Bugün ölüm öyle sıradan bir hale geldi ki, mezarlıklar ölülerin bulunduğu sıradan bir yerden, ölüp giden yakınlar da birer hatıradan ibaret.
Ölümün azameti kimseyi endişeye düşürmüyor, ölümden sonrasının zorluğu kimseyi ilgilendirmiyor.
Çünkü hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyoruz ve bunları düşünemeyecek kadar da dünya ile meşgulüz.
Yarın gidiyoruz denilse bugünden, hatta şimdiden hazırlığa başlarız. Çünkü her yolculuğun bir hazırlığı, heyecanı, belki gerginliği vardır. Bavul hazırsa, kimlik, pasaport, cüzdan da alındıysa yolculuğa hazırız demektir. Bunlardan birini unutmak büyük bir sorundur fakat telafisi vardır. Ya gelen birine ısmarlarız unuttuğumuzu ya da geri dönüp alırız. En kötü ihtimalle yolculuğu erteleriz. Olan bir bilete, kaybettiğimiz zamana olur. Fakat bir şekilde telafi edebiliriz bunu.
Peki ya geri dönüşü olmayan büyük yolculuğun telafisi var mıdır? O yola çıktığımızda unuttuklarımızı birine ısmarlayabilecek miyiz? Ya da bu yolculuğu erteleyebilecek miyiz?
Büyük yolculuk, ölümle başlayan ebedî yolculuktur. Ölüm bu yolculuğun ilk kapısı. Bu kapıdan geçmek de hiç kolay değil. Dünyada ne hazırladıysak onunla geçeceğiz buradan.
Ebû Musa el-Eş‘arî radıyallahu anhu vefat etmeden önce ibadetlerinde o kadar gayretliydi ki kendisine;
– Biraz kendine acısan da ara versen olmaz mı? dediler. Ebû Musa radıyallahu anhu;
– Atlar yarışırken bitişe yaklaştıklarında olanca kuvvetlerini harcarlar. Yeminle söylüyorum ki benim de ömrümden bundan daha az bir zaman kaldı, dedi.
Bu olayı anlatan râvi diyor ki: “Ebû Musa el-Eş‘arî ölünceye kadar bu hal üzere ibadete devam etti. Hanımına da ‘Yükünü sıkı bağla (ölüme iyi hazırlan), çünkü cehennemin üzerinden ancak sâlih amel vasıtasıyla geçilir’ derdi.”
Halifelerden biri bir konuşmasında şunları söylemiştir:
“Ey Allah’ın kulları! Gücünüzün yettiği kadar Allah Teâlâ’dan korkun. Hak yola çağrıldığında uyanan kimselerden olun. Şunu iyi bilin, dünya insanlar için kalınacak bir yer değil. Öyleyse onu bırakıp ebedî yurda yönelin. Ölüme hazır olun, onun gölgesi üzerinizdedir. Bu dünyadan göç için hazırlanın. Çünkü o kaçınılmaz bir hakikattir.
Dünya sürekli değişip eksilmekte. Öyleyse bu dünyaya en uygun olanı ona dair temennileri azaltmaktır. Her geçen gün daha da yaklaştığımız âhiret için de uygun olan süratle ona yönelmektir. Kula saadet ya da azap getiren ölüm, en güzel hazırlığı hak etmektedir.
Allah katında takva sahibi kimse nefsine uymayan, ölmeden önce tevbe eden ve arzularını yenen kimsedir. Çünkü insan ne zaman öleceğinden habersizdir. Dünyaya dair temennileri onun için bir tuzaktır. Şeytan “ileride tevbe edersin” diye onu oyalamakta ve günahları güzel göstermektedir. Bu hal insanın en gafil anında ölüm onu yakalayana kadar devam eder.
Şu bir gerçek ki, sizinle cennet ya da cehennem arasında ölümden başka hiçbir şey yoktur.”
Üç kısım insan
Dünyaya kendini kaptıran, süslerine ve güzelliklerine aldanan kimsenin kalbi şüphesiz ölümü hatırlamaktan gafildir. Hatırlatıldığı zaman da ondan hazzetmez. Onlar Allah Teâlâ’nın haklarında şöyle buyurduğu kimselerdir:
“De ki: Kaçtığınız ölüm muhakkak sizi bulacaktır. Sonra siz görülen ve görülmeyen her şeyi bilen Allah’a döndürüleceksiniz. O size bütün yaptıklarınızı haber verir.” (Cum‘a 8)
İnsanlar üç kısımdır:
• Dünya sevgisine dalanlar,
• Pişman olup tevbe edenler,
• Manevi kemâlâtını tamamlamış ârifler.
Dünya sevgisine dalanlar ölümü hiç akıllarına getirmezler. Hatırladıklarında da dünyada yapamadıkları şeyler için üzülür, ardından ölümü kötülemeye başlarlar. Bu kimsenin ölümü hatırlaması onu Allah Teâlâ’dan daha da uzaklaştırır.
Pişman olup tevbe eden kimse ise kalbinde korku meydana gelsin, tevbeyi tam manası ile gerçekleştirsin diye ölümü sıkça anar. Bazen de tam anlamıyla tevbe etmeden, nefsini ıslah edemeden ölüm gelir diye ölümü hoş görmez. Bu kimsenin ölümü hoş görmemesi anlaşılabilir. O, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin; “Kim Allah’a kavuşmayı (ölümü) istemezse, Allah da ona kavuşmayı istemez” (Buhârî, Rikâk, 41; Müslim, Zikir, 17) hadisinin tehdidi altına girmez. Çünkü bu kişi, ölümü ve Allah’a kavuşmayı kötü görmüyor. Sadece kusurlarından dolayı Allah’a kavuşmayı elden kaçıracağından korkuyor.
Bu kişinin durumu, sevdiğine kavuşmak için hazırlıklar yaptığı için kavuşmayı erteleyen âşığın durumuna benzer. Tevbekârın durumu da bu manada olduğu için Allah’a kavuşmayı kötü gören biri sayılmaz. Çünkü o ölüm için daima hazırlık içindedir, ondan başka şeylerle meşgul değildir. Yoksa dünya sevgisine dalanlardan olur.
Manevi kemâlâtını tamamlamış ârif ise daima ölümü hatırlar. Çünkü ölüm sevgiliye kavuşma zamanıdır. Seven hiçbir zaman sevdiğine kavuşacağı zamanı unutmaz. Hatta bu kişi çoğu zaman ölümün gelişini yavaş bulur. Asilerin yurdu olan bu dünyadan kurtulup Âlemlerin Rabbi’ne kavuşmak için ölümün gelmesini ister.
Demek ki tevbe eden kimse ölümden hoşlanmamasında mazur olduğu gibi, ârif de ölümü sevmesinde ve onu temenni etmesinde mazurdur.
Bu ikisinden daha yüksek bir mertebe ise işini Allah’a havale eden, nefsi için ölümü veya yaşamı tercih etmeyen kimsenin mertebesidir. O kimse için her şeyin en güzeli Yüce Mevlâsı için en güzel olanıdır. Böyle bir kimse bu muhabbetiyle teslimiyet ve rıza makamına ulaşmıştır. İşte asıl gaye budur.
Her hâlükârda ölümü anmakta sevap ve fazilet vardır. Dünya sevgisine dalan bile ölümü anmakla dünyadan uzaklaşır. Çünkü dünya nimetleri ona sıkıntı vermeye başlar, tadı kaçar. İnsanı dünya hazlarından uzaklaştıran her şey aslında onun için bir kurtuluş sebebidir.
En büyük nasihatçi
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Lezzetleri kesip atan ölümü çokça anın.” (Tirmizî, Zühd, 4; Nesâî, Cenâiz, 3)
Yani ölümü hatırlayarak dünya zevklerini kendinize acılaştırın ki ona olan bağlılığınız kopsun ve bu vesileyle de Allah’a yönelebilesiniz.
Diğer bir hadis-i şerifinde de şöyle buyurmuştur: “Ölüm müminin hediyesidir.” (Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 9884; Hâkim, el-Müstedrek, 4/319)
Böyle söylemesinin sebebi şudur: Mümin bu dünyada daima bir sıkıntı içindedir. Çünkü nefsine karşı mücahede etmektedir, şeytanın hilelerine karşı da daima savunma halindedir. Ölüm onun bu işkenceden kurtuluşudur. Dolayısıyla bu kurtuluş da kendisi için bir hediye olmuş olur.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem başka bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Ölüm, her Müslüman için bir kefârettir” (Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 9885, 9886; Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 3/143)
O bu sözüyle mümin ahlâkına sahip, elinden ve dilinden diğer Müslümanların güvende olduğu, ancak küçük günahlarla kirlenen hakiki Müslümanı, samimi mümini kastetmiştir. Büyük günahlardan sakındıktan ve farzları yerine getirdikten sonra ölüm onun küçük günahlarını temizler.
Enes b. Mâlik radıyallahu anhunun rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Ölümü çokça anın. Çünkü o günahları temizler ve kalbi dünyadan uzaklaştırır.” (Sehâvî, el-Mekasidü’l-Hasene, 1/143; İbn Tolun, eş-Şezre, 1/132; Zebîdî, İthâfü’s-Sâde, 14/19)
Rebî b. Huseymin rahmetullahi aleyh demiştir ki: “Kişinin beklediklerinin içerisinde ölümden daha hayırlısı yoktur.”
Halife Ömer b. Abdülaziz rahmetullahi aleyh her gece âlimleri bir araya toplar; beraber ölümden, kıyametten ve âhiretten bahsederler, sonra da sanki önlerinde cenaze varmışçasına ağlarlardı.
İbrahim et-Teymî rahmetullahi aleyh demiştir ki:
“Şu iki şey benden dünya zevkini kesip attı: Ölümü hatırlamak ve Allah Teâlâ’nın huzurunda nasıl hesap vereceğimi düşünmek.”
Kâ‘bü’l-Ahbâr rahmetullahi aleyh demiştir ki:
“Kim ölümü yakinen tanırsa dünyanın musibetleri ve kederleri ona kolay gelir.”
Tâbiînden Safiyye rahmetullahi aleyhâ anlatıyor:
“Kadının biri, Hz. Âişe radıyallahu anhâya kalbinin katılığından yakındı. Hz. Âişe radıyallahu anhâ ona; ‘Ölümü çokça an, kalbin yumuşar’ dedi. Kadın Hz. Âişe’nin dediğini yaptı. Kalbi yumuşadı. Sonra gelip ona teşekkür etti.”
Halife Ömer b. Abdülaziz rahmetullahi aleyh âlimlerden birine;
– Bana nasihat et, dedi. Âlim;
– Sen ölecek ilk halife değilsin, dedi. Ömer b. Abdülaziz;
– Biraz daha nasihat et, deyince âlim;
– Hz. Âdem aleyhisselama varıncaya kadar bütün ataların ölümü tattı. Nöbet sırası sana geldi, dedi. Bunları duyan Halife Ömer ağlamaya başladı.
Kalp ölümü nasıl hatırlar?
Ölüm korkutucudur, tehlikesi de büyüktür. Çoğu insan ölümden gafildir. Çünkü ölümü az düşünür, az anarlar. Onu ananlar da temiz bir kalple anmazlar. Dünya hazlarıyla meşguldürler. Bu sebeple kalplerinde bir tesir meydana gelmez.
Bunun çaresi, kulun ölümden başka kalbindeki her şeyi çıkarıp atmasıdır. Bu aynen tehlikeli bir yolculuğa çıkacak kişinin bütün dikkatini sadece bu yolculuğa yoğunlaştırmasına benzer. Ölümü anmak kulun kalbine yerleştiğinde çok geçmeden onda etkisini gösterir. O zaman kişinin dünya ile sevinci azalır, kalbi hüzünle dolar.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Akıllı kimse nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için hazırlanandır.” (Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 25; İbn Mâce, Zühd, 31)
Bir şeye hazırlanmanın en kolay yolu, onu kalben devamlı hatırlamaktır. Devamlı hatırlamak ise onu hatırlatan şeylere kulak vermekle mümkündür.
Ölümü hatırlamanın kalbe etki etmesinin en tesirli yolu da kişinin kendisinden önce âhirete göçen akranlarını çokça anmasıdır. Onların ölmeden önceki güzel hallerini, şimdi ise toprağın onları nasıl çürüttüğünü, eşlerini dul, çocuklarını nasıl yetim bıraktıklarını düşünmesidir.
İşte o zaman kendisinin de onlardan biri olduğunu görür. Gafletinin onların gafleti gibi, akıbetinin de onların akıbeti gibi olacağını anlar. Buna göre tedbirini alır, tedarikini yapar.
Halife Ömer b. Abdülaziz rahmetullahi aleyh demiştir ki:
“Her gün sabah akşam birini hazırlayıp Allah’a yolcu ettiğinizi, sonra onu toprağa bıraktığınızı, böylece onun toprağı kendisine yastık edindiğini, sevdiklerini geride bıraktığını ve bütün maddi şeylerden ayrıldığını görmüyor musunuz?”
Kabirlere giderek, hastaları görerek böyle düşüncelere devam etmek, kalpte ölüm düşüncesini taze tutar. Hatta bu düşünce onu öyle sarar ki ölüm gözünün önünden ayrılmaz. İşte o zaman ölüme hazırlanması mümkün olur ve aldanma yurdu dünyadan kalben uzaklaşır. Yoksa ölümü sadece dille anmanın, onun hakkında tatlı tatlı konuşmanın ikaz bakımından faydası azdır.
İnsan, dünya nimetlerinden bir şey hoşuna gittiğinde hemen o anda bir gün ondan ayrılacağını düşünmelidir.
İbn Mutî radıyallahu anhu bir gün evine baktı, güzelliği hoşuna gitti. Bunun üzerine ağladı. Sonra; “Allah’a yemin olsun ki, eğer ölüm olmasa seninle sevinirdim. Varacağımız yer dar bir mezar olmasaydı dünya ile gözlerimiz aydın olurdu” dedi. Sonra yüksek sesle ağlamaya başladı.
İmkân ve fırsat varken hazırlanmak
Bir kimsenin gurbette iki kardeşi olsa ve onlardan birinin yarın, diğerinin de bir ay ya da bir sene sonra geleceğini beklese, hiç şüphesiz bir gün sonra gelecek olan kardeşi için hazırlık yapmaya başlar.
Hazırlık yapmak beklenenin yakın olduğu anlamına gelir. Şu halde ölümün bir yıl sonra geleceğini bekleyen kimse bu süre ile oyalanıp durur. Bu müddetin ötesindeki şeyleri unutur. Artık o her sabah bir seneyi bekler durur. Geçen hiçbir gün o seneden hiçbir şey eksiltmez. İşte bu, onun ibadet ve amellere koşmasını engeller. Çünkü bu bir senenin çok geniş bir zaman olduğunu düşünür, sürekli amellerini yarına erteler.
İbn Abbas radıyallahu anhu demiştir ki: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem birine şöyle nasihat etti:
“Şu beş şeyden önce beş şeyin kıymetini bil:
• İhtiyarlığından önce gençliğinin, • Hastalığından önce sıhhatinin, • Fakirliğinden önce zenginliğinin, • Meşguliyetinden önce boş zamanının, • Ölümünden önce hayatının.” (Hâkim, el-Müstedrek, 4/306; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, 10248)
Diğer bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: “İki nimet vardır ki insanların çoğu onda aldanmışlardır: Bunlar sağlık ve boş zamandır.” (Buhârî, Rikâk, 1; Tirmizî, Zühd, 1) Yani çoğu kimse onu bir ganimet gibi değerlendirmez, ellerinden gidince kıymetini anlarlar.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ashabında bir gaflet veya aldanış sezdiğinde yüksek sesle şöyle seslenirdi:
“Ölüm size kesin olarak gelecek. Ya hüsranla ya da saadetle!” (İbn Ebi’d-Dünya, Kasru’l-Emel, nr. 117; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 10568, 10569)
Câbir radıyallahu anhu demiştir ki: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem hutbelerinde kıyametten bahsettiği zaman yanakları kıpkırmızı olurdu. Sanki “düşman size her an saldırmak üzeredir” diye uyaran biri gibi sesini yükseltirdi. Bir defasında böyle bir hutbesinde orta ve işaret parmaklarını birleştirerek;
“Ben şu ikisi gibi kıyamete yakın bir zamanda gönderilmiş bir peygamberim” buyurdu. (İbn Ebi’d-Dünya, Kasru’l-Emel, nr. 124. Benzer bir hadis için bk. Müslim, Cum‘a, 43)
Abdullah b. Mesud radıyallahu anhu demiştir ki: Bir defasında Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, “Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm’a açar” (En‘âm 125) âyetini okuduktan sonra; “İman nuru kişinin göğsüne (kalbine) girdiği zaman göğsü genişler” buyurdu. Oradaki sahabiler;
– Ey Allah’ın Resûlü, bunun alâmeti var mıdır? diye sordular. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şu cevabı verdi:
– Evet, vardır. O, aldatıcı dünyadan uzaklaşmak, ebediyet yurduna yönelmek ve ölüm gelip çatmadan önce onun için hazırlık yapmaktır. (Hâkim, el-Müstedrek, 4/311; Beyhakî, Şuabü’l-İmân, nr. 10552)
Hz. Ömer radıyallahu anhu demiştir ki: “Her şeyde acele etmeden davranmak hayırlıdır. Ancak âhiret işleri hariç (onlarda acele etmek gerekir).”
Dünya ve âhiret dengesi
İnsanoğlu yaratılışı itibariyle zayıftır. Hayatını sürdürebilmesi için çok şeye ihtiyaç duyar. Dolayısıyla rızkının temini için çalışır. Aynı zamanda Allah Teâlâ’ya iman ve itaatle de sorumludur.
İnsanın dünyaya kapılıp büyük emellerin peşine düşmesi, âhireti unutup hiç ölmeyecekmiş gibi yaşaması da yerilmiştir. Fakat şeriat, insandan kendisini helâk edecek derecede dünyadan elini eteğini çekmesini talep etmez. Burada önemli bir ölçü vardır.
İnsanın tamamen dünyadan kopması elbette zordur. Allah Teâlâ insana taşıyamayacağı yükü yüklemez. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem gece gündüz ibadetle meşgul olmak isteyen bir sahabiye ibadetlerinde itidalli olmasını, vücudunun, hanımının, misafirlerinin üzerinde hakkı olduğunu hatırlatmıştır.
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellemin ashabıyla oturup, onlarla yeri geldiğinde dünyalık meseleler hakkında konuşmuş, herkes gibi alışveriş yapmıştır. Burada önemli olan ölçüyü aşmamaktır.
Allah Teâlâ’nın insana bahşettiği pek çok nimeti vardır. Bu nimetlerin farkına varıp gerektiği gibi yaşamak insanın en büyük sorumluluklarındandır. Ölçüyü aşıp kendisini helak edecek derecede dünyayı terk etmek nasıl doğru değilse, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamak da doğru değildir.
Meseleye bu açıdan yaklaşırsak unutmanın ve ümit etmenin de Allah Teâlâ’nın verdiği nimetlerden olduğunu anlayabiliriz. Hasan-ı Basrî rahmetullahi aleyh demiştir ki:
“Unutmak ve ümit etmek insanoğluna verilmiş iki büyük nimettir. Şayet bunlar olmasaydı Müslümanlar sokaklarda yürüyemez hale gelirlerdi.”
Mutarrif b. Abdullah rahmetullahi aleyh demiştir ki:
“Ecelimin ne zaman geleceğini bilseydim aklımı kaybedeceğimden korkardım. Fakat Allah Teâlâ kullarını ölümden gafil ederek onlara ihsanda bulunmuştur. Eğer gaflet olmasaydı insanlar hayattan zevk almaz, aralarında çarşı-pazar kurulmazdı.”
Yarına hazır olmak
Her şeyde olduğu gibi dünyalık hedeflerde de itidal üzere olmak önemlidir. Dünyada sonu gelmez hedefler koymak âhireti unutturur, hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya sebep olur. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem, uzun emelden yani bitmeyen istek ve hedeflerden, dünya hırsından uzak durulmasını tavsiye etmiştir.
Aslî ihtiyaçlar uzun emel kapsamına girmez. Mesela birinin rızkını kazanmak için çalışması, makul ölçülerde ev ve araç sahibi olması veya bunun için gayret etmesi o kişiyi uzun emel sahibi yapmaz. Önemli olan ölçüyü korumak, bir yandan rızık için çalışırken bir yandan yarına, âhirete hazırlık yapmak.
Fakat dünya hayatı oyalanmadan ibarettir. Dünya hazları çoğu zaman insana tatlı gelir. Ölümü, âhireti unutturur. Dolayısıyla ecel gelmeden büyük yolculuğa hazırlıklı olmak her şeyden önemlidir. Bu da ölçüyü muhafaza edip dünyaya değil, âhirete yönelerek olur.
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Abdullah b. Ömer radıyallahu anhuya şöyle söylemiştir:
“Sabah olunca akşama çıkacağını, akşam olunca da sabaha çıkacağını düşünme. Hayatından ölümün, sıhhatinden de hastalığın için bir şeyler ayır. Ey Abdullah, yarın halinin ne olacağını bilemezsin.” (Buhârî, Rikâk, 3;Tirmizî, Zühd, 25)
Yine şöyle buyurmuştur:
“Sizin için en çok korktuğum şey, nefsin istek ve yönlendirmelerine (hevâya) uymak ve uzun emeldir. Hevâya uymak sizi Hak’tan alıkor. Uzun emel ise âhireti unutturur.”
Sonra şöyle devam etmiştir:
“Dikkat edin! Allah Teâlâ dünyayı sevdiklerine de sevmediklerine de verir. Allah bir kulunu sevdiği zaman ona imanı bahşeder. Dikkat edin! Bazı insanlar dinin, bazıları ise dünyanın peşindedir. Siz dinin peşine düşün, dünyanın peşine düşmeyin. Dikkat edin! Dünya arkasını dönüp gitmekte, âhiret size doğru gelmektedir. Uyanık olun! Amelin olduğu fakat hesabın olmadığı bir dünyadasınız. Uyanık olun! Amelin olmadığı hesap gününe doğru yaklaşmaktasınız.” (İbn Ebi’d-Dünyâ, Kasrü’l-Emel, nr. 3; Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, nr. 44167)
Abdullah b. Mesud radıyallahu anhu demiştir ki:
“Bir defasında Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bize bir dörtgen çizdi. Ardından bu dörtgenin ortasına bir çizgi çekti. Bu çizginin yan tarafına doğru birçok çizgi çektikten sonra da bir çizgiyi dörtgenin dışına taşırdı. Sonra bize;
– Bunların ne olduğunu biliyor musunuz? diye sordu. Biz;
– Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedik. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ortadaki çizgiyi göstererek;
– Bu insandır, buyurdu. Etrafındakini göstererek;
– Bu da onu kuşatan ecelidir, buyurdu. Ortadaki çizginin etrafını saran çizgileri göstererek;
– Bunlar insana devamlı sıkıntı veren olaylardır. Biri başa gelmese diğeri gelir, onu yıpratır, buyurdu. Dışarıdaki çizgi için de;
– Şu da insanın emelidir, buyurdu. (Buhârî, Rikâk, 4; Tirmizî, Sıfatü’l-Kıyâme, 22)
O şöyle buyurmuştur:
“İnsanoğlu ihtiyarladığında iki özelliği genç kalır. Bunlar dünya malı ve uzun yaşama hırsıdır.” (Müslim, Zekât, 114-115; İbn Mâce, Zühd, 27)
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle dua ederdi:
“Allahım! Âhiretin hayırlarını engelleyen dünyadan sana sığınırım. Ölümün hayırlarını engelleyen hayattan sana sığınırım. Sâlih amel işlemeye mani olan uzun emelden sana sığınırım.” (İbn Ebi’d-Dünyâ, Kasrü’l-Emel, nr. 46; Zebîdî, İthâfü’s-Sâde, 14/41)
Süfyân-ı Sevrî rahmetullahi aleyh demiştir ki:
“Dünyada zühd kuru, katıksız ekmek yemek ve kaba kumaştan elbiseler giymek değildir. Asıl zühd emelleri kısa tutmaktır.”
Adamın biri mümin bir kardeşine şunları yazmıştır:
“Dünyalık şeyler için uzun süre üzüntü duyulur. Hâlbuki ölüm insana pek yakındır. Ömür her gün azalmaktadır. Belâ ve sıkıntılar insan vücudunda yavaş yavaş yerleşmektedir. O halde ‘Kalk, âhirete yolculuk var!’ diye seslenilmeden önce güzel amel yapmaya bak. Vesselam.”
Halife Ömer b. Abdülaziz rahmetullahi aleyh bir hutbesinde şöyle demiştir:
“Bu dünya ebedî yurdunuz değildir. Dünya, Allah’ın takdiriyle bir gün yok olacak ve üzerindekiler göç edecektir. Nice sağlam bina kısa bir zamanda harabeye dönecektir. O binalarda ikamet eden, kendilerine gıpta ile bakılan nice insan da kısa bir zaman sonra âhirete göçecektir.
İyilik yapın ki bu iyilikler vesilesiyle âhirete intikaliniz güzel olsun, Allah size merhamet etsin. Azıklarınızı hazırlayın. Azığın en hayırlısı takvadır.”
Hz. Ebû Bekir de radıyallahu anhu bir hutbesinde şöyle söylemiştir:
“Gençlikleriyle övünen güzel yüzlüler nerede? Şehirler kurup onları duvarlarla muhkem hale getiren hükümdarlar nerede? Harp meydanlarında düşmanlarını mağlup eden kahramanlar nerede? Ecel onlara galip geldi ve hepsi karanlık kabirlere girdiler. Hayırlarda acele edin, acele! Kurtulmaya bakın, kurtulmaya!”
Bitmeyen isteklerin tedavisi
Uzun hedefler peşinde koşmanın, ölmeyecekmiş gibi yaşamanın iki temel sebebi vardır:
• Dünya Sevgisi, • Cahillik
Dünya sevgisine dalıp uzun emeller peşinde olmak şöyle olur:
Kul dünyaya ve hazlarına bağlandığında ondan ayrılmak ona zor gelir. Kalbi ölümü hatırlamaz. Çünkü insan kötü gördüğü şeyden uzak durmak ister.
İnsan, aldatıcı hazlarla bir nevi sarhoş olmuştur. Nefsi daima arzuladığı şeylerin peşindedir. Bu da ancak dünyada daimi kalarak olur. Bunun için hep dünyayı düşünür, onun hesabını yapar. Dünyada devamlı kalacakmış gibi planlar kurar, hazırlıklar yapar. Böylece ölümü anmaktan uzaklaşır, yakınlığını hesap etmez.
Bazen ölüm aklına gelse ve onun için hazırlık yapma ihtiyacı hissetse de bunu erteler. Nefsi; “Daha gençsin, önünde uzun bir zaman var, vakti geldiğinde tevbe edersin” der. Yaşı biraz ilerlediğinde; “İhtiyarlayınca tevbe edersin” der. İhtiyarlık gelip çatınca da; “Şu evin inşaatını bir bitir, şu çocuğunu bir evlendir, onu ev bark sahibi yap, sonra tevbe edersin” diyerek hep erteler.
Böyle kişinin, bir meşgaleye dalınca o bitmeden on tane daha iş karşısına çıkar. Ha bugün ha yarın diyerek birini bitirip diğerine koşar durur. Hiç beklemediği bir anda ölüm yakasına yapışır. İşte o zaman geçmiş günlere pişman olur. Ancak iş işten geçmiştir.
Cehennemdekilerin çoğu bugünün işini yarına bıraktıkları için feryat eder durur. Onlar orada, “Yapmamız gerekenleri ertelediğimiz için yazıklar olsun bize!” diyeceklerdir. İbadetlerini daima erteleyen zavallı kimse, bugün ertelediği şeyin yarın elinde olacağını bilemez!
Bütün bu temennilerin aslı dünya sevgisidir. Dünyaya dalan kişi Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin; “İstediğini sev. Şüphesiz ondan ayrılacaksın!” (Taberânî, el-Mu‘cemü’s-Sagîr, nr. 705) hadisinden gafildir.
İnsan bazen gençliğine bazen de sağlığına güvenerek ölümü uzak görür. Fakat ansızın hastalanması pek yakındır. Çünkü bütün hastalıklar hiç beklenmedik bir anda gelir. Hastalandığında da ölüm artık ona uzak değildir.
Bu insan biraz düşünse ölümün belli bir vaktinin olmadığını; genç ihtiyar, yaz kış, gece gündüz ayrımı yapmadığını bilir ve ona hazırlık yapmakla meşgul olurdu. Fakat bu gibi şeyleri bilmemesi, dünya sevgisi ile uzak hayaller kurarak ölümü hatırlamamasına sebep oldu.
O hep başkasının cenazesini yolcu edeceğini zanneder. Kendi cenazesinin uğurlanacağını hiç düşünmez. Çünkü hep başkasının cenazesini gördü. Kendi cenazesini ise hiç uğurlamadı. Çünkü ölüm bir kere başa gelir. O da ilk ve sondur.
Bunun için ona gereken, kendisini daima başkalarının yerine koymaktır. Bir gün kendi cenazesinin de omuzlar üzerinde taşınıp kabre defnedileceğini bilmelidir. Belki de kabrine konacak malzemeler hazırlanıp bitirildi. Fakat bundan haberi yok. Demek ki onun ölüme hazırlanmayı erteleyip durması tam bir cehalettir.
Bunun sebebinin cehalet ve dünya sevgisi olduğunu bildiğinde, tedavisinin de bu sebepleri ortadan kaldırmak olduğunu anlarsın. Cehaleti ortadan kaldırmanın yolu, kalb-i selim ile tefekküre dalmak, kalpleri tertemiz olan insanların hikmetli sözlerine kulak vermektir.
Dünya sevgisini kalpten çıkarmak ise gerçekten zordur. Bu öyle amansız bir hastalıktır ki, tedavisinde herkes âciz kalmıştır. Bunun ilacı âhiret gününe iman etmek, oradaki azabın büyüklüğüne ve sevabın çokluğuna inanmaktır.
Kişi bunlara yakînen iman ederse dünya sevgisi ondan çekip gider. Çünkü değerli şeyleri sevmek, kıymetsiz olanların sevgisini kalpten siler. Kul dünyanın basitliğini, âhiretin de ihtişamını anladığında dünyanın bütün nimetleri kendisine verilse bile ona yönelmekten çekinir.
Hayata ve ölüme dair beklentiler
İnsanlar ecel ve hayat beklentileri bakımından farklı derecelere yani anlayış, tutum ve beklentilere sahiptir. Bazısı dünyada ebedî kalmayı ister. Allah Teâlâ bu kimseler hakkında şöyle buyurmuştur:
“…(Onlardan) her biri bin yıl yaşamayı arzular.” (Bakara 96)
Bazısı iyice ihtiyarlayıncaya kadar yaşamak ister. İhtiyarlık ömrünün son noktasıdır. Bu kimse dünyayı aşırı seven biridir. Onun hakkında Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“İhtiyar kimse yaşlılıktan dolayı boyun kemikleri birbirine geçse bile dünyayı sevmede gençtir. Ancak takva sahipleri böyle değildir. Onlar da çok azdır.” (İbn Mübârek, ez-Zühd, nr. 257)
Bazısı da yıllık düşünür. “Şu bir seneyi geçirelim, sonrasına bakarız” der. İbadetlerle meşguliyeti de böyle yıl yıl erteler.
Bazısı günlük düşünür. Yalnızca o gün için hazırlık yapar, yarının telaşına düşmez.
Bazısının yaşamakla ilgili beklentisi bir saati geçmez. Bu hususta Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Abdullah b. Ömer radıyallahu anhuya şöyle demiştir:
“Sabaha ulaştığında akşama çıkacağını, akşama ulaştığında da sabaha çıkacağını düşünme.” (Buhârî, Rikâk, 3; Tirmizî, Zühd, 25)
Bazısı da bir saat bile yaşayabileceğini düşünmez. Nitekim Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem abdest bozduktan sonra suya yakın olmasına rağmen hemen oracıkta teyemmüm almış, bunun nedenini soranlara da;
“Belki suya ulaşamam diye (böyle yaptım)!” buyurmuştur. (Ahmed, Müsned, 1/288; İbn Mübârek, Zühd, nr. 292)
Bazısının ise ölüm hep gözünün önündedir. Sanki her an ölecekmiş gibidir. Her namazını son namazıymış gibi kılar. Bu hususta Muâz b. Cebel radıyallahu anhudan gelen bir rivayet şöyledir: Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ona “İmanının hakikati nedir?” diye sormuş, Muâz radıyallahu anhu “Bir adım attığımda diğer adımımı yere basamayacağımı düşünüyorum.” demiştir.
Esved el-Habeşî rahmetullahi aleyh hakkında şöyle anlatılır: O gece namazı bitirdiğinde sağına soluna bakınıyordu. Oradan biri;
– Neden sağına soluna bakınıp duruyorsun? diye sorduğunda Esved;
– Ölüm meleği hangi tarafımdan gelecek diye bakınıyorum, demiştir.
İşte insanların mertebeleri bunlardır. Her birinin Allah katında dereceleri vardır. Bir gün yaşama hesabı yapanla bir ay yaşama hesabı yapan elbette bir değildir. Allah katında dereceleri farklıdır. Ayet-i kerimede şöyle geçiyor: “Şüphesiz Allah zerre kadar haksızlık etmez” (Nisâ 40) ve “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür.” (Zilzâl 7)
Emelleri kısa tutmak, ibadet ve sâlih amellerde aceleci davranmakla olur. Her insan hedefini kısa tuttuğunu, ölümün yakın olduğunu iddia eder. Fakat bu sözün samimi olması kişinin yaptıklarına bağlıdır.
Allah’ın yardımı ile hayırlarda muvaffak olmanın alâmeti, kişinin ölümden gafil kalmaması ve onun için hazırlık yapmasıdır. O akşama kadar yaşarsa ibadetlerinde yardım ettiği için Allah’a şükreder. Sonra sabaha kadar yeniden amele başlar. Sabaha çıktığında da aynı şekilde şükreder. Bu ancak kalbini yarından ve yarına ait işlerden uzak tutan kimseye kolaydır.
Böyle biri öldüğünde saadetle ölür ve âhiret ganimetini elde eder. Yaşarsa da âhirete daha fazla hazırlanacağı için sevinir. Bu durumda ölüm onun için bir saadet, hayat ise daha fazla hayır yapmak için bir fırsattır.