Cenâb-ı Mevlâ müberrâ kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Sizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrân 104)
Ashab-ı kiramın büyüklerinden Ebû Musa el-Eş’arî radıyallahu anh, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
“Allah’ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim, topraklara düşen bol yağmura benzer. Bu topraklardan bazıları temizdir; suyu alır, bol bitki ve ot yetiştirir. Bazıları kuraktır, suyu (yüzeyinde) tutar. Bu sudan insanlar yararlanır; hem kendileri içerler hem de (hayvanlarını) sularlar ve ziraat yaparlar. Bir toprak çeşidi de vardır ki dümdüzdür. Ne su tutar ne de bitki yetiştirir. Allah’ın dinini inceden inceye kavrayan, Allah’ın beni kendisiyle gönderdiğinden (hidayet ve ilimden) faydalanan, öğrenen ve öğreten kimse ile (bunları duyduğu vakit kibrinden) başını bile kaldırmayan ve kendisiyle gönderildiğim Allah’ın hidayetini kabul etmeyen kimsenin misali işte böyledir.” (Buhârî, İlim 20)
Ayet-i kerimedeki “Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkma”nın anlamını müfessirler “Müslümanın, bütün varlığı ile Allah’ın emirlerini yerine getirmeye ve yasaklarından kaçınmaya çalışması” olarak açıklamışlardır. Nitekim Abdullah b. Mes’ud radıyallahu anh da, ayet-i kerimenin bu kısmını şöyle açıklamıştır:
“O’na âsi olmayıp itaat etmek, nankör olmayıp şükretmek ve O’nu unutmaksızın hep hatırda tutmak.”
Fahr-i Kâinat Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem kırk yaşına bastığı zaman peygamberlikle, insanlara Hak dini tebliğ ile vazifelendirildi. En yakınından başlayarak insanlara Hak ve hakikati anlatmaya, Cenâb-ı Mevlâ’nın emir ve nehiylerini öğretmeye devam etti. İman edenlerin sayıları gittikçe arttı.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem Kur’an-ı Kerim’i ve ilâhî emirleri öğretmek için müminleri Erkâm b. Ebü’l-Erkâm radıyallahu anhunun evinde topluyordu. Bu ev biraz tenha bir yerdeydi. Müminler, müşriklerin baskı ve zulümleri sebebiyle gizlice bir araya geliyor, ibadetlerini sessizce yapıyorlardı.
Mücella dinimiz İslâm’ın ilk medresesi Dârü’l-Erkâm yani Erkâm b. Ebü’l-Erkam radıyallahu anhunun evi oldu. Burada sahabi efendilerimiz hem kendileri öğrendiler hem de insanlara öğretmek için bizzat Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem tarafından yetiştirildiler. Nitekim Birinci Akabe Biatı sonrası, Medinelilerin talebi üzere genç yaşta İslâm’ı tebliğ ve öğretici olarak gönderilen Mus’ab b. Umeyr radıyallahu anh bu evde yetişmişti.
Mus’ab b. Umeyr radıyallahu anh, Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme çok benziyordu. Konuşması, anlatması O’nun gibiydi. Böylece nebevî rahleden yetişmiş bu büyük sahabinin gayretleriyle Medine ehli kafile kafile İslâm’a girdiler ve Hicret için Medine kapıları açıldı.
Mus’ab b. Umeyr radıyallahu ahnunun insanlara İslâm’ı anlatabilmesi için hurma kurutulan bir alan, etrafı çevrilerek mescid yapılmıştı.
Hicret esnasında da Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem Medine’ye varmadan Kuba köyünde bir müddet misafir olmuş, burada bir mescit bina etmişti.
Medine-i Münevvere’de de ilk iş Mescid-i Nebevî’nin inşa edilmesi olmuştur. Daha sonra Efendimiz’in Hane-i Saadet’i olan odalar inşa edilmiştir. Mescid-i Nebevî’nin diğer tarafına, duvar üzerine atılan hurma dalları ile gölgelik yapılmış ve burası “Suffe” olmuştur.
Suffe, İslâm’ın ilk medresesidir. Burada hem Müslümanların kimsesizleri barınmış hem de Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz ashab-ı kiramın âlimlerini burada yetiştirmiştir. Bu sayede düzenli bir şekilde, açıktan ve yoğun tebliğ ve talim faaliyeti yürütülmüştür. İnsanlar kafileler halinde İslâm’ı kabul ettiği için Suffe’de yetişen sahabiler bu vazifeyi üstlenmişlerdir.
Mesela bizim Siyer’de “Bi’r-i Maûne” diye bildiğimiz elim vaka, bir kabilenin İslâm’a girmek istediğini bildirmesi üzerine oraya gönderilen muallim sahabilerin şehit edilmesidir. Yetmiş sahabi Maûne kuyusu başında pusuya düşürülüp şehit edilmiştir.
Bu vaka Uhud savaşından dört ay sonra gerçekleşmiştir. Anlıyoruz ki sahabi efendilerimiz gruplar halinde çevre kabileleri İslâm’a davet etmiş ve onlara Kur’an-ı Kerim’i, temizlenmeyi, namaz kılmayı ve diğer emir ve yasakları öğretmişlerdir.
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemin tebliği sadece Medine-i Münevvere halkı ile sınırlı değildi. Kendisine gelen ve kendi gönderdiği elçiler vasıtasıyla uzak beldelere ve kabilelere de İslâm’ı tebliğ etmiş, kabul edenlere öğreticiler göndermiştir. Bu âlim ve muallim sahabiler Mescid-i Nebevî’de ve Suffe’de yetişmişlerdi.
Mescid-i Nebevi’de kurulan ilim halkalarına bütün sahabiler katılmışlardır. Hanım sahabiler erkeklerden yer ve fırsat bulamayınca Efendimiz sallallahu aleyhi veselleme gelmişler, “Allah’ın sana öğrettiğinden bize de öğret” diyerek kendilerine özel bir gün ayrılmasını istemişlerdir. O da belirlenmiş günlerde hanımların eğitimleriyle meşgul olmuştur.
Medine-i Münevvere’de Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellemin bizzat tatbik ederek uyguladığı tebliğ ve öğretme usulü halifeler devrinde fethedilen ya da Kûfe ve Basra gibi yeni kurulan şehirlerde de uygulanmıştır.
İslâm’ın tebliği için çok emek sarf eden sahabi efendilerimiz memleketlerinden ayrılıp uzak-yakın beldelere yerleşmişler ve bulundukları yerleri birer ilim ve hikmet merkezi haline getirmişlerdir. Böylece Mekke-i Mükerreme’de baskı ve zulüm altında başlayan tebliğ ve talim faaliyetleri, Medine-i Münevvere’de müessese haline gelmiş ve fetihlerle üç kıtaya yayılmıştır.
Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn ve sonrasında Müslümanlar bu özü korumuşlar; fethettikleri şehirleri, kasabaları ve hatta köyleri bu ruh ile inşa etmişler, ilimle münevver hale getirmişlerdir.
Elhamdülillah, ashab-ı kiramın gayretleri silsileler halinde sahih ve muhkem eserlerle günümüze ulaşmıştır. Bize düşen bu yolda yürümek, ilim yoluna sımsıkı sarılmak, yeni nesillerimizi ilimle şereflendirmek, kalbimizi ve yolumuzu da ilmihalimizle müstakim eylemektir.
Cenâb-ı Mevlâ bizleri ilim ehlinden, ilmiyle amel eden kâmil ve mükemmil rabbânî âlimlerden mahrum eylemesin.
Tevfik ve inayetiyle…
Kaynak: SEMERKAND DERGİSİ