Kategoriler
Kişisel Gelişim

Mâna Denizinin Yüzücüsü

İbrahim Ethem hâline yazıklanmış. Dönüp tahtına, görkemli sarayına bakmış. Ruhunda, bir süredir kendini hissettiren boşluk büyümüş de büyümüş.

Cahit Zarifoğlu’na

Ben Efrend namıyla bilinen Nurefşan. Hikâye anlatıcısıyım. Yıllar var; görüp bildiğim, işitip öğrendiğim, arayıp bulduğum hikâyeleri biriktiririm. Asıl adımı bilen pek azdır. Biri anamdır. Diğeri de sinemde sır olarak sakladığımdır. Kim olduğunu size söyleyecek değilim. Dediğim gibi. Ben başkalarının hikâyelerini anlatırım. Kulaktan kulağa, gönülden gönüle ulaşsın dilediğim, unutulmasın istediğim hikâyeleri yalnız. Benim işim fedakârlık işidir. İl il, ülke ülke gezip hikâyeler biriktiririm de… Benim de hikâyemi dinlemek isteyeni, dinlemek istese güveneceğim kimseyi bulamam. İnsan hikâyesini herkese emanet edemez. Gerçek adımı size emanet etmemin sebebi unutulmak istememem. Çünkü bu anlatacağım son hikâye.

Bana Efrend demelerinin sebebi anlattığım hikâyeler. Her gittiğim ilde evvelde gezdiğim yerlerin insanlarının hikâyelerini anlatırım. Sonra oradaki insanların hikâyelerini dinlemeye gelir sıra. Bu böyle devam eder. İlden ile, hikâyeden hikâyeye…

İsmimden bahsediyordum. Yani bana layık gördükleri isim. Efrend. Gösterişli ve süslü demek. Tıpkı heybemde biriktirdiğim, zuhurata tâbi olup yeri geldikçe anlattığım hikâyeler gibi. Marifet hikâyede mi yoksa anlatanda mıdır, bu da ayrı bahis. Bütün hikâyeler anlatılmaya değer olmayabilir. Ancak, elbette, kader çizgisinde bir yer edindiği için bir derece ehemmiyeti vardır. Hikâyeler kadar onu anlatan kişi de önem arz eder. Herkes iyi bir anlatıcı değildir neticede. Hüda bana “Anlat!” demiş ervah-ı ezelde. Ben de bana düşeni yapıyorum.

Efrend isminin bir anlamı daha var. Yaradılış. Yaradan her ân yeni bir yaratmadadır. O yarattıkça hikâyemize yeni bir ilmek eklenir. Hiçbir şey faraza değildir. Kelimeler ve isimler, hikâyelere ve ruhlarımıza sirayet eder. Hikâyemizi nasıl anlatırlarsa, ismimizi nasıl seslenirlerse hayatımız öylece şekillenir.

Şimdi size heybemdeki son hikâyeyi anlatıyorum. Beni iyice dinleyin. Hikâye nasip işidir. İşittiğiniz, gördüğünüz, şahit olduğunuz ne varsa artık üzerinize zimmetlidir. İşaretleri okumak lazım. Nasip yediğindir, anladığındır. Dalda duran elmanın senin olduğunu iddia edemezsin. Ancak midene indi mi senin olmuştur. Hikâyeyi de işittin diye sahiplenemezsin. Ondan bir hisse alman gerekir. Gelelim hikâyemize…

San’a’dan çıkıp Mekke’ye vardım. Orada altı ay geçirdim. Herkesin dilinde derviş meşrep bir adam vardı. Bu adam tacını tahtını bırakmış yokluğa talip olmuş! Bazı hikâyelerin aslı yoktur. Halk kendine bir kahraman bulmak ister. Başlarda bu da öyle bir durum diye düşündüm. Her kesimden insana işin aslını sordum. Buralı değil, dediler. Neredeyse herkes benzer şeyler anlatıyorlardı. Aslı olmayan bir hikâye olsaydı kendilerinden bir şeyler katarlar, her biri farklı bir şey anlatırlardı. Bu, anlattıkları hikâyeye beni inandırdı. Onu nasıl bulacağımı sordum. Kızıldeniz yakınlarında bir yeri tarif ettiler. Hemen yola koyuldum. Çok geçmeden vardım. Orada halkın ağzını aradım. Aynı hikâyeyi anlatıyorlardı. Gününü deniz kıyısında geçirdiğini söylediler. Başta balıkçılık, sonra çeşitli işlerle uğraşmış bu memlekette. Kendi işini kendi gören, kimseden yardım kabul etmeyen bir adam. Bir balıkçıdan bahsettiler bir de. Bir süre birbirlerine yoldaş olmuşlar. O balıkçıyı aramaya koyuldum. Buldum da. İşin aslını sordum. Anlatılanları doğruladı. Yoldaşlık yapmışlar bir müddet. Bana uzunca bir hikâye anlattı. Onun anlattıklarını kendi kelimelerimle size anlatacağım. Can kulağınızı açın!

Balıkçı, ismine ben diyeyim Abbad, siz deyin Cabir. Bana çok ilginç bir olay anlattı. Anlatmadan evvel bu dervişmeşrep adamın nasıl biri olduğundan bahsedeyim biraz. Dedikleri gibi, memleketin yerlisi değil. Nereli olduğunu daha sonra söylerim, inşallah. Uzak yoldan da gelse ilk geldiği günden beri kimseden yardım talep etmemiş. Her ne işi varsa kendi başına halledermiş. Gününün çoğunu zikir, dua ve ibadet ile geçiriyormuş. Bazen ziyarete gelenler olurmuş. Onlarla hoş sohbet eder, Allah’ı anlatırmış.

Bir gün deniz kıyısında hırkasının söküğünü dikiyormuş. Balıkçı da az evvel günün ilk siftahını yapmış. O sırada giyimlerinden çok varlıklı olduğu anlaşılan bir takım zevat oradan geçiyormuş. Bizim dervişi tanır gibi bir haller varmış. Yaklaşınca ona ismiyle seslenmişler: İbrahim Ethem!

Tabi balıkçı bu duruma epey şaşırmış. Bunca zaman, Allah’ın işi olsa gerek, ne derviş onlara ismini söylemiş ne halk ona ismini sormayı akıl etmiş. Belki herkes kendince bir isimle sesleniyordu ona. Ama kimse bu garip, kendi hâlinde, Allah derdinde olan adamın İbrahim Ethem olduğunu düşünememiş. Evet ya, İbrahim Ethem… Hani şu aklını yitirip tahtını bırakan sultan! Hikâyesi evvelde kulağıma çalınmıştı. İnsanlar, delilik hastalığına tutulup tahtını ve tüm mal varlığını bırakarak kendini saraydan dışarı attığını dilden dile konuşuyorlardı. Demek ki İbrahim Ethem delirmemiş. Ona başka bir hâl olmuş. Belki aklı daha çok başına gelmiş. Balıkçı anlattıkça hikâyenin devamını merak ettim. Bizim derviş, herkesin dilindeki İbrahim Ethem imiş meğer. Yılların hikâyecisiyim ancak bu dervişin İbrahim Ethem olabileceği hiç aklıma gelmedi. Allah’ın takdiri…

Ne diyordum? Bu adamlar dervişe ismiyle hitap edince balıkçı dikkat kesilmiş. Meğerki içlerinden biri valiymiş. Zaten İbrahim Ethem’i arıyorlarmış. Onu memleketlerine geri götürmek istemişler. Belh’in şimdiki sultanı emir vermiş, tez İbrahim Ethem’i bulun! İbrahim Ethem valiye “Dönmem, hâlim böyle iyidir.” demiş. Vali ısrarını sürdürmüş. Eğer niyeti dervişlikse pekâlâ Belh’te de bunun mümkün olduğunu söylemiş. İbrahim Ethem, “Dervişlik… sarayda?” diye çıkışmış valiye. Vali, Belh’in eski sultanının hâlini küçümsemiş. İçinden, “Sen ki sultan oğlu sultan idin! Her ne istersen elinin altındaydı. Kapında sıra sıra adamlar dizilmişti. Şimdi şu hâline bak! Elinde iğne, hırkanın söküğünü dikersin! Tahtını bırakmakla ne elde ettin?” diye geçirmiş. İbrahim Ethem valinin aklından geçenleri anlamış. Elindeki iğneyi denize atmış. Herkes şaşkınlık içinde İbrahim Ethem’i izlemeye koyulmuş. İbrahim Ethem denize doğru dönüp “Balıklar! İğnemi getirin!” demiş. Bunun üzerine denizde bir dalgalanma meydana gelmiş. Yüzlerce balık ağızlarında birer altınla yüzeye çıkmış. Balıklardan biri ağzındaki iğneyi İbrahim Ethem’e getirmiş. İbrahim Ethem iğneyi alıp valiye dönmüş. İşte, demiş. Elime bu geçti! Yani “Ben tüm varlığımla Allah’a yöneldim. Ondan gayrı ne varsa ardımda bıraktım. Bu sebeple Allah, Kızıldeniz’deki tüm balıkları bana hizmetkâr ederek bu kerameti lütfetti.”

Dinleyenler! Bilirim ki siz de benim gibi şaşkınlık içindesiniz. Amma hikâye bitmedi. Saraylar sultanı İbrahim Ethem’in nasıl gönüller sultanı olduğunu bilmek isterseniz, beni dinlemeye devam edin!

Balıkçının hikâyesi bitince içime bir ateş düştü. İbrahim Ethem’in izini sürmek istedim. Kim olduğu açığa çıkınca buradan ayrılmış. Belki valiyle birlikte dönmüştür. Hem ne olmuştu da İbrahim Ethem tacını tahtını bırakmıştı? Onu Allah yoluna sevk edecek nasıl bir olay meydana gelmişti? Tüm merak ettiklerimi öğrenmek niyetiyle oradan ayrıldım. Belh’in yolunu tuttum.

Yolculuğum üç ay kadar sürdü. Yol boyu rastladığım insanlara İbrahim Ethem’i sordum. Kimi onun tahtını bırakan bir divane olduğunu söylüyor, kimi de kulaklarına çalındığı kadarıyla manevî tasarrufları olan bir Allah dostu olduğunu. Yolculuk böyledir işte. Hakikat tek olsa da hikâyeler farklıdır. Hikâyeler de kulaktan kulağa yayılırken değişir. Benim de bu Allah adamını size anlatmak istememin sebebi, hikâyesini tüm insanların hakkıyla bilmesini istemem. Ha gayret!

Belh’e varır varmaz doğruca sarayın yolunu tuttum. Muhafızlara İbrahim Ethem’i aradığımı söyledim. Güldüler. İbrahim Ethem burada yok, dediler. Nerede olduğunu sordum. Kaç yılı var şehre adımını bile atmadı, dediler. Yeni sultanın gönderdiği valiyi sordum. Muhafızlardan biri beni iyice süzdü.

“Valiyi bilirsin. O hâlde İbrahim Ethem’i de bilirsin. İbrahim Ethem’i bildiysen valinin peşi sıra Belh yoluna revan olmayacağını da bilmen gerekirdi!” dedi.

“Hak söyledin!” diye karşılık verdim. İbrahim Ethem’in burada olmadığını anlamıştım. Burada değildi amma onun hakkında daha fazla şey öğrenebilirdim. Muhafızlara “Ne oldu da tahtını bıraktı?” diye sordum. “Onu sen git Sirkeci Masûm’a sor.” dediler.

“Onu nasıl bulabilirim?”

“Çarşıya indin mi kime sorsan yerini sana gösterir.”

“Allah’ın selâmı üzerinize olsun!”

“Allah’ın selâmı senin de üzerine olsun. Umarız aradığını bulursun.”

Çarşıya indim. Sirkeci Masûm’u soruşturdum. Dükkanına vardım. Selam verdim, selamımı aldı. Kendimi tanıttım. Başımdan geçenleri anlattım. Muhafızların beni kendisine gönderdiklerini söyledim. Sonra, anlat hele, dedim. İbrahim Ethem’in başına ne geldi? Sirkeci anlatmaya başladı. Can kulağıyla dinledim. Siz de benden dinleyin!

İbrahim Ethem esasen bir sultanmış. Güzel yemekler yer, atlas döşeklerde yatar, kılıç savurur, at biner, halka teveccüh eder imiş. Gece yatağına çekilince Hakk’a dua eder, ondan mertebeler beklermiş. Bir gün bir ziyafet sofrasında misafirlerini ağırlamış. Ziyafet bitip misafirler ayrıldığında tahtında dinlenmeye koyulmuş. Hemen sonra uyku bastırmış. Koca sultan uyumuş kalmış oturduğu tahtta. Bir süre sonra birtakım sesler duymuş. Uykusundan uyanmış. Sesler sarayın damından geliyormuş. Hemen tahtından kalkıp dama doğru haykırmış: “Kim var orada? Gecenin bu vakti damda işin ne?” Gecikmeden, derinden bir ses, kaybolan devemi arıyorum sultanım, diye cevap vermiş. İbrahim Ethem hiddetlenmiş. Be adam, demiş. “Damda mı aranır kaybolan deve?” Adam, ey İbrahim Ethem, diye seslenmiş. “Sen damda deve aranmayacağını biliyorsun da üzerindeki ipek elbiseler, başındaki taç, elindeki kırbaç ve oturduğun taht ile Hakk’ı arayıp bulamayacağını bilmiyor musun?”

İbrahim Ethem hâline yazıklanmış. Dönüp tahtına, görkemli sarayına bakmış. Ruhunda, bir süredir kendini hissettiren boşluk büyümüş de büyümüş. Amma velakin bu şatafatlı hayatından vazgeçememiş.

Aradan bir müddet zaman geçmiş. İbrahim Ethem ava çıkmış. Çok geçmeden gözüne benekli, alaca, güzel mi güzel bir ceylan ilişmiş. Hemen hayvanın ardı sıra atını sürmüş. Atını o kadar koşturmuş ki askerleri çok geride kalmış. Atı kan ter içinde kaldıysa da İbrahim Ethem ceylanı avlamakta kararlıymış. Bir müddet daha ceylanı kovaladıktan sonra onu bir yere sıkıştırmış. Bu güzel hayvan lisan-ı hâl ile konuşmaya başlamış. Ey İbrahim Ethem, demiş. “Sen bunun için yaratılmadın. Allah, seni, beni avlayasın diye mi yoktan var etti? Hem beni avlasan bundan kazancın ne olacak? Bir cana kıymaktan başka eline ne geçer?” Ceylanın söyledikleri üzerine İbrahim Ethem’in içine bir kor ateş düşmüş. Öyle bir hâl ona galebe çalmış ki kendini atından atmış. Kırlara doğru koşmaya başlamış. Etrafına bakınmış amma koca sahrada bir çobandan başkasını görememiş. Hemen çobanın yanına gitmiş. Ne olursun, şu üzerimdeki kaftanı, mücevherleri, kılıcımı al da üzerindeki abayı bana ver, demiş. Çoban şaşkınlık içinde kalmış. Abasını çıkarıp İbrahim Ethem’e vermiş. İbrahim Ethem abayı giyip gözden kaybolmuş. Çoban arkasından seslenmiş: “Sultan delirmiş!”

Sultan delirmemişti. Aksine aklı başına gelmişti.

Sirkeci Masûm’dan, İbrahim Ethem hazretlerinin Akdeniz’e doğru yol aldığını öğrendim. Orada il il gezip kurumuş kalpleri yeşertecektir eminim. Hikâyesine yeni kelimeler eklenecek, kıyamete kadar sanı unutulmayacaktır inşallah. Sirkeci Masûm tüm bunları nereden bilirdi bilmem. Belki o da Allah’ın başka bir dostudur. Ey dinleyenler! Ben Efrend namıyla bilinen Nurefşan. Bu size anlattığım son hikâyeydi. Sadrınıza emanet ettiğim hikâyeyi dilden dile yayın. İbrahim Ethem hazretlerinin hikâyesi sizlere ve tüm işitenlere şifa olsun! Gerçek adımı unutulmamak ümidiyle size emanet ettim. İbrahim Ethem hazretlerini andıkça beni de anın. Hızır aleyhisselam yoldaşınız, hikâyeler dert ortağınız olsun. Selâmetle kalın!