Her şeye çözüm bulan Avrupa ilmi ve siyaseti buna da bulmakta gecikmedi. Batı, gittiği yerleri yalnızca sömürmüyordu. Oralara ilim irfan, medeniyet de götürüyordu. Geri kalmış halklar, “zekâsı düşük” toplumlar Beyaz Adam tarafından terbiye edilip daha gelişmiş, daha akıllı, daha müreffeh ve daha medeni hale geliyordu.
“Beyaz adamın yükü”. Sömürgecilik tarihini okuyanlar bu ifadeye âşinâdır. Ekonomisini paraya ve teknolojiye göre yeniden tasarlayan Avrupa, buradan aldığı güçle dünyada diş geçiremeyeği güç kalmadığına inanmaya başlamıştı. Büyük oranda da öyleydi. Zor diş geçirdiği ya da tamamen hâkim olamadığı Osmanlı gibi güçleri de önce kötüleyip sonra şeytanlaştırarak yok edilmesi gereken bir canavar gibi gösterirdi. Tabi Osmanlı’nın canavarlaştırılması Avrupa’nın ekonomik ve askerî güç olarak yükselişinin çok öncesindedir. Ancak bunu en başarılı sattıkları dönem artık Batı’nın dünyanın tartışmasız hâkim gücü olduğu dönemdir. Bacon, Locke, Hobbes, gibi filozoflar; Newton gibi bilimciler Batı’nın yükselişinin yolunu döşerken aslında gaddarlığını da oluşturmuş yahut savunmuşlardır. Avrupa’nın bilim teknikte ve modern savaşta yüzyıllardır herkesten önde olduğunu inkâr edemeyiz. Bu sadece düşmanlarına değil kendi halklarına da sefalet ve çile olarak dönmüştür. Yukarıda saydığımız filozoflar üretimin dayandığı emekçi sınıfların koşullarıyla neredeyse hiç ilgilenmemiş, hatta mümkün olan en düşük ücretle çalıştırılmalarını savunmuşlardır. Bugün insanlığın büyük değerleri diye sunulsalar da bunun yalnızca bilim teknik, felsefi yöntem olarak algılanması gerekir. Avrupa’da merhamet bile uzun süre fakir kitlelere değil onu hak edenleredir.
İçindekiler:
Sömürdükçe Zalimleşenler
Avrupa kendi içinde böyle bir sınıf farkıyla güçlenirken sömürgeciler dünya üzerinde gittikleri her yerde içeridekinden çok daha zalim ve gaddar davranmıştır. Sanayi devriminin anavatanı İngiltere, Hindistan’a mal satabilmek için oradaki on binlerce dokuma ustasının başparmağını kesmiştir. Osmanlı’ya askerî güç ve diplomatik baskıyla dayatılan kapitülasyonlar; tuzlaların, madenlerin, özel girişimlerin büyük oranda Avrupalılar tarafından idaresiyle Osmanlı ekonomisinin büyük oranda Avrupa’nın güdümüne girip onların yararına işlemesine yol açmıştır. Hatta Batı Anadolu’da belli bölgelere yaptıkları demiryolları bile bu maksatladır. Ekonomik serbestliğe müsaade etmeyen bu yapı Avrupa’yla ticaretin en çok olduğu Anadolu ve Balkanlarda Türkleri ve müslümanları kenara itip sadece Batılıları ve onlara sadık azınlıkları koruyup kollamıştır. Osmanlının son döneminde ve Cumhuriyetin ilk dönemindeki sermayenin gayrimüslim ağırlıklı olmasının asıl sebebi budur. İngiliz, Fransız ve benzeri vatandaşlıklar alan gayrimüslimler bir anda ülkedeki tüm müslüman girişimcilere karşı avantaj kazanırdı. Bu, sadece bizde değil Batı’nın ayak bastığı her toprakta yaşandı. Milyonlar katledildi, halklar yok oldu, medeniyetler yeryüzünden kalktı. Elbette bu kadar büyük yıkımın Avrupa içinde de tepki görmemesi mümkün değildi. İnsan fıtratı bunu ancak bir yere kadar kaldırabilirdi.
İşte böyle itirazlar artınca her şeye çözüm bulan Avrupa ilmi ve siyaseti buna da bulmakta gecikmedi. Batı, gittiği yerleri yalnızca sömürmüyordu. Oralara ilim irfan, medeniyet de götürüyordu. Geri kalmış halklar, “zekâsı düşük” toplumlar Beyaz Adam tarafından terbiye edilip daha gelişmiş, daha akıllı, daha müreffeh ve daha medeni hale geliyordu. Bütün dünyayı eğitmek elbette kolay iş değildi. Ancak medeniyetin tek üreticisi ve sahibi olarak Avrupa bu yükü üstlenmeye mecburdu. “Beyaz adamın yükü” (The White Man’s Burden) tabiri de bunun için söylenmişti. Öyle olunca bir anda soykırımlar, adaletsiz anlaşmalar, Avrupa’yı zenginleştirip sömürgeleri fakirliğe mahkûm eden ticaret tarzı gerekli hale geliyordu. Bir yerin sömürgeleştirilmesi artık bir lütuftu…
Yerli Halkların Sindirilmesi
Her hâkimiyet gibi Batı’nın üstünlüğü de çok fazla muarızla karşılaştı. Tarihte hiçbir güç dünya üzerinde bu kadar büyük sahada bu kadar uzun hâkimiyet kurmamıştır. Persler, Roma, Osmanlılar… Bu dünya devletlerinin hâkimiyetleri teknoloji ve imkânların elverdiği şartlarda hep belli bölgelerdeydi. 16. yüzyıldan itibaren Avrupalı sömürgecilerse dünya üzerinde herhangi bir yere gidip oraya yerleşiyor, istediği düzeni kuruyor, yerli halkı sürüyor, köleleştiriyor, haklıyı haksızı, doğruyu yanlışı yalnız kendi belirliyordu. Bunları söylerken Avrupalı olmayan devletlerin zorbalık etmediğini, savaşmadığını, dünyada kan ve gözyaşı olmadığını iddia etmiyoruz. Bunlar insanlık tarihinin gerçekleri. Ancak tarihte hiçbir devirde bu derecede kanlı ve baskıcı, uzun süreli örnek yoktur. Bazı kaynaklarda geçenler de kesinlikle abartıdır. Çünkü insanoğlunun elindeki araçlar onu icra edecek imkânı verecek kadar gelişmemişti. İskandinavyalı Cermen denizciler Kanada’ya kadar gitmişlerdi ancak ne sayıları, ne savaşçılıkları, ne de savaş ve denizcilik teknolojileri oraları iskân edip yerli halkı yok edecek güçteydi. İzlanda, Grönland gibi yerleri kolonileştirip İskandinavya’daki “yepyerli” (aborjin) halkları yok etmekle yetindiler. Avrupalılarsa önce top ve tüfeğin, sonra okyanus denizciliğinin ve paraya dayalı ekonominin gücüyle varlığı bile bilinmeyen Yeni Zelanda, Avusturalya gibi yerleri Batılılaştıracak kabiliyetteydi.
Yeni İkna Araçları
Beyaz adamın gücü, karşılaştığı tüm zorluklara rağmen büyüyerek devam etti. Fakat diğer milletlerin de direnecek araçlar elde etmesi Batı’yı farklı ikna araçlarına itti. Edemediği zaman da “beyaz ırkın üstünlüğü” gibi paradigmalarla yoluna devam etti. Beyaz adamın yükü, beyaz ırkın üstünlüğü gibi tabirler söylem veya inanç değildir. Bizzat Batı uygarlığını kurup geliştirenlerin, siyasetçilerin, devlet adamlarının, filozofların ve bilim adamlarının paradigmasıdır. Onların değer sistemidir. Bu, her yere sirayet etmiştir. Misalen Fransız antropolog Serres, el falında “kader çizgisi” diye bilinen el çizgisinin sadece beyaz ırkta bulunduğunu, o yüzden “beyaz ırk çizgisi” (Caucasian Line) denmesi gerektiğini söylemiştir. Önceden Kızılderililerin insan olmadıklarını, o yüzden ruhları olmadığını ve köleleştirilmelerinin ya da katledilmelerinin Hıristiyanlık açısından günah olmadığını öne sürenler bu tavırlarını sürdüremeyince beyaz ırk safsatasıyla yoluna devam etmiştir. Elbette insan da her canlı türü gibi biyolojik ırklara sahiptir ancak Batılıların kerameti kendinden menkul üstünlük ideolojisine hizmet edecek şekilde değil.
Teknoloji ilerleyip dünya “küçüldükçe” artık bu tür iddialara itirazlar artmıştır. Nazilerin “aryan ırk” ideolojisini kullanarak tüm Avrupa’yı yakıp yıkarken dünyayı dehşete düşürmesiyle beyaz ırkın üstünlüğü görüşü kullanılamaz hale gelmiştir. Ancak medeniyetin sopası çoktur. Savunulamayan araçların yerini elbette başkalarının, Japonların, Türklerin ya da Hintlilerin değerlerinin alması beklenemez. Çünkü onların sürüyle “kabul edilemez” değeri vardır. Bu sefer demokrasi, insan hakları, hak ve özgürlükler, siyasi “iyilik” gibi şeyler uluslararası arenada geçer akçe haline gelmiştir. Milletlere sopa vurulacaksa bunlar kullanılır.
Çifte Standart
İnsanların haklarının kanunla korunması, devlet-siyaset tarafından itibar görmeleri, izzetinefislerinin incitilmemesi, her milletin rahat ve zengin yaşaması elbet güzeldir. Fakat bunları dayatanların maksadı asla bu değildir. “Beyaz adamın yükü olmadı bunu verelim”in uygun hale sokulmuşudur. Misalen demokrasiyi ele alalım. Dünyanın gelişmiş demokrat ülkelerinde halk genelde rahat, müreffeh ve hürdür. Ancak bu ülkeler başka ülkelere savaş açtığında o ülke halkına hiç de kendi halklarına davrandıkları gibi davranmazlar. Afganistan’da İngiliz ve Avusturalya askerlerinin burada dile getirmeye yüreğimizin el vermediği canavarlıklarını kendi vatandaşları ortaya çıkarmıştı. Ancak bu uzun süreli fecaatin Sudan’a ya da İran’a yapıldığı tarzda tepki görmediğini gördük.
Son iki yüzyılın tecrübesinin gösterdiği üzere demokrasi ancak iyi seviyede sanayileşmiş, kentleşmiş ve iyi üniversiteler kurmuş, parti içi demokrasiyi başarmış ülkelerde mümkündür. Ancak savaşla “demokrasi getirilen” ya da diplomatik baskıyla demokrat olması istenen ülkelerden böyle şeyler beklenmez. Bir kere ticarette avantaj halihazırda gelişmiş ülkelerin lehine olmalıdır. Siz ham maddenizi satıp işlenmiş ürün alın, halkınızın kazandığı parayla oluşan millî servet o ülkelere aksın ki oralar gelişmişliğe devam etsin. Sanayileşmek, parti içi demokrasi, yüksek seviyede üniversiteler kurmak “demokrat olun” denen ülkelerden talep edilmez. Onun yerine doğruluğu önkabulle tartışılmaz kılınmış değerler, fikirler ve Batı kültürü kabul edilmelidir. Hatta bu önkabullerin bazıları Avrupa’da geçersiz olabilir. Mesela kendi içinde birliği, eşit vatandaşlığı, yerli sivil toplumu, milletliği ve devlet otoritesini savunan Avrupa Birliği, Türkiye’ye ısrarla etnik farklılığa dayalı vatandaşlık tanımını, mümkünse federatif bir yapıyı, dış kaynaklı sivil toplumu dayatır.
Avrupa’nın “öteki” ile ilişkisine bakınca bu “tek medeniyet” paradigması hep görülür. Haçlı çağında Hıristiyanlık, kolonyal devirde beyaz adamlık, sonra demokrasi… Sopa değişir, içerik değişir, sopayı tutan aynıdır.