Cenâb-ı Hakk’ın emir ve yasaklarına uymak, yalnızca zâhirden ibaretmiş gibi gözükse de aslında işin kalbe ait tarafı daha mühim. O kadar ki bir iş hakkında kalbin durumu, o işi ibadete de dönüştürebilir, felakete de.
Kalbin yapıp ettiklerimizi böyle dönüştüren ameli ise niyet. Yani dilimizin söylediği bir yana, o yaptığımızı gerçekte niçin yaptığımız. Yani motivasyon sebebimiz, gerçek hedefimiz.
Son derece önemli olan niyet konusunu, İslâm’ın dayanak noktası olarak görülen dört hadis-i şeriften biri olan “Ameller niyetlere göredir” hadisinin bir şerhinden faydalanarak hazırladık. Bu şerh, İmam Birgivî rahmetullahi aleyhe ait ve “Kırk Hadis” geleneğinin Türkçe’deki en geniş ve kapsamlı örneklerinden biri. İsmi “Burhânü’l-Müttakîn.” Büyük bir Osmanlı âlimi olan Mustafa Cem’î rahmetullahi aleyh tarafından Osmanlı Türkçesine çevrilmiş. Bu çeviriden özetleyerek ve uyarlayarak sunuyoruz.
Resûlü Ekrem Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyurur ki:
“Ameller niyetlere göredir. Herkesin niyeti ne ise eline geçecek olan onun karşılığıdır. Kimin hicrete niyeti Allah ve Resûlü için ise, onun hicreti Allah ve Resûlü’nedir. Kim de erişeceği bir dünyalık veya nikâhlanacağı bir kadın için yola çıkmışsa, onun hicreti de hedeflediği şeye göredir.” (Buhârî, İman 41, nr. 54; Müslim, İmâre 45, nr. 5036.)
İşler ancak dinin belirlediği ölçülere göre yapılan bir niyetle ibadet olur. Ve kişiye yaptığı amellerden ancak niyetle yaptığının menfaati vardır.
Niyet, en genel anlamıyla “bir şey yaparken kalpte onu yapmaya sebep olan haldir.”
Şeriata göre niyet iki türlüdür:
Birincisi: Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmak veya sevap kazanmak yahut azaptan sakınmak için bir iş yapmayı isteyip, başka her işi bırakarak önce onu yapmaya başlamaktır. Yani yapmak istediği şeyle niyeti arasına başka iş katmayıp, sadece o şeyi yapmaya kararlı olmak ve o işe yönelmektir. O kararında da tereddüt etmemektir.
Mesela, abdest almaya niyeti elini yıkamaya başlayacağı zaman, namaza niyeti ellerini kulaklarının hizasına kaldırdığında ya da hemen öncesinde edip, niyetle ibadet arasında başka bir şey yapmamak böyle niyete örnektir.
İkincisi: Kalbin durumu bakımından birincisi gibi olmakla birlikte, başladığı işin bitmesini hedefleyerek yahut Cenâb-ı Hakk’a havale edip “inşallah” diyerek yaptığı işi devam ettirmeye karar vermektir.
Bu niyetlerden birincisi ibadetin başlangıcına en yakın olan niyettir ve bu tür niyetler sadece namaz gibi emirlere mahsustur.
Fakat ikinci kısım bir işin tamamlanmasına veya sürdürülmesine niyet etmek olduğundan emirleri ve yasakları içine alır. Bu niyet bir ibadeti tamamlamaya, yasaklar konusunda ömrünün sonuna kadar işlememeye niyettir.
Mesela ömrünün sonuna kadar içki içmemeye yahut riyakârlık yapmamaya niyet böyledir ve tevbe hükmündedir. Bu türde niyet ederken, “İnşallah şu ibadeti tamamlarım” yahut “Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla şu haramı işlemem” demektir.
Niyet kalbin amelidir ve yapılan niyet üzere kalbin sabit olmasıdır. Özü itibarıyla dilin işi değildir. Çünkü bir şeye diliyle niyet ederken kalbin uyanık ve haberdar olması gerekir. Mesela bir kişi “niyet ettim Allah rızası için abdest almaya” derken kalbiyle de onu düşünmeli, başka şey düşünmemelidir.
Yahut “niyet ettim, Allah rızası için sabah namazının farzına” diye niyet ederken, kalbin de hangi namaza niyet ettiğiyle meşgul olması, başka şeyle meşgul olmaması gerekir. Çünkü kalbi başka bir şeyde olup hangi namaza niyet ettiğini bilmeyen kimsenin niyeti geçerli olmaz. Diğer ibadetlerde de durum böyledir.
Ne kadar niyet o kadar sevap
Hadis-i şerifte “Herkesin niyeti ne ise eline geçecek odur” buyrulmaktadır. Yani bir kimsenin amellerinde elde edeceği menfaat, amelle kalben neyi hedeflediğine göredir ve niyet etmediği şeyi kapsamaz.
İşten, amelden elde edilen menfaat ve sevap niyetin miktarıyla azalır veya çoğalır. Mesela bir kimse sabah namazı vaktinde iki rekât namaz kılıp, sadece namaza niyet etse kıldığı namaz Allah rızası için olur fakat sabah namazının farzı olmaz. Çünkü o kimse belirlenmemiş bir namaza niyet etmiş, o vaktin namazına niyet etmemiştir. Bu yüzden nafile yerine geçer. Çünkü niyet ederken o vaktin farzını kılacağını ayrıca belirtmemiştir.
Niyetle sevabın arttığına misal de şöyledir: Mesela cünüp olan bir kimse hem gusül yapmak hem hamam sahibinin para kazanması hem mescide girebilmek ve eline Kur’an alabilmek gibi niyetlerle hamama gitse, bu dört sevaba da nail olur.
Hamama girmesi tek bir amel gibi görünüyorsa da, dördüne de niyeti sebebiyle sevabı da dört olur. Eğer bu amellerden birine veya ikisine niyet ederse, niyet ettiği miktarının sevabına kavuşur, geri kalanı işlese de sevaba kavuşamaz.
Şu halde niyet hadisinin ayrıntılı olarak manası şöyledir:
“Her ibadet veya bilinçli yapılan her iş, (mübah, mendub, sünnet, vacip veya farz olması fark etmez) yapılması sebebiyle sevap hâsıl olmaz. Sevap ancak niyetle kazanılır. Yani o işlenecek amel Allah rızası için işlenirse sevap elde edilir. Çünkü niyette belirleme şarttır ve amelin sevabı niyetin artmasıyla çoğalır. Niyet ne kadar azsa sevap da o ölçüde az olur.
Niyet ve irade
Niyet, sonuçları itibarıyla üç kısımdır.
• İbadete Cenâb-ı Hakk’ın azabından korkarak niyet etmek.
• İbadete cennete girmeye, İlâhî ihsan ve ikramlara kavuşma beklentisiyle niyet etmek.
• İbadete sadece Hak Teâlâ’ya tazim ve hürmet için niyet etmek.
Her ne kadar ilk iki kısım da Cenâb-ı Hakk’ın vaad buyurduğu nimetlere, ihsanlara meyil ve iman sebebiyle sahih niyetlerden sayılsa da, üçüncü kısımdaki hepsinden üstündür. Çünkü ilk iki kısımdaki niyet hakikatte kişinin kendi nefsi için olur. Mesela cenneti isteyen kişi çeşitli yiyeceklere, çok farklı lezzetlere, rahata ulaşmak istemektedir. O kişi bu dereceyle yetinir.
Ancak son kısımdaki akıl sahipleri sadece Zât-ı Zülcelâl’in rızasını talep ettiklerinden, bütün ibadetlerinde ve işlerinde zikirleri ve fikirleri Âlemlerin Rabbi’ne kavuşmaktır. O sebeple bu derece, öncekilerden üstündür. Çünkü bu niyette olan akıllı kimseler ibadetleriyle herhangi bir karşılık beklentisi içinde olmayıp, sadece “Rablerine sabah akşam O’nun rızasını dileyerek dua edenler” ayet-i celilesinde ifade buyurulan ancak Âlemlerin Rabbi’nin cemâlini isterler.
Niyeti tahlil ettiğimizde sadece bir kişinin kalbiyle veya diliyle niyet ettim demesinden ibaret olmadığı da anlaşılır. Niyet, kişinin yapacağı şey için kalbe istek gelmesi ve o işe kalbin meyletmesidir. İşte kalbin bu meyli de bazen hemen beklenen, bazen de ertelenmiş bir maksada bağlıdır.
Âcil veya hemen beklenen karşılık, dünyaya dair beklentilerdir. Mesela bir kişi bir fakire sadaka vermeye niyet ettiğinde, Cenâb-ı Hakk’ın vaad buyurduğu üzere dünyada on katı veya yüz katının gelmesini istemesidir. Ertelenmiş dediğimiz ise o vereceği birkaç kuruşla Cenâb-ı Hakk’ın rızasını elde etmeyi ve Cemalullah’ı görmeyi gaye edinmesidir. Bu ikisinde de niyet, önce hatırına gelip sonra vazgeçmesi değildir. Aksine, vereceğim diye karar verip üzerinde ısrarla durmaktır. Sonra da mümkün olup verebilirse sevap kazanır, veremezse yine ecrini alır.
Hâlis niyet Cenâb-ı Hak tarafından lütfedilen bir hidayettir ki, bazen kolayca nasip olur, bazen de çok zor olur. Bu hâlis niyet, kalbinde daima sâlih ameller yapma arzusu bulunan kişiye çoğu zaman kolayca ihsan olunur. Dünyaya meyli ve muhabbeti olanlarda ise Allah’ın farz kıldığı amellerde bile öyle kolayca nasip olmaz; özel çaba ve gayretle mümkün olur. Böyle bir kimse cehennemi hatırına getirip azaptan korkar yahut cenneti düşünüp ona girmeyi ister de, bir ihtimal niyetin birinci veya ikinci kısmını yerine getirebilir. Çok zaman da ancak ufak bir amel için niyet eder de sevabı da o niyeti ölçüsünde olur.
Şu da var ki bu alçak dünyaya rağbet edenlere, ibadet edilmeye tek lâyık olanın sadece Allah Teâlâ olduğunu dikkate alarak onu yüceltmek ve saygısını izhar etmek niyetiyle kulluk ve ibadet etmek kolaylaştırılmaz. Çünkü böyle ibadet etmek, sâlih ameller işlemek niyetlerin en güzeli ve en yücesidir.
Bu itibarla bazı eski büyükler kalplerinde hâlis niyet bulunmadığı zaman bazı nafile ibadetleri yapmaktan kaçınırlardı. Hatta İbn Sîrin rahmetullahi aleyh, Hasan Basrî rahmetullahi aleyhin cenazesine gitmedi. Bunun sebebi kendisine sorulduğunda dedi ki: “Kalbimde hâlis niyet oluşmuş değildi ki gideyim.”
Anlaşılıyor ki o, kalbinde hâlis niyet oluşmadan o cenazeye gitmiş olsaydı, orada görünmek için gitmiş olacaktı. Bu ise riya demekti.
Yine Kûfeli âlimlerin önde gelenlerinden Hammad b. Süleyman rahmetullahi aleyh vefat ettiği zaman Süfyân-ı Sevrî kuddise sırruhûya “Bu zâtın haline şehadet etmez misin?” diye soruldu. Cevaben “Niyetim olsaydı ederdim.” dedi.
Tâvus rahmetullahi aleyhten dua istedikleri zaman, “Niyet hâsıl olsun da ondan sonra edeyim” derdi.
Sâlihlerden biri şöyle dedi: “Bir aydan beri bir hastayı ziyaret etmeye niyetlenmek istiyorum, henüz niyetim sağlam ve hâlis olmadı.”
Sâlihler, takvaya dair bir amel kendilerine sorulduğunda, “Eğer Cenâb-ı Hak niyet nasip ettiyse o ameli işleyin” derlerdi. Onlar sağlam niyet olmaksızın bir ameli işlemezler. Bilirler ki niyet amelin ruhudur ve doğru niyet olmadan yapılan amel riyadır. Riya ise Hak Teâlâ’nın ilâhî dergâhına yakınlığa değil, uzaklığa sebep olur.
Hicret ve niyet
Niyet konusunda hepimizin bildiği girişteki hadis-i şerifin buyuruluş sebebi şudur:
Bir adam Mekke’deyken Ümmü Kays adında bir kadına tâlip oldu. Kadın daha sonra hicret etti. Adam kadınla evlenebilmek için onun ardından Medine’ye geldi. O adam “Ümmü Kays’ın muhaciri” diye lâkaplandığı için Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem ayrıca “bir adam” buyurdular ki bu, hem o kişiyi tedip etmek hem de o adamın gerçekten o kadınla evlenmek için hicret ettiğini işaret etmek içindi. Ki böylece ibret alanlara nasihat olsun.
Amelin sevabı ve faydasının şartı niyet etmek demiştik. Mesela niyetle hicret eden için çok büyük sevap olduğu halde niyetsiz veya dünyalık için hicret eden için ahirette sevap yoktur. Hadis-i şerif, sadece hicret hakkındaki niyetle sınırlı değildir. Her şeye niyette durum böyledir.
Şunu belirtmekte fayda var: Mübahlar da ibadet hükmündedir. Söz gelimi su içmek veya yemek yemek gibi bir şeye besmeleyle başlamak sünnettir ve sevap kazanmak için bu sünneti icra ederken niyet gerekir. Niyet de, daha önce belirtildiği gibi, sünneti işlerken sevap kastıyla kalbe getirmekten ibarettir. Fakat dinin yasakladığı şeylerde Hakk’a yaklaşmak şöyle dursun, onların işlenmesi kişiyi Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştırır. O yüzden yasakları işlerken böyle bir niyet onu yasak olmaktan çıkarmaz ve fayda vermez.
Mesela bir kimse başkasının hatırı için içki içse yahut haram maldan sadaka verse; ilkinde adamın gönlünü etmeye, ikincisinde de sünneti icra sevabına niyet etse, ikisinde de niyet fayda etmez ve kişi günahkâr olur. Hatta haram işleyerek sevaba niyet ettiğinden günahını kat kat artırmış olur. Bunu ister bilerek yapsın isterse bilmeyerek, fark etmez.
Fakat mübahlar, yasakların zıddınadır ve niyet sebebiyle ibadet hükmünde olur.
Bir kimse niyetsiz namaz kılsa, oruç tutsa veya hacca gitse, yaptıklarına namaz, oruç veya hac denmez ve hiçbirisi ibadet olmaz.
Bu itibarla niyetsiz yapılan ibadetler ve mübahlar hadis-i şerifin muhtevasına girmez. Niyetsiz ibadetin ise yapılmasıyla yapılmaması arasında hiçbir fark yoktur.
Bütün mübahlar, Allah rızası için yapıldığında ibadet, kötülük maksadıyla yapıldığında da günah olur. Hiçbir niyet bulunmazsa da mübahtır. Yani ne sevabı ne günahı vardır.
Hayır niyetiyle günah işlemek cehaletten kaynaklanır. İyilik yapmak niyetiyle yalan söylemek, çocuklarının ihtiyacını gidermek için birini dolandırmak gibi. Oysa neye nasıl niyet edeceğini bilmesi farzdır. Farzı bilmemek günahtır. Ya da günahı ve niyeti bir araya getirerek bunları hafifsemek ve alay etmek amacıyla yapmış olur ki, o da küfürdür. Günah niyetsiz yapılsa da günahtır. Ancak zararı ve azabı bakımından, doğrudan şerre veya hayır niyetiyle işlenenlerden daha aşağıdadır.
Sırf gösteriş olsun diye veya gösterişle birlikte Allah için yapılan ameller geçersizdir. Allah rızası niyetiyle gösteriş bir arada olursa amel makbul değildir. Çünkü Allah rızasıyla riya bir arada bulunmaz.
Ama riya sebebiyle niyet, amelin kendisiyle ilgili olur da başkaları beğensin diye güzelleştirilmesiyle ilgili olmazsa asıl amel sahih ve o kimse sevaba hak kazanmış olur. Ancak gösteriş için ilave edilen güzellikler sahih olmaz. Aksine o kişinin hesaba çekilmesine sebep olabilir. Mesela kişi başkaları yüzünden namaz kılmışsa o namaz farz olarak eda edilmiş olur. Ama o kişinin ilâhî huzurda hesaba çekilmesine ve azarlanmasına yol açar.
Niyetsiz sevap elde edilebilir mi?
Sahih hadislerde niyetsiz olarak bazı sevaplar elde edildiği bildirilmiştir. Bu sahih hadislerden birisi Buhârî ve Müslim’de geçen, Ebû Hüreyre radıyallahu anhudan rivayet edilen ve zikir ehliyle ilgili bir hadis-i şeriftir. Bu uzun hadisin son kısmı şöyledir:
“Zikir ehli hakkında Hak Teâlâ meleklere buyurur ki; ‘Ben bunları bağışladığıma sizi şahit tutuyorum.’ Meleklerden biri; ‘Ya Rabbi, bunların içinde filan kişi var ki, o zikir ehlinden değildir. Zikir meclisine bir ihtiyacı için gelmiştir.’ der. Hak Teâlâ şöyle buyurur: ‘Onlar, yani zikir ehli olanlar öyle bir topluluktur ki onların meclisinde bulunan bedbaht olmaz.”
Hadis-i şerifte, zikir meclisinde zikir için bulunmayan kişinin de mağfiretle mükâfatlandırıldığı bildirilmiştir.
Sevap ibadetin karşılığıdır. Niyetsiz amel de ibadet olmaz. Bu hususta bütün âlimler aynı hükmü vermiştir. Durum böyle olunca hadis-i şerifte bahsedilen kişinin o mecliste bulunması ibadet değildir ki Cenâb-ı Hakk’ın bağışlaması sevap sayılsın. Ancak o kimse hakkında olan bağışlanma, ihlâsla zikrullahta bulunanları yüceltmek ve onlara ikramda bulunmak için Cenâb-ı Hakk’ın lütfu ve ihsanıdır; yoksa o kişinin sevabı değildir.
Hadis-i şerifte geçen “Onlar öyle bir topluluktur ki, onlarla oturan şakî/bedbaht olmaz” ibaresi buna delildir. Çünkü sevap ancak niyetlenilen amele mahsustur. Niyetsiz amelde olan mağfirete ise sevap denemez.
Amelin sıhhati için
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet günü, yanında dağlar gibi hayır hasenatı bulunan bir kul getirilir. Bir seslenici şöyle seslenir: Filan kişide kimin hakkı varsa gelsin alsın. Bunun üzerine bir takım kişiler gelip onun sevaplarından alırlar. Hatta kendisine hiçbir iyilik ve hayır kalmadığı için o kişi şaşkınlık içinde bakakalır. Hak Teâlâ bu kuluna şöyle buyurur: ‘Senin için benim katımda öyle bir hazine vardır ki, ondan ne meleklerin ne de yarattıklarımdan birinin haberi var.’ O kişi, ‘Ya Rabbi, o hazine nedir?’ diye niyaz edince Cenâb-ı Hakk’ın mukaddes katından şu hitap gelir: ‘O hazine, senin hayır işlemeye ettiğin niyettir ki, senin için o hayırların yetmiş mislini yazdım.”
Süfyan-ı Sevrî rahmetullahi aleyh şöyle buyurmuştur:
Eski büyükler hayır elde etmek için amelleri öğrendikleri gibi amelin sıhhati için de niyeti öğrenirlerdi. Hatta müritlerden bazıları âlimleri ziyaret edip;
– Bana bir amel öğretin ki, o amelle daima Cenâb-ı Hakk’a kullukta bulunmuş olayım. Çünkü ben gecemde veya gündüzümde Allah’a ibadetin dışında bir saatimin geçmesini istemiyorum, derdi.
Kâmil zâtlardan biri de buna cevap olarak dedi ki:
– Sen muradına erişmişsin. Haydi gücün yettiği kadar ibadetle, gücünün yetmediği yerde de ibadete niyetle meşgul ol. Çünkü hayırlı bir amele niyet eden, onu işlemiş gibi mükâfat alır.
Rivayet edildiğine göre kıyamet günü bir kul getirilip amel defteri sağ eline verilir. O kimse defterinde hac, umre, cihad, zekât ve sadaka sevaplarının yazılmış olduğunu görünce;
– Ya Rabbi, ben bu amelleri işlemedim, bu benim amel defterim değil, der. Bunun üzerine Hak Teâlâ buyurur ki:
– Sen defterini oku. Dünyada yaşarken, “benim malım olsa hacca giderdim, sadaka verirdim” derdin ve bu niyetinde samimi idin. Onun için sana niyet edip de işleyemediğin o amellerin sevabını ihsan eyledim.
Ebulleys Semerkandî rahmetullahi aleyh şöyle demiştir:
“Bir kimse kendisinde bulunan az şeyde cimrilik etmezse o zaman niyetinde dürüst olduğu anlaşılır. Mesela o kimse hacca gidecek olan birini görünce; ‘Benim malım olsaydı ben de hacca giderdim, ama azıcık bir param var. Al şunu o yolda harca’; yahut Allah yolunda gazaya giden birini görünce, ‘Benim de imkânım ve gücüm olsaydı gazaya giderdim. Fakat birkaç kuruşum var, al bunu o yolda sarf et’ demek gibi…
İşte böyle az şeyde cimrilik etmezse niyeti sahih ve Allah katında da makbuldür. Yoksa yalnız dilden söyleyip elinde olan az şeyde cimrilik ederse Hak Teâlâ’ya malumdur ki, az malda cimrilik yapan çok malı olunca da cimri davranır. Böyle kimsenin de niyetinin sevabı yoktur.
Bunun gibi bir kimse ‘hafız olsam gece gündüz hatmederdim’ dese de ezberinde olan sureleri gündüz veya gece okusa, niyeti sebebiyle hatim sevabına erişir. Yoksa hafız olsam hatmederdim deyip bildiği sureleri hiç okumasa, bu kimsenin de niyetinin doğru olmadığını Hak Teâlâ bildiği için, bu niyetle asla sevaba erişemez.”
Hz. Ömer radıyallahu anh şöyle buyurmuştur:
“Amellerin en üstünü, Cenâb-ı Hakk’ın farz kıldığı amelleri eda etmek, haram kıldığı şeylerden sakınmak ve Allah Teâlâ’ya ibadette doğru niyettir.”
Cenâb-ı Hak’tan başkasının bilmediği sır
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Müminin niyeti, amelinden hayırlıdır.”
Hadis âlimlerimizden bazıları şöyle demiştir:
Niyet öyle bir sırdır ki onu Cenâb-ı Hak’tan gayri kimse bilemez. Amel zâhirdedir, riya karışma ihtimali vardır. Ama niyete riya karışma ihtimali yoktur. Onun için niyet amelden hayırlıdır.
Bazı âlimler de şöyle demiştir:
Niyet daimîdir, amel ise değildir. Çünkü bir kişi ömrü oldukça daima hayır işleme konusunda niyet etmeye güç yetirebilir. Fakat ömrü boyunca daima ibadet ve taat işlemeye gücü yetmez. Onun için niyet amelden hayırlıdır.
Gerçekten de sürekli amel etmek mümkün değildir. Çünkü en azından yeme içme gibi bazı ihtiyaçlar sürekli ibadete engel olur. Ancak niyette daimî ibadet mümkün olur. Çünkü her bir işte samimi niyet olduğunda ömrün bir dakikası bile ibadetsiz geçmemiş olur.
Amel bedenin güç ve kudretine bağlıdır. Fakat niyet kuvvet ve kudret olmadan da ele geçer. Bu sebeple niyet amelden hayırlıdır.
Niyet kalbin amelidir, kalp ise en üstün organdır. O yüzden en şerefli olan organın yaptığı, kendisinden üstünlük bakımından aşağıda bulunan organların işlerinden daha hayırlıdır.
Yukarıda ifade ettiğimiz gibi niyet sebebiyle bir amel çoğalır ve artar; onun için daha hayırlıdır.
Mesela bir kişi abdest alsa, o abdestle farz ve nafile namazları kılmaya, Kur’an okumaya niyet etse de sadece farzları eda edip diğerlerini işleyemese; o abdestle hem farz, hem nafile hem de Kur’an okumanın sevabına erişir. Fakat amel olarak yalnız abdest alsa ve farzı kılsa, sadece bunların sevabına nail olup başka bir ecir elde edemez.
Kısaca niyet her bir ibadetin şartıdır. Niyetle her bir âdet ibadet olur. Her işte niyet peygamberlerin, velîlerin ve sâlihlerin sünnetidir. Aslında her harekette ve duruşta, her türlü alışverişte, her cins yeme ve içmede, her yatış kalkışta hatta her bir zaruri ihtiyaç gidermede de sünnettir. Çünkü bu mübarek zatlar aziz ömürlerinden bir saat, hatta bir an ve dakikayı dahi boş geçirmek istemezler. Zira ömür o kadar değerli bir hazinedir ki ona paha biçilemez.
Allah Teâlâ’ya yakınlık kazanmak ve O’nun sonsuz ihsanlarına nail olmak ömürledir. İşte bunları kazanmak da en yüce maksatlardır. Bu yüzden o aziz ömrü heba etmek sonradan ele geçirilmesi mümkün olmayan bir kayıp, kabirde ve ahirette de pişmanlık sebebidir.
Hak Teâlâ’dan cümlemizin sâlih niyetlerini çoğaltmasını, faydasız ve dehşetli şeylerden uzak tutmasını temenni ve niyaz ederiz. Cenâb-ı Hak cömert, kerîm ve sonsuz merhamet sahibidir.
Kaynak: SEMERKAND DERGİSİ