İçeriğe geç

Nesep ve Amel

    Ebu Hüreyre radıyallahu anhûdan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdular: “Amelinden dolayı geri kalanı nesebi hızlandırmaz (öne geçirmez).” (Müslim, Zikir, nr. 2699)

    Girişteki hadis-i şerif, âhirette kurtuluşun dünyada yapılan amellere bağlı olduğuna dikkat çekmekte, bunun ötesinde özellikle asalet, soy sop gibi toplumsal statü veya farklılıkların kişiye bir faydası olmayacağını bildirmektedir. Bu vesileyle inananları böyle dünyalık itibarlara aldanıp kulluğu ihmal etmemeleri yönünde uyarmaktadır. Yani ameliyle ilâhî lütfa ve kurtuluşa eremeyeni nesebinin, soy sopunun veya herhangi bir dünyevî itibarın kurtaramayacağını haber vermektedir.

    İnsan, tabiatı gereği farklı olmak, övülmek, güç ve itibar sahibi olmaktan hoşlanır. Nefs bunlara meyillidir. Varlıklı, makam mevki ve güç sahibi olmak, soyluluk, güçlü bir aidiyet hayatı kolaylaştıran, insanı mutlu eden dünya nimetleridir. Fakat bütün bu nimetler dünya hayatı ile sınırlıdır ve daha önemlisi birer imtihan vesilesidir. Eğer varsa bir amaç değil, fazilet yarışında araç olarak değerlendirilmelidir. Ancak o zaman kişinin kendisine ve başkalarına faydalı olur.

    Güç ve itibar düşkünlüğü

    Geçmişte olduğu gibi bugün de insanlık, fazilet değil dünyevî çıkar ve itibar yarışında olanların vebalini çekmektedir. Kimin nerede ve nasıl çıkaracağı belli olamayan savaşlar, işgal, terör, kargaşa gibi darbelerin yol açtığı yıkımı onarmak, sebep olduğu yaraları sarmak daima mazlumların derdi olmuştur.

    İnsanlık tarihi bu tür olaylarla doludur ve peygamberleri en çok zorlayanlar, onlara muhalefet edenler hep dünyevî itibar ve çıkarlarını önemseyen kimselerdir. Câhiliye döneminde de müşrikler Allah Resûlü sallallahu aleyhi veselleme karşı benzer tavır takındılar ve yaptıkları eziyet ve baskıyla O’nu ve inananları yurtlarından çıkardılar. Bu durum Medine-i Münevvere’de de devam etti, Yahudi toplumu ve münafıklar yine aynı tavrı takındılar. Hepsinin ortak yanı güç ve itibar kaybetme korkusuydu. Bu yüzden köleyi ve efendiyi eşit gören, dahası birbirinin ayak bastığı toprağa secde etmeyi emreden hak dine ve peygambere iman etmediler. Savaş açtılar.

    Bunun yanı sıra o dönem, hadis-i şeriften anlaşıldığı üzere Müslümanlar arasında da eski alışkanlıklarından kurtulamamış, hâlâ aşiret, soy sop, güç ve mevki farkı gözetmekte olanlara, bu sebeple dinî vecîbeleri yerine getirmede gevşek davrananlara rastlamak mümkündü. Bu durum açıktan dine muhalif olanların zararından daha tehlikeliydi ve önlenmesi gerekiyordu.

    Nitekim dinî emir ve yasakların hafife alınması, özellikle itibar sahibi kimseler tarafından ihmal veya ihlal edilmesi sorunun büyümesine ve yaygınlaşmasına sebep olur. Bu bulaşıcı ve yıkıcı bir hastalıktı ve önlenmesi gerekiyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu hadis-i şerifiyle önce aralarında bulunduğu topluluğu, sonra da bütün ümmeti bu hastalıktan korumayı, sürüklediği dünya ve âhiret felaketinden kurtarmayı istemiştir. Kendisini ayrıcalıklı görüp amelde geride kalarak ilâhî rahmete nail olamamak ne büyük felakettir!

    Yapılmamış vazifeyi kimtamamlar?

    Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem böyle bir nefs hastalığına yakalanma ihtimalini bildiğinden, kendi yakınlarından başlamak üzere çevresindekileri, onların üzerinden de bütün insanları uyarmayı ihmal etmemiştir. Bir defasında şöyle buyurdular: “Ey Muhammed’in halası Safiyye, ey Muhammed’in kızı Fâtıma, kıyamet günü bana amellerinizle gelin, neseplerinizle değil. Bilin ki ben Allah’ın vereceği hiçbir şeyi sizden gideremem.” (Müslim, İman, nr. 206)

    Bu Nebevî uyarı Cenâb-ı Allah’ın şu emrinin tercümesidir: “Ey İnsanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası namına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki Allah’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmazsın ve şeytan Allah’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokman 33)

    Ayet-i Kerime kıyamet ahvâlini kısaca özetlemekte, o gün herkesin kendi başının kaygısına düşeceğini, en yakınlar dâhil kimsenin kimseye fayda veremeyeceğini, herkesin kendi amelleriyle baş başa kalacağını bildirmekte; aksini düşünen, değer verdiği kimsenin (ayette baba ve evlat) veya itibarın âhirette kendisine faydası dokunabileceği ümidiyle ameli ihmal edenler uyarılmaktadır.

    Bu ve benzeri uyarılar Kur’an-ı Kerim’de en çok üzerinde durulan konular arasındadır. Hepsinin vurguladığı ortak nokta, dünyada yapılan her amelin zerre miktarı da olsa âhirette karşılığını bulacağı (Zilzâl 7-8), herkesin haksızlığa uğramaksızın ameline göre yargılanacağı (Tevbe 94), ameli kötü olanların dengiyle cezalandırılacağı, ameli iyi olanların ise fazlasıyla mükâfatlandırılacağıdır. (Nur 38)

    Bu ilâhî uyarıyı en güzel anlayan, içselleştirip hayatını öne göre düzenleyen ilk nesil, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellemin yakınları ve ashâbıdır. Her biri Nebevî terbiyeden geçmiş ve sonraki nesillere tutum ve davranışlarıyla O’nun güzel ahlâkına tercüman olmuşlardır.

    Nimetten değil külfet

    Günümüzde insanlar tabii ortam veya yollarla elde edemedikleri şöhret ve itibara parmak ucu dokunuşlarıyla veya paylaşımlarıyla kolayca ulaşabiliyor. Genellikle her yolu mübah gören bu tür tutkuların dinî hassasiyetlerle bağdaşmadığı biliniyor. İster geleneksel ister yeni türden olsun her türlü dünyevî itibar tutkusu, kişiyi Cenâb-ı Allah’tan uzaklaştırdığı gibi insanlar arası birlik, kardeşlik ve dayanışma bağlarına zarar veren bir hastalıktır. Hastalığın tedavisi ancak nebevî uyarıya uymakla mümkündür. Beşerî hukukun veya toplumsal yargı ve yaptırımların bu konuda iş görmediği, hatta belli ölçüde teşvik ettiği de biliniyor.

    Pek çok ayet-i kerime ve hadis-i şeriften anlıyoruz ki dünyevî itibar, kısa ve geçici bir nimet olmasının yanında sahibine külfettir. İtibar sahiplerinin sıradan insanlara kıyasla sorumlulukları ağırdır. Tutum ve davranışlarında daha dikkatli olmak, adım atarken iki kez düşünmek zorundadırlar. Yüksekte olanlar aşağıdakilerden daha emniyette değildir.

    Dolayısıyla sıradan insanlara kıyasla yöneticilerin daha adaletli, ilim ehlinin daha mürüvvetli, asilzâdelerin daha faziletli, zenginlerin daha cömert olması beklenir. Bununla birlikte asıl fazilet ve itibar ihlâs ve takvadır.

    Rahmete vesile amel

    Hadis-i şerifin işaret ettiği amel, dinî mahiyette ceza veya mükâfata, yani günah ve sevaba konu olan tutum ve davranışlardır. Bu da ancak niyet ve iradeye bağlı olarak yapılan ameller için geçerlidir. Namaz, oruç, zekât, hac gibi yapılması emredilmiş ibadetlerin yanı sıra, kulun irade ve seçimine bırakılmış yapı etmeler de amel sayılır. Dinen emredilmiş olsun veya olmasın, her türlü amel taşınan niyete göre değerlendirilir.

    Amel, Allah Teâlâ’ya kulluğun gereğidir ve müminin sermayesidir. İlâhî yakınlığa, rahmete ve ebedi saadete erişmeye vesile olur. İnancımıza göre amel, cennete girmenin karşılığı değilse bile bir vesiledir. Müslüman ameline değil, Allah Teâlâ’nın lütfuna, rahmetine güvenir.

    İnsan yaratılış gayesine uygun tutum ve davranış içinde olmakla yükümlüdür. Yaratılış gayesi ise iman etmek ve gereğini yerine getirmektir. Bu da ancak sâlih amel ve güzel ahlâkla mümkündür. Sâlih amel ve güzel ahlâk, takvâ kavramıyla da ifade edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’de buyurulduğu üzere “Allah katında en üstün olanınız, en takvâlı olanınızdır.” (Hucurât 13). Takvâ, gerek Allah’ın haklarına gerekse kul haklarına özen göstererek yaşamak, ilâhî emir ve yasaklara riayet etmektir.

    Dolayısıyla açıkça belirtilmemiş olsa da hadis-i şerifte üzerinde durulan amel sâlih ameldir. Sâlih amelin şartları bellidir. İlk şart ihlâstır. Yani amelin sırf Allah rızası için yapılması, başka bir gaye gözetilmemesidir. Sonra nasıl ve ne kadar yapıldığına, yani şer’î ölçülere uygunluğuna bakılır. Şer’î ölçülere uymayan ameller muteber değildir.

    İlahî rahmete, kurtuluşa vesile olan amelin özellikleri şöyle sıralabilir:

    İman: İlk şart amel sahibinin mümin yani iman etmiş olmasıdır. İman amellerin üzerine bina edildiği temel gibidir.

    İhlâs: Yapılan amelin sırf Allah rızası gözetilerek yapılmasıdır ki bu aynı zamanda niyettir. Amel doğru niyet ve ihlâsla yapılırsa ibadet sayılır.

    Meşruiyet: Amelin dinî ölçülere uygun yapılmasıdır. Yani kişi, dinî hususlarda kendi aklına veya hislerine göre usul erkân belirleyemez. Diğer taraftan hangi iş olursa olsun, şer’î ölçülere uymuyorsa kişiyi günaha sokar.

    Adalet: Amelin belli dengeler gözetilerek yapılmasıdır. Yani ifrata ve tefrite kaçmadan, insanın ihtiyaçlarına, gücüne ve sorumluluklarına uygun olmasıdır.

    Bunların dışında amel sahibinin dikkat etmesi gereken belli kurallar vardır. Ancak bunlara riayet etmesi halinde Allah rızasına ve ilâhî rahmete yani kurtuluşa vesile olur. Bunlar şöyle özetlenebilir:

    Sebat: Amelde süreklilik demektir. Kişi amelini anlık his ve ihtiyaçlarına göre değil, dinin emrettiği şekilde sürekli yapmalıdır. Nitekim az fakat sürekli yapılan ameller dinen daha makbul, daha faziletlidir.

    Kul hakkına riayet: Sâlih amel işleyen kimsenin üzerinde kul hakkı olmamalı ki ilâhî terazide amel kefesi kul hakkı sebebiyle boşalmasın

    Selîm kalp: Kişi Allah Teâlâ’nın verdiği nimetlerini ve azameti murakabe halinde olmalı ve kalbinden mâsivâ tutkusunu çıkarmalı, Allah Teâlâ’nın huzuruna temiz bir kalple çıkmalıdır.

    En önemlisi, kul yaptığı amele değil, Allah Teâlâ’nın rahmetine sığınmalı, ne kadar itina göstermiş olsa da yaptıklarının eksik ya da kusurlu olduğunu düşünmeli, huşû ile ilâhî ihsanı talep etmelidir.

    Bu özelliklerden birinin eksikliği, amelin boşa gitmesine sebep olabilir ve sahibinin ilâhî rahmete ermesini engelleyebilir veya geciktirebilir.

    Özetle, insanın kalbi selîm, niyeti doğru olmalı, ancak böyle olursa amelleri de doğru olur. Kalbi bozuksa niyeti ve işleri de bozuk olur.

    ‘Bir Adam Gördüm’

    Abdurrahman b. Semure radıyallahu anhudan rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle geçer:

    Biz Medine’de Suffa’da iken Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem yanımıza teşrif etti ve şöyle buyurdular:

    “Dün hayret verici bir rüya gördüm.

    Ümmetimden bir adam gördüm; ölüm meleği ruhunu kabzetmeye gelmişti. Adamın anne babasına yaptığı iyilikler araya girdi de meleğin o anda ruhunu almasına mani oldu.

    Ümmetimden bir adam gördüm; şeytanlar etrafını sarmıştı. Adamın yaptığı zikirler geldi ve onu şeytanların ortasından çekip kurtardı.

    Ümmetimden bir adamı gördüm; kabir azabı kendisini sıkıştıracaktı ki aldığı abdest imdadına yetişti de onu kurtardı.

    Ümmetimden bir adamı gördüm; azap melekleri ortalarına almıştı. O an kıldığı namaz imdadına yetişti de adamı onların elinden kurtardı.

    Ümmetimden bir adam gördüm; susuzluktan dili dışarı sarkmış, soluyordu. Derken, tuttuğu oruç geldi, suya kanana kadar ona su ikram etti.

    Ümmetimden bir adam gördüm; peygamberler halka halka olmuş oturuyorlardı. Adam hangi halkaya yaklaşsa uzaklaştırılıyordu. Derken, aldığı gusül abdesti geldi ve ellerinden tutup onu yanıma oturttu.

    Ümmetimden bir adam gördüm; karanlıklar içindeydi. Önü arkası, sağı solu, üstü altı hep karanlık. Derken, yaptığı hac ve umre geldi de onu alıp aydınlığa çıkardı.

    Ümmetimden bir adam gördüm; müminlerle konuştuğu halde onlar kendisiyle konuşmuyorlardı. Derken, yaptığı sıla-i rahim geldi ve onlara hitaben: Bu adam sıla-i rahim yapandır, onunla konuşun, dedi de onunla konuştular. Sonra musafaha edip aralarına aldılar.

    Yine ümmetimden bir adam gördüm; cehennemin sıcağından ve alevlerinden korunmaya çalışıyordu. Derken, verdiği sadakalar geldi de araya perde, üzerine gölge oluverdi.

    Ümmetimden bir adam gördüm; zebânilerin ortasındaydı. Derken emr-i bi’l-maruf ve nehyi ani’l-münker ameli geldi de onu zebanilerin elinden aldı ve rahmet meleklerinin yanına götürdü.

    Ümmetimden bir adam gördüm; dizleri üzeri çökmüş, Allah Teâlâ ile arasında perde vardı. Derken, onun güzel ahlâkı geldi ve elinden tutup Rabbi’nin huzuruna iletti.

    Ümmetimden bir adam gördüm; amel defteri sol tarafından verilmişti. Derken, ondaki Allah korkusu geldi de amel defterini alıp sağ eline koydu.

    Ümmetimden bir adam gördüm; terazisinin iyilik kefesi hafif gelmişti. Derken, küçük yaşta ölen çocukları geldi de terazisini ağırlaştırıverdi.

    Ümmetimden bir adam gördüm; cehennemin kıyısında öylece ayakta duruyordu. Derken, Allah’a olan ümidi geldi de onu bu halden kurtardı, o da oradan uzaklaştı.

    Ümmetimden bir adam gördüm; cehennem uçurumundan düşmüştü ki Allah korkusundan akıttığı gözyaşı imdadına yetişti, onu ateşten kurtardı.

    Ümmetimden bir adam gördüm; Sırat köprüsü üzerindeydi ve yaş hurma dallarının sallanması gibi korkudan titriyordu. Derken, Allah Azze ve Celle’ye olan hüsn-i zannı geldi de onu sakinleştirdi, öylece yoluna devam etti.

    Ümmetimden bir adam gördüm; Sırat köprüsünde düşe kalka, sürünerek, emekleyerek ilerlemeye çalışıyordu. Derken, benim için getirdiği salât u selamlar çıkageldi de onu ayakları üzerine doğrultup geçmesine yardım etti.

    Yine ümmetimden bir adam gördüm; cennetin kapılarına kadar geldi ama kapılar yüzüne kapandı. Derken, getirdiği kelime-i şehadetler çıkageldi, ona kapıları açıp cennete soktu.

    (Tirmizî, Nevâdirü’l-Usul, 6/33-55; Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, 7/179; Suyûtî, Cami’us-Sağir, nr 4896)