İçeriğe geç

Müminin Kaygısı

    Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdular: “Kaygıları tek bir kaygı haline getiren kimsenin Allah dünyevî ve uhrevî bütün kaygılarına kâfidir (giderir). Kimin de dünya halleri ve kaygıları dallanıp çoğalmışsa Allah o kimseyi kendi haline bırakır ve hangi kaygı vadisine düşmüş umursamaz.”
[İbn Mâce, Sünen, “İlim” (4106); Hâkim, el-Müstedrek (7934); Beyhakî, Şuabu’l-İman (1744)]

    Hadis-i şerif, Müslümanları yüksek ve değerli hedeflere yönelmeye yani “âlî himmet sahibi olmaya” çağırmakta, basit ve geçici kaygılara takılıp hayatı heba etmenin anlamsızlığını vurgulamaktadır. Dünya veya ahiret kaygılarıyla kendine göre hayatına yön vermeye çalışan, fakat bir türlü gönül rahatlığı ve huzur bulamayanlara çıkış yolu göstermektedir. Aynı zamanda himmeti yani yönelimi dağınık ve yanlış hesap peşinde koşanlara da bir uyarıdır.

    Hadis-i şerifte geçen ve kaygı anlamını tercih ettiğimiz “hemm” ve “hümûm” kelimeleri yukarıda değindiğimiz üzere yönelim, kesin istek, niyet, kasıt anlamlarına geldiği gibi bu yönelimlere göre yaşanan dert, tasa, endişe, üzüntü gibi anlamlara da gelir. Hepsi kalbe yerleşen, insan iradesine yön veren, davranışlarını ve sonuçlarını etkileyen önemli etkenlerdir. Bazı farklılıklar olmakla birlikte anlam benzerliği münasebetiyle birbirinin yerine konulabilen kelimelerdir. Bu itibarla hadis-i şerifin metninde “kaygılar” yerine bu anlamlardan hangisi konulsa mesaj değişmez. Dolayısıyla hadis-i şerif ile ilgili açıklamada yer yer bu kavramlar birbiriyle ilişkili ve tamamlayıcı olarak kullanılmıştır.

    Kalp halleri

    Kaygı kalbin bir halidir. Kalp ne ile meşgul ise azalar onu yansıtır. Söz, düşünce ve davranışlar ona tercüman olur. Kişinin ve yaptığı amellerin Cenâb-ı Allah’ın katında değeri kalbinin durumuyla ilgilidir. Dolayısıyla hadis-i şerif, niyet ve ihlâs hadisleri gibi kalbin ıslahıyla ilgilidir. Hakim et-Tirmizî rahmetullahi aleyh bu hususu şöyle açıklar:

    “Kaygı, kalbe ait ve onu harekete geçiren âmillerden biridir. Kalp ise bedenin yöneticisidir. İman ve hakikati tanıma cevherlerinin hazinesi ondadır. Akıl, hafıza, zihin, ruh, anlayış, uyanıklık gibi özelliklerin hepsi kalbe aittir ve ondan beslenen birer askerdir. Kalp, hazineden bu özellikleri besler. Bu hazine, iman ve Allah’ı tanıma cevherleriyle doludur. Kalp zikrullah ile meşgul olduğu sürece hazine dolu, ordusu muntazam, kendisi de güçlüdür. Tehlikeleri savabilir, fetihler yapabilir.

    Nefsin halleri, istekleri, beklentileri ârız olunca kalpte dağınıklık ortaya çıkar, çeşitli bölünmeler olur. Onlarla meşguliyetten dolayı hazineyi kaybeder, ordusu dağılır ve yenik düşer. Kendisi de nefsin istek ve hallerinin esiri olur. Allah Teâlâ kendisini bu duruma düşürenden yardımını keser, kendi haline bırakır. İlâhî rahmet ve yardımdan mahrum olan kimse ise nefs bataklığında perişan olup gider.” (Nevâdirü’l-Usûl, 4/134-137)

    Nefs, şeytanla birlikte insanın düşmanıdır. Kaygı ve vesvese silahlarıyla kalbe hücum eder. Rızık hususunda endişelendirir, dünyanın türlü hallerini ve değişikliklerini bahane ederek korkutur. Daha çok sahip olmak, biriktirip kimseyle paylaşmamak üzere aldatır. Kalbinde Allah’ı tanıma ve bilmeye dair ne varsa boşaltmaya çalışır. Allah’la olan bağını şüpheye düşürüp çözmeye yeltenir. Seni bitirecek, perişan edecek, helâke sürükleyecek şeyleri kalbine yerleştirir. Dünyayı ve hallerini süsleyip güzel göstermeye çalışır.

    Bütün bunlar kalbi öldüren zehirli şeylerdir. Bu kaygılardan sıyrılıp kalbini tek bir dertle meşgul eden kimsenin Allah dünya ve ahiret dertlerini halleder.

    Hayatın tek amacı

    Hadis-i şerif, dünya ve ahiret hayatının tek bir maksadı olduğunu, kulun bütün benliğiyle ona yönelmesi gerektiğini bildirmektedir. Mevlâsı, mabudu, maksadı tek olanın kaygısı da tek olur. Bu da yaratan, yaşatan, öldüren, yeniden dirilten ve her şeyin sahibi Allah’a teslimiyet ve yakınlık kaygısıyla yaşamaktır.

    Yaratılışın maksadı kulluktur. Kulluktan maksat ise Cenâb-ı Allah’ın zâtına ve rızasına kavuşmaktır. Dünya ve ahiret hayatı ve nimetleri bu büyük maksada ulaşmaya vesile olmak üzere yaratılmıştır.

    Vesileler amaç değil, birer araçtır ve maksada ulaştırdığı ölçüde değerlidir. Kulun himmeti, gayreti ve kaygısı ona göre şekillenir. İbadetleri, davranışları, tavır, düşünce ve sözleri hep aynı yönde, tek hedefe; marifetullah ve rıza-i ilâhiye yönelik olur.

    Ayet-i Kerime’de Cenâb-ı Hak mealen buyurur: “De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm Âlemlerin Rabbi olan Allah içindir!” (En’am 165)

    Hayat, Rabbü’l-Âlemin’in belirlediği şekilde ve O’nun rızasına uygunsa anlamlıdır. Her hâlükârda Cenâb-ı Allah’ın yardım ve ihsanını müşahede etmek ve O’na yönelmek kulluk nişânesidir.

    İnsan sevdiği şeyin kaygısını çeker, kavgasını verir. Müslüman neye ve kime tâlip olduğuna bakarak, nasıl bir mücadele içinde olduğunun, neyin içine düştüğünün hesabını ve denetimini sürekli yapmak zorundadır. Bu hususta onun için örnek Cenâb-ı Allah’ın seçkin kulları, peygamberler ve sâlihlerdir. Onların bütün himmet, gayret ve kaygıları Allah Teâlâ’dır. O’nun rızasına, sevgisine erişmekten başka dertleri yoktur.

    Hakk’ın rızası ebedi huzur ve mutluluk kaynağıdır. Dünya da ahiret de O’nundur. Kime dilediyse nimetlerini ona ihsan eder. Hakikatte her şeyi yaratan ve yapan (Fail-i Mutlak) O’dur. Bütün mevcudat O’na muhtaçtır. Kula düşen Mevlâ’sının iradesine tâbi olmak, O’nun dışındaki her şeyi (mâsivâyı) kalben terk etmektir.

    Mâsivâ bağından kurtulan kimsenin tasası kalmaz. Abdülkadir Geylânî kuddise sırruhû hazretlerine himmetin ne olduğu sorulunca şöyle cevap vermişler: “Himmet, dünya ve ahiret ilgisinden sıyrılıp sadece Cenâb-ı Allah’ın iradesine teslim olmaktır.”

    Bunun anlamı ihlâstır. Yani dünya ve ahiret hayatıyla ilgili kaygıların Allah’ın irade ve takdirine bağlanmasıdır. Hakiki yapan edenin Hak Teâlâ olduğunu idrak eden kimse nefsini aradan çıkarmış demektir. Artık kul olduğunu bilir ve kendisinde bir varlık bir irade görmez. Dünya ve ahiret nimetleriyle değil, nimetin sahibiyle alakalı olur. Dolayısıyla kaygısızdır. Tek kaygısı, ilâhî takdirin nasıl tecelli ettiğini murakabe ve müşahede etmektir. “Kadere iman, kaygı ve üzüntüyü yok eder” denilmiştir.

    Cenâb-ı Allah, dünyayı ve içindekileri ebedi saadeti kazanmaya vesile olsun diye insanoğlunun hizmetine vermiştir. İlâhî emirlere uyar ve ölçülü davranırsa hem dünya hem de ahirette huzura erer.

    Ne var ki insanların çoğu ölçüyü kaçırır, dünyaya amaçmış gibi sarılır. Dünya onlara değil, onlar dünyaya hizmet ederler. Arzuladıkları hayatı, huzuru bulamadıkları gibi ahiret hayatları da hüsran olur. Şu ayet-i kerime bunu beyan eder:

    “İnsanlardan öylesi vardır ki: Ey Rabbimiz, bize ne vereceksen dünyada ver, diye dua ederler. Bunların ahiretteki nimetlerden hiçbir nasibi yoktur. Öyle kimseler de var ki: Ey Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellik ver ve bizi cehennem azabından koru, diye niyazda bulunurlar.” (Bakara 200-201)

    Dört grup insan

    Yönelimi tek olanın kaygısı da tektir. Kaygısı çok olanın kavgası bitmez. Geçici ve basit hedeflere yönelen kimsenin yönelimi ve gayreti bölünür. Gücü zayıflar ve tehlikelere açık hale gelir. Ömür, gençlik, sıhhat, para gibi sermayelerini basit ve geçici hedefler uğrunda harcamanın pişmanlığını yaşar. Asıl ve en önemli hedefi kaçırdığı için perişan olur.

    Dünya ve ahiret kaygıları hususunda insanlar genel olarak dört gruba ayrılır:

    1) Bir kısmı dünya ehlidir. Bunlar, yönelimi ve gayreti sırf dünya olanlardır. Çoğunlukla Cenâb-ı Allah’ın rahmetinden uzak, inançsız, din ve diyanetle alakası olmayan kimselerdir. Dünya sarhoşudurlar. Görünürde dünya nimetlerinden nasiplenirler. Çünkü Allah Teâlâ mümin ya da münkir herkese nimet verir. Ahiretteki nasipleri ise ebedi cehennemdir.

    2) Bir kısmı nifak ehlidir. Bunlar dünya ehli oldukları halde ahiret ehliymiş gibi görünen gruptur. Dillerinde din ve görünüşlerinde dindarlık vardır. Fakat asıl yönelimleri ve gayretleri dünyayadır. Bu maksatla gerektiğinde dini de kullanırlar.

    Bu grup öncekilerden daha aşağı ve tehlikeli durumdadır. Kaygıları da daha fazladır. Çünkü hem dünya kaygısı taşırlar hem de gerçek yüzlerinin ifşa olmasından korkarlar.

    İslâm âleminin yaşadığı sıkıntıların çoğunda bu güruhun etkisi büyüktür. Bugünün Müslümanlarının çoğu maalesef bunlar gibidir. İddiaları farklı da olsa, ahiret ehliymiş gibi görünseler de manen Allah’tan kopmuş ve uzaklaşmışlardır. Himmet ve gayretleri dünyalık elde etmek, kaygıları dünyalık kaybetmektir. Dinî değerlerden çok dünyevî menfaatleri için endişelidirler. Hallerini düzeltmezlerse maazallah iman nimetini kaybetmelerinden korkulur.

    3) Üçüncü grup ahiret ehlidir. Yani yönelimleri ve gayretleri sırf ahiret olanlardır. Bunlar ilâhî emirlere riayet eden, dünya hayatını ahiret nimetlerini vesile olacak şekilde değerlendiren takva ehli kimselerdir. Zâhirde olduğu gibi manen de işleri ahirete yöneliktir. Cennet arzusu, cehennem korkusuyla yaşar, hem dünya hem de ahiret mutluluğunu isterler. Klasik kitaplarımız bunları “müminlerin alt tabakası” olarak tarif eder.

    4) Son grupta ehlullah yer alır. Bunlar müminlerin seçkinleri yani havas tabakasıdır. Dünya ve ahiret kaygılarından yüz çevirmiş, sırf Allah Teâlâ’ya yönelmiş, kalpleri O’nu tanıma nuruyla nurlanmış zümredir. Bunların zikir, fikir, yönelim ve bütün gayretleri Mevlâ Teâlâ’dır. Kalpleri O’nun muhabbetiyle dolu, niyet ve iradeleri O’nun iradesine bağlı mukarreb kullardır. Dünyadayken sürekli murakabe ve müşahede halinde; bir başka ifadeyle halk içinde Hak’la olduklarından ahirette de Cenâb-ı Hakk’ın zâtına kavuşurlar.

    Yönelimler ve akıbetler

    Dünya ehli ve onlara tâbi olanların hali bellidir. Cenâb-ı Allah onlar hakkında: “Onları bırak, yesinler, eğlensinler ve boş ümit onları oyalayadursun. Yaptıklarının âkıbetini ileride bilecekler!” (Hicr 3) buyurmuştur.

    Bu gruba dâhil olanların akıbetleri kötüdür. Dünyada düştükleri çukurun onları ahirette cehennem çukurlarına sürükleyeceği kesindir. Ayet-i kerimede mealen buyurulur: “Sonra onların ardından yerlerine öyle bir nesil geldi ki namazı terk ettiler ve şehvetlerine uydular. Onlar artık ileride (cehennemdeki) Gayyâ vadisini boylayacaklar.” (Meryem 59)

    Ahiret ehlinin durumu da bilinir. Onlar da niyet ve gayretlerinin neticesini alacak, Cenâb-ı Allah’ın rahmet ve keremiyle cennet nimetlerin yararlanacaklar.

    Ehlullahın durumu ise en güzeli ve en ideal olanıdır. Hadis-i şerifte murad edilen yol onların yoludur. Onlar, dünyada isteyen iken ahirette istenen, seven iken sevilen, razı iken razı olunan olacaklardır.

    Kaygısı ve kavgası dünya olan

    Nimetler deryasında yüzen insanın dünya kaygısı çekmesi, tedavi edilmesi gereken bir hastalıktır. Nimetin kaynağını göremeyen yahut görmek istemeyen her şeyi kendisinden bilir. Kendisi için hayır mı şer mi olacağını bilmediği işlerin peşine düşer; yok yere yorulur, tasalanır. Dünyaya geliş ve gidişte olduğu gibi hayatın nasıl süreceği de kişinin bilgisini aşar.

    Hâlbuki inancımıza göre hayatı bahşeden onun gereklerini de mahlûkata bahşetmiştir. Yaratan, yaşatan, veren, alan Allah Teâlâ’dır. Zaman, mekân, sebep ve sonuçlar hepsi O’nun hükmündedir.

    O halde inanan ve Allah’a yönelen kimsenin tasalanmaması gerekir. Hayatın gereklilikleri için tedbirli olmak ve sebeplere başvurmak bu inanca ters değildir. Aksine, emredilmiştir. Ters olan, ilâhî takdir ve inâyete rağmen tasa çekmek ve ona göre davranış sergilemektir.

    Dünyalık derdine düşenlerin üç sıkıntısı bitmez;

    1) Sürekli meşguliyet; sonu gelmeyen yorgunluk hissiyle yaşar ve dinlenmeden ölürler.

    2) Sürekli yoksulluk. Çünkü kanaatleri yoktur, neye sahip olsalar az gelir, dahasını isterler. Erişilmeyen varlık telaşı yoksulluktan çıkmalarına izin vermez.

    3) Sürekli hırs, kaygı ve stres. Daha fazla kazanma hırsı, mevcudu kaybetme telaşı ölene kadar yakalarını bırakmaz.

    Dünya telaşına kapılanlar ölümü istemezler. Ölümü hatırlamak dahi rahatsız eder. Hâlbuki dünya nimetleri ve sıkıntıları ahiretinkine kıyasla yok sayılır.

    Bugünün insanları geçmişe nazaran daha zor, çeşitli ve tehlikeli tuzaklarla kuşatılmış durumdadır. Bunların çoğu insanın kendi icat ettiği, içine düşüp yakasını kurtaramadığı tuzaklardır. İnsanoğlu adeta din ve ahiret düşüncesinden yani Rabbi’nden uzaklaşmanın yolunu ve vesilelerini arıyor. Dinen sakıncası olup olmadığına bakmadan dünya menfaatine yönelik her türlü aracı meşru sayıyor ve kullanıyor. Himmetin, gayretin ve zamanın çoğunu böyle harcıyor.

    Yeme içme, giyim kuşam, alışveriş, tatil ve gezme, borsa, spor, siyaset, şöhret, kariyer, mal biriktirme, sosyal ağ ve medya, turizm gibi kopuş yolları hayatın olmazsa olmaz alanlarına dönüştü. Bu alanlar günlük ihtiyaçların üstünde nefsanî haz, istek ve ihtirasların karşılandığı cazibe merkezleri haline geldi. İnsanlar, iç ve dış dünyalarını bu kaynaklardan besleyerek güzelleştiğini, “kaliteli” yaşadığını zanneder hale geldi. Müslüman toplumlarda alışkanlıklar ve ilişkiler değişti. Dinî çağrıların tersine insanlar, dinî değerlerin ihmal ve ihlal edildiği ortamlara rağbet eder hale geldiler. Haram helal demeden kazanacağı paranın hayaliyle yatıp kalkan nesiller, sanal dünyanın ve uyuşturucu ağlarının tuzağında hebâ edilen hayatlar, menfaate dayalı ilişkiler toplumun bütün hayat damarlarına sirayet etti. Bir tarafta yoksulluk ve sefalet, diğer tarafta israf ve nefsanî hazların peşinde çöpe atılan servetler… İlâhî emir ve uyarıları önemsemeyeni Cenâb-ı Allah da önemsemez. Rahmetini ve inâyetini keser. Bundan daha büyük musibet olamaz.

    Hadis-i şerif, dün olduğu gibi bugünün Müslümanlarını yakalandıkları bu esaretler ağından kurtarmaya, düştükleri çukurlardan çıkarmaya yöneliktir. Hayatını Mevlâ Teâlâ’ya bağlayan kimse dünya ve nefs bağlarından kurtulur. Cenâb-ı Allah, mâsivâ ve mâlâyani tutkularından sıyrılıp samimiyetle kendine yönelen kulunun hem dünya hem de ahiret hayatını güzelleştirir. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin ifadesiyle, “Kaygıları tek bir kaygı haline getiren kimsenin Allah dünyevî ve uhrevî bütün kaygılarına kâfidir (giderir).”

    Kaynak: SEMERKAND DERGİSİ