İçeriğe geç

Müşâhede Nedir?

    Müşâhede tecrübesiyle erişilen hal ve makamlar aslında nefisle daha iyi mücâhede etmek için birer vesile olarak değerlendirilmelidir. Kelâbâzî’ye göre kul mükellef olduğu görevleri yerine getirmede çaba harcadığında müşâhede hallerine erişir. Akifzâde de buna teşvik için sûfîlerin kendi hallerini başkalarına aktardığını söyler.

    Tasavvuf ehlinin manevi hallerde kat ettiği yollar müşahedeyle gerçekleşir. Allah’a ibadet ve kulluğun zahir-batın bütünlüğünde idrak edildiği bu yöntemde sufiler, marifetullaha muhabbetle ulaşırlar. Böylece zahiren yerine getirdikleri ibadetleri, batın dünyalarında ihlas ve muhabbetle yaşarlar. Bu yolda ilerleyenlerin keşf dereceleri aynı değildir.

    Muhâdara, Mükâşafe ve Müşâhede

    Tasavvuf kitaplarında keşf, genel itibarla muhâdara, mükâşefe ve müşâhede diye üç mertebede geçer. İlk dönem tasavvuf müelliflerinden Abdülkerim Kuşeyrî -kuddise sırruhu- (v. 465/1072) keşfin her halinin aynı olmadığını belirtmek maksadıyla keşfin mertebelerinden söz eder. Buna göre keşfin ilk mertebesi “kalbin huzurda olması” anlamına gelen muhâdaradır. Bu mertebede kişiyi delil ve alâmetlerle aklı yönlendirir. İkinci mertebe olan mükâşefede kişiyi, eriştiği ilimler Hakk’a yaklaştırır. Üçüncü mertebe müşâhede mertebesidir. Burada elde edilen marifet, kişiyi benliğinden silmek anlamında mahveder. Ebu Bekir Kelâbâzî -kuddise sırruhu- (v. 380/990), kalbin keşf ve müşâhedesinin gerçek manasıyla sözle ifade edilmesinin imkansızlığını savunur. Bundan dolayı müşâhede ve mükâşefe ilimlerine “işaret ilmi” veya “işârî ilim” denir. Müşâhede yoluyla erişilen tasavvufî tecrübeye vecd halleriyle ulaşılır. Ona göre bu tecrübeyi, hal ve makamlara ulaşanlardan başkası tam anlamıyla bilemez.

    Müşâhede Etmek ve Gözle Görmek Farkı

    Osmanlı’nın son dönem fakihlerinden Abdurrahim Akifzâde (v. 1816), sûfîlerin kullandığı müşâhede ve mükâşefe gibi kavramların “yakînin galebesi ve iman nurunun kalbe hâkim olması”ndan ibaret olduğunu vurgular. Cüneyd-i Bağdâdî -kuddise sırruhu- (v. 909), yakîni, “şüphenin ortadan kaldırılması” olarak tarif eder. Ebû Hüseyin Nûrî -kuddise sırruhu- (v. 908) ise yakîni doğrudan müşâhede olarak tanımlar.

    Akifzâde, müşâhedeyi rü’yetü’l-kalb (kalp görmesi) olarak nitelendirip bunun rü’yetü’l-basardan (göz görmesi) farklı olduğuna dikkat çeker. Buna göre, sûfîlerin bahsettiği şuhûd, rü’yetten farklıdır. Dolayısıyla yüce Allah bu dünyada bize meşhûd (müşahede edilen) olabilir ama mer’î (gözle görünen) olamaz. Şuhûd, kişinin kendi iç dünyasında gerçekleşen bir hal olup bu duruma “Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek” ifadesiyle Cibrîl hadisinde işaret edilmiştir. Rü’yet (görmek) ise görünen şeyi kayıtlayıp sınırlandırdığından, sınırlardan münezzeh olan Allah Teâlâ için söz konusu olamaz. Yine rü’yet doğrudan ön bilgisiz gerçekleşirken; şuhûd, akaid ilmindeki bilgilerin yaşantıyla tanıklık edilmesi olarak kabul edilir. Başka bir ifadeyle müşâhedeyi yaşayan şâhid, aslında itikat ettiği şeylere haliyle tanıklık etmektedir. Bu fark “Rabbim! Bana kendini göster; seni göreyim!” (A’râf, 143) ayetinde geçen Hz. Musa’nın ifadesinden de anlaşılmaktadır. Zira o, Allah Teâlâ’yı müşâhede ederken görmeyi talep etmişti.

    Akifzâde, müşâhedeyi rü’yetü’l-kalb (kalp görmesi) olarak nitelendirip bunun rü’yetü’l-basardan (göz görmesi) farklı olduğuna dikkat çeker. Buna göre, sûfîlerin bahsettiği şuhûd, rü’yetten farklıdır. Dolayısıyla yüce Allah bu dünyada bize meşhûd (müşahede edilen) olabilir ama mer’î (gözle görünen) olamaz. Şuhûd, kişinin kendi iç dünyasında gerçekleşen bir hal olup bu duruma “Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmek” ifadesiyle Cibrîl hadisinde işaret edilmiştir.

    Müşâhede Ehlinin Halleri

    Sûfînin Allah’ı müşâhede etmesi, yüce Zat’ın ilim, kudret ve rahmetiyle kendisiyle birlikte olduğundan gafil olmaması anlamına gelmektedir. Bunun sonucunda sûfî, bütün hallerinde efendisinin huzurunda olan edepli bir köle gibi davranır. Müşâhedeyi açıklamak için yoğunlaşma (galebe) durumundan bahsedilir. Yoğunlaşma esnasında kişinin sırrına, mahbûb olan Allah’ın kâmil sıfatları galip gelir. Bu manada Allah’ın, cemâl ve celâlinde tefekkür etmekle, kalbe O’ndan başkası düşmeyecek derecede, vuslat tasavvuru gerçekleşir. Öyle ki sâlik kalbiyle O’nun dışında başkasını müşâhede edemez olur. Bu hal, normal hayattaki sevgiyle kıyaslanır. Buna göre mecâzî muhabbete kapılan bir kişide buna benzer haller görülebiliyorsa hakikî muhabbete erişen kişideki şuhûd daha etkin olmalıdır.

    İlham Mutlak Suretle Sahih midir?

    Hâce Abdullah Herevî -kuddise sırruhu- (v. 481/1089), Menâzilü’s-Sâirîn eserinde ilhâmın tanımını yapar. Bu bağlamda ilhâm, ferâset makamının üstünde muhaddesûn makamı olarak geçmektedir. Herevî, peygamber ilhamının kesin vahiy olmak suretiyle işitme yoluyla veya “mutlak bir suretle” gerçekleştiğinden söz eder. Bu eseri şerh eden Abdürrezzâk Kâşânî -kuddise sırruhu- (v. 736/1335), muhaddes kişileri mükâşefe ve müşâhede ehli olarak yorumlar. Kâşânî, ilhâmın “mutlak suretle gerçekleşmesini”, işitme olmadan kesin bir “tefhîm (kavratma)” yoluyla meydana gelen bir olgu olarak izah eder. Daha sonra ilhâmın sahih ve muteber olmasının alameti olarak, sahibinin bununla şer’î hudutları aşmaması gerektiğinden bahseder. Aksi takdirde bu, ilhâm değil; şeytanın ilkâsı olarak kabul edilir.

    Akifzâde ise ilhâmın “kesin bir tefhim yoluyla olması” ifadesini ele alır. Buna göre, “kesin tefhim” türündeki ilhâmın peygamberlere mahsus olduğunu söyler ki bu da vahiydir. Öte yandan velilerin ilhâmlarında çeşitli sebeplerden ötürü yanılmalar olmaktadır. Bundan dolayı keşf ve ilhâm sahibi velinin verdiği haberin, hilafı şeklinde gerçekleşmesine çokça rastlanılmaktadır. Akifzâde’nin bu tutumuna benzer bir şekil de İmâm Rabbânî hazretlerinde rastlanılmaktadır. Bir mektubunda keşfte yanılmanın sebeplerini saymış ve keşf ile elde edilen bilginin mutlak bir suretle geçerli olmadığını savunmuştur. Ona göre velilerin kalbine gelen bilgi veya haber, genellikle birtakım şartlara bağlıdır. Veliler haberin verildiği esnada bu şartlardan habersiz olabilir.

    Müşâhede ile Gaybî Unsurlara İman Artar

    Müşâhede tecrübesiyle erişilen hal ve makamlar ise aslında nefisle daha iyi mücâhede etmek için birer vesile olarak değerlendirilmelidir. İmam Kelâbâzî’ye göre kul mükellef olduğu görevleri yerine getirmede çaba harcadığında müşâhede hallerine erişir. Akifzâde de buna teşvik için sûfîlerin kendi hallerini başkalarına aktardığını söyler. Çünkü nefis sıra dışı şeylere meyleder. Bununla birlikte insan iradesi, mücâhedeye teşvik eden hallerin kendisine verilmesinde rabbânî hikmete mutabıktır. Zira bunlar mücâhedenin kabulü ve reddi noktasında birer işaret gibidir. Böylece muhabbet ve şevk ile mücâhede devam eder. Ayrıca bu halleri yaşayanlar, melekût âlemini müşâhede ettiğinden şeriatın bildirdiği gaybî unsurlara imanı artar. Akifzâde, kendi dönemindeki olumsuzlukları örnek göstererek hallerin aslında âhir zaman insanlarının imanlarını takviye için birer ihtiyaç olduğundan söz eder. Günahların çoğaldığı, fâsıkların gâlip, salihlerin aciz olduğu ve âlimlerin sustuğu dönemde olduğunu söyler.

    Neticede mürid, kulluk mücâhedesinde bir hâle şâhid olmasa bile mücâhedesini (çabasını) bırakmamalıdır. Bunun yerine amellerin semeresinin ahirette olduğunu bilmeli ve tembellik etmemelidir. Mürid, ihlaslı bir biçimde ilimle amel etmeyi kendine hedef edinmelidir. Bir hâl veya kerâmet zâhir olursa bunun maksat olmadığını bilmelidir. Bilakis bunu nefsanî bir haz ve imanın zayıf olduğuna bir delil diye yorumlayıp bir nevi takviye olarak görmelidir. Bu hale Rabbinin terbiyesi noktasında ona bahşettiği bir lütuf olarak inanmalıdır. Böylece muhabbet ve şevkle mücâhedeye devam etmelidir.