi ile arasındaki perdelerden geçişi daha kolaydır. Perdeleri aşan imanın hakikatini idrak eder, sözleri Hak ve hakikat üzere olur.