- Ver cüceye, onun olsun şairlik,
- Şimdi gözüm, büyük sanatkârlıkta.
Hayatı hakkında en çok yazı ve biyografi kaleme alınmış olan Necip Fazıl’ı en iyi anlatan öyle sanıyorum ki kendi hayat hikayesini anlattığı eserleridir. Birçok eserinde hayatından izler vardır ancak müstakil olarak iki eseri bu bağlamda dikkate şayandır. Birincisi edebiyat hayatını anlattığı “Babıali”, diğeri hidayete ermesini anlattığı ve Seyyid Abdülhakim hazretlerine bağlandığı “O ve Ben” hatıratıdır. “Babıali” kitabında Türk edebiyatında kendinden başka kimseyi beğenmeyen, birçok yazarı hizaya çeken Necip Fazıl, O ve Ben’de Seyyid Abdülhakim hazretlerini anlatırken bambaşka bir ruh haline girer. İlki (Babıali) dış dünyasından renkleri, ikincisi (O ve Ben) ruh dünyasındaki değişim, dönüşümü anlatır. Babıali’nin her satırında kibir ve benlik, “O ve Ben”nin her sahifesinde mütevazılık, kulluk ve teslimiyet vardır. Necip Fazıl’ı tanımayan bir kimse bu iki kitabı aynı anda okuyacak olsa, iki bambaşka adam, iki bambaşka halet-i ruhiyeye sahip sanatçıyla karşılaşır. İster istemez bir insanı böylesine değiştiren gücün ne olduğunu sorgulamaya başlar. İki farklı uçta gezen bu adamın bir “nazar”la nasıl değişip dönüştüğünü merak eder.
İçindekiler:
Hasta Kumarbaz”ın Değişimi
Tasavvufa hâkim değilseniz ve tarikat kültürünü bilmiyorsanız uçtaki bir adamın böylesine bir değişim geçirmesine anlam veremezsiniz. Çünkü bütün şiirlerini, “ben” duygusuyla yazan, her mısrasını ünlem ile bitiren, Paris ve İstanbul caddelerinde bohem takılıp, buhran yaşayıp, karo kızında teselli arayan ve kendi deyişiyle “hasta kumarbaz” olan birini böylesine değiştiren şey nedir? Onu kibrinin önünde diz çöktüren, nefsini ayaklar altına aldırtan, hakikatin yanında sanatçılığının bir anlam ifade etmediğini “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış; Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış” diyerek dile getiren bu büyük şairi etkileyen güç nedir? Onun bu değişimini anlamak için O ve Ben’i okumak, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu eserine bakmak yeterlidir. Tasavvufu anlatırken Cüneyd-i Bağdadi kuddise sirruhudan bir anekdot ile giriş yapar: “Tasavvuf Allah’ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesi… Gayr ile alakasız olarak Allah ile olmak… Toparlanarak zikir, duyarak vecd, uyararak amel! Şeriatin yasak ettiği şeyler ve kötü ahlaka karşı devamlı mücadele.” Cüneyd-i Bağdadi hazretlerinin bu ifadelerini “İçtima ile zikir, istima ile vecd, ittiba ile amel.” diye özetler.
Sonra da tasavvufu lügatle açıklamaya çalışır. “Biz bu işi lûgate dökeceğiz. Lûgat ne bela! Burada bir şiirimden, büyük bir entelektüel krizimin, fikir çilemin neticesi olan bir manzumeden bir kıta okuyacağım:
- Lûgat bir isim ver bana halimden
- Herkesin bildiği dilden bir isim…
- Eski esvaplarım tutun elimden
- Aynalar, söyleyin bana ben kimim?
Lûgat… Lûgatte iş yok! Ama onsuz da olmuyor” diyerek tasavvufu açıklamaya çalışır. Aslında o tasavvufu açıklarken kendini değiştiren kuvveti açıklar. Daha doğrusu tasavvufun ne olduğundan daha çok kendisinin Şeyh Abdülhakim Arvasi ile tanışmasından sonra yaşadığı değişimdir anlatılan. Ona; “Bana, yakan gözlerle bir kerecik baktınız / Ruhuma büyük temel çivisi çaktınız” diye söyleten güç nedir? Bir nazarla bir insanın değişmesi mümkün mü?
Bir Nazar
Bilindiği gibi “bakış, bakma, göz atma” anlamına gelen nazar, tasavvufta “mânen büyük ve tasarruf sâhibi kimselerin lütuf ve keremle bakması” demektir. Büyük şeyhler herkese nazar etmez, nazar edilecek müridin de nazar kılınmaya hazır olması gerekir. Ayrıca büyük şeyhler kime nazar edeceklerini, dergahlarına kabul edeceklerini çok iyi bilirler. Büyük zatlar ya Tapduk Emre hazretlerinin Derviş Yunus’a yaptığı gibi tekkeye odun taşıtarak onu nazar kılınmaya hazır hale getirirler, ya rüyalarına girip içinde bulundukları gaflet halinden uyandırırlar. Yahut İbrahim Ethem hazretlerini uyaran gibi “Allah yumuşak döşeklerde aranmaz” sözüyle uyarırlar. Erbilli Esat Efendi, “Hak mürşidin nazarı, hâki kimyâ eder, mürdeyi ihyâ eder, müridi âlâyı iliyîne yükseltir, doğrudur, gerçektir ama bu nazara uğramak için her şeyden evvel edebe riayet etmek şarttır” diye yazar. Necip Fazıl da derin bunalımlar, buhranlar yaşarken hep bir arayıştadır. Erbilli Esat Efendi’nin dediği gibi “edebe riayet etmek” şarttır. Peki bu edep nedir? Bu edep ruhen hazır hale gelmektir. Yani bir derdin, bir arayışın olacak; Veysel Karani rahmetulahi aleyh gibi “arayu arayu gidip” bulacağın bir sevgilin olacaktır. Bu “sıcak yarada kezzap ve beyin zarında sülük bir fikir” çilesine deva bulmak için sana doktor aratacaktır. Öyle ki, bu sevgilinin ancak senin derdine ilaç olabileceğini ya sana hissettirecek yahut sen hissedeceksin! Necip Fazıl, “Deliler köyünden bir menzil aşkın / Her fikir içimde bir çift kelepçe” diye buhranlar yaşadığı dönemde zihnindeki sorulara felsefe cevap verememiş, şöhret teselli ve teskin edememiştir. En çok sığındığı şiir ise ancak içindeki acısını dile getirmekten başka bir işe yaramamıştır. İşte bu düşünce ve hal üzere Seyyid Aldülhakim Arvasi’nin kapısına gitmiştir…
Bir görüşte âşık olunur. Tasavvufta da şeyhin nazarıyla bir anda aşkın bir boyuta girip değişip dönüşen, Necip Fazıl gibi hidayete erenler vardır. Necip Fazıl gibi cins bir kafanın, büyük bir sanatçının bir nazarla değişmesi, fikir çilesinden kurtulup huzura ermesi bu yolda olanlar için büyük bir örnektir. Yunus Emre hazretlerinin “Erenlerin nazarı toprağı gevher eyler” dizesinde olduğu gibi Abdülhakim Arvasi kuddise sirruhu da Necip Fazıl’a nazar ederek onu “gevher” eylemiş, Türk edebiyatına İslâmî duyarlılık onun şiirleri, yazıları, eserleriyle girmiştir. Diyebiliriz ki Abdülhakim Arvasi hazretleri dolaylı olarak Türk edebiyatını etkilemiştir.
Geçen yüzyılın bütün büyük sanatçıları varoluş sancısı çekmiş, varoluş üzerine eserler yazmışlardır. Modernizmin yaygınlaşması, insanın teknik ve makinayla teması onu kendine yabancılaştırmış, iki büyük savaş sonrası toplu intiharlar, cinayetler, insanları varoluşu sorgulamaya itmiştir. Sartre’dan Camus’ye, Martin Heidegger’den Soren Kierkegaard’a kadar deist veya ateist yazarların tümü insanın varlık sorusuna cevap aramışlardır. Ancak hiçbiri tam olarak cevap bulamamışlardır. Çünkü felsefe Necip Fazıl’ın deyişiyle “bulmanın değil aramanın adıdır.” Necip Fazıl bunların eserlerinde aradığını bulamamış, cevabının bunların dışında bir yerde olduğunu anlamış soluğu Beyoğlu’nda Ağa Camii’nde almıştır. İşte onun bir nazarla hidayete eriş hikayesi bu arayış ve nazarda saklıdır. Çünkü onun arayışı lafızda değil manadadır. Mana “O kimdir?”, “Ben kimim?”, “Ya ben onun yanında neyimdir?” sorularının cevabını bulmaktır. İşte Necip Fazıl otuz yaşlarında bir genç şair olarak Abdülhakim Arvasi hazretlerinin nazarıyla o kimdir sorusunda “Allah”ı, ben kimim sorusunda “kendini” bulmuştur. Ayrıca “ben onun yanında neyim?” sorusunda ise “mürit” olmadan “sanatın mürşidi” olamayacağını anlamıştır. O ve Ben otobiyografisinde “Her şeyi o denli kaybettim ki, Allah’ı buldum…” diyerek teslimiyetini ve aşkınlığını dile getirmiştir. Her şeyi kaybettiği anda Allah’ı bulması bir nazarla olmuştur…