İçeriğe geç

Oryantalist Söylenceler

    İşte bu kadar basit! Simon kendince kolayca meseleyi halletmiştir. Peygamber zannedilen kişiler aslında kâtiptiler ve bunlar ruloların sıralarını yanlışlıkla değiştirdiler. Tevrat’taki bütün bu zaman kaymaları ondan kaynaklandı.

    17. yüzyılda muharref İncil’e muhalif tezler ileri süren din adamlarının açtığı kapı bir daha kapanmamıştır. Önce Spinoza’nın sonra Richard Simon’un Kitab-ı Mukaddes eleştirileri, ortaya çıkan skandalı derin bir krize dönüştürmüştür.

    Spinoza’nın Tevrat eleştirilerinin merkezinde “Tractatus Theologico-Politicus” adlı kitabı bulunmaktadır. Spinoza, eleştirilerini iki yahudi şahsiyetle temsil eder: Akıl-vahiy meselesinde vahyin akıldan yana tevil edilmesi gerektiğini savunan İbni Meymun ve vahyin olduğu gibi yani tevil edilmeden alınması ve anlaşılması gerektiğini savunan Yehuda el Fahhar.

    Spinoza bu iki dindaşına da karşı çıkarak akıl ile vahyin ayrı ayrı görevleri olduğunu ve iki alanın birbirinin sınırını ihlal etmemesi gerektiğini savunur. Spinoza bu konuda kısmen “neo-İbn Rüşdcü” bir tavır takınmıştır. Bununla birlikte Spinoza kendisinden önce İbn Hazm’ın da tespit ettiği üzere Tevrat’ta Hazreti Musa’nın mezarının nerede olduğunun yazması gibi birçok noktadan yola çıkarak ellerdeki Tevrat’ın değiştirilmemiş yani otantik olmadığını söylemiş ve bir çeşit panteist-deizme kaymıştır.

    Richard Simon’un Reformculuğu

    Richard Simon ise dinde kalıp reform yapmaya karar verir. Simon kendisinden önce tespit edilip tevile çalışılan İncil’deki binden fazla çelişkiyi izah etmeye çalışmak yerine oldukça orijinal bir tavır tercih eder. Tevrat’taki kronoloji ve benzeri tarih hatalarını fizikî şartlara bağlar. Ona göre Tevratlar rulolar halinde yazıldıkları için sıralar değişmiş ve kargaşa meydana gelmiştir. “Tabii burada Tevrat kâtiplerinin ihmallerini unutmamak lazımdır.” der. Dolayısıyla o, kutsal kitapta değişim olduğunun kabul edilmesini ve bu değişimlerin ne zaman ve hangi noktalarda olduğunun tespit edilmesi gerektiğini aksi halde kutsal metinlerin anlaşılamayacağını söyler. Hazard ise Simon’un iddialarını şöyle özetler:

    “Kutsal Kitap’ı elinize alın ve hiçbir peşin hükme kapılmadan gözden geçirin. Size nasıl görünüyor? Tanrı tarafından, doğrudan doğruya vahyedilmiş, yazıya geçirilmiş ve bu orijinal haliyle bize kadar gelmiş olduğunu söyleyebilir misiniz? Richard Simon kendisi cevap veriyor soruya: Dikkatle incelenince açıkça görülür ki Kutsal Kitap’ın metni tadilata uğramış, değişiklikler geçirmiştir; çözülmesi gereken kronolojik problemler ihtiva etmektedir; bazı yazmalarda bütün bir bölüm garip takdim-tehirlerle doludur. Bunları yazıldıkları devir içinde incelememiz, İbranî medeniyetini tanımaya ve anlamaya çalışmamız gerekir. Mesela bu peygamber dediğimiz adamlar kimlerdir? Bunlar birer kâtipti; devletin işlerini sadakatle kaydetmek ve bu kayıtları da ait oldukları arşivlerde muhafaza etmekle görevli resmî memurlar. Eğer bu hükümet kâtipleri İbranî cumhuriyetinde Musa zamanından beri mevcut olmuşsa, ki öyle görünüyor, o takdirde önümüzdeki bütün güçlükler çözülmüş olur ve Tevrat’taki ilk beş bölümün Musa tarafından yazılmış olmadığı anlaşılır. Yazılış tarzından da anlaşıldığına göre, başka biri onları derleyip kaleme almıştır. Bu kitapların tarihi ile ilgili şeyler kâtiplere ve kanun ve nizama ait her şey de Musa’ya atfedilmiştir: işte bu ilk beş kitaba Musa Kanunu adı verilmesi de bu yüzdendir.”

    İşte bu kadar basit! Simon kendince kolayca meseleyi halletmiştir. Peygamber zannedilen kişiler aslında kâtiptiler ve bunlar ruloların sıralarını yanlışlıkla değiştirdiler. Tevrat’taki bütün bu zaman kaymaları ondan kaynaklandı. Yani eldeki Tevrat’ın Hazreti Musa tarafından yazılmadığını kabul edersek bütün sorunlar sihirli bir kolaylıkla çözülebilirdi.

    Tarihselciliğin Fikir Babalarından

    “Richard Simon’un reformculuğu –Hıristiyanlığın muarızları olan müslümanların iddialarını kabul edip bunların olası sebeplerini ortaya koyduktan sonra– yanlışlanan şeyleri dinden uzaklaştırmak üzerine kurulmuştur.” denirse pek yanlış olmaz. Bu pratik çözüm aynı zamanda Simon ve takipçilerine, rasyonalistler, bilimselciler veya pozitivistler tarafından yanlışlanan her maddeden suçu “ölü şahitlere” atarak kurtulma kolaylığını sağlıyordu. Simon’un tarihselciliğin fikir babalarından olduğu da görülüyor. Ona göre Tevrat’ı indiği dönemin yahudileri ve çevresi içinde değerlendirmeliyiz. Yoksa sapılan yol yanlışlıktan kurtulamaz. Günümüz müslümanlarının oldukça aşina olduğu bu tavrın kökeninin nereden geldiğini görmek son derece faydalıdır. Muharref Tevrat ve İncil’deki binlerce yanlışı örtbas etmek için bir çıkış yolu olarak uydurulan bir teorinin (tarihselcilik), İslâm’a iman edemeyen ilahiyatçılar elinde oyuncak olması ilmî fukaralık bakımından pek hazin bir manzara arz eder.

    Simon ve takipçilerinin İncil ve Tevrat’a yaptığını Goldziher ve Derenbourg gibi kindar yahudiler Kur’an-ı Kerim üzerinde uygulamaya çalıştılar. Fakat önlerine Kur’an-ı Kerim’in sıkı bir şekilde korunması ve tarihsel bir kopukluğun olmaması gibi büyük çabalara rağmen bir türlü aşılamayan sorunlar çıktı!

    Spinozacı Takılan Pre-Filozoflar

    Kur’an-ı Kerim, müslüman din adamlarının veya dinî bir kurumun uhdesinde değildi. Her kesimden hafız ve alimler tarafından kesintiye uğramadan muhafaza edilmişti. Üstelik onda, tarihi yanlışlıklar veya “geviş getiren tavşanlar” benzeri, Bertrand Russell gibi yazarların dalga geçebileceği türden hatalar bulunmuyordu. Bilakis Kur’an-ı Kerim, Delâilü’n-Nübüvve (peygamberliğin delilleri) kitaplarına giren birçok mucizesiyle peygamberliğin en büyük delili konumundaydı. Dolayısıyla mahut oryantalistler ve yerli işbirlikçileri olan kimi ilahiyatçılar için dinî tahrifatta iki seçenek kalıyordu: tarihselcilik iddiası ve hadis-i şerifler üzerinde şiddetli bir suizan oluşturmak… Daha “entelektüel” görünmeyi maharet kabul eden “hürriyetçi laik” başka bir ilahiyatçı güruh ise derinlemesine ve sahih ilme sahip olmadıkları bir alanda gülünç duruma düşmek yerine Spinozacı takılmayı tercih etmişlerdir. Bu pre-filozoflara göre din, avama hitap eden sembolik bir sistemdir. İlahiyat ise “aklın” yolunda olan veya olması gereken üstün bir mevkide bulunmaktadır. Haliyle bu konforlu alan onlara, son derece büyük bir ehliyet ve ciddiyet gerektiren dinî sahada spekülatif iddialarla saçmalama rahatlığı sağlamaktadır.

    “Kurgulanmış” olanları bir yana bırakılırsa Doğu’daki bilimsici din reformistlerinin gerçekten ne yapmak istediklerinin farkında olup olmadıkları konusunda ciddi soru işaretleri vardır. İslâm ümmetinin en güncel ve hayati sorunu kendini ilahiyat olarak pazarlayan bir cehaletin ve din olarak yutturan dinsizliğin bünyeye her geçen gün biraz daha nüfuz etmesidir.

    Rasyonalizm 19. yüzyılda bilimsel keşiflerin ve bilimselciliğin tesiriyle yerini pozitivizm ve materyalizme bırakınca kilisenin mağlubiyeti Richard Simon’a rahmet okutacak boyutlara ulaşmıştı. Ama Simon’un yorumculara atfettiği “kutsallık” vasfının bu yüzyılda da cömertçe kullanıldığı görülür ki aslında serbest yorumculuğa böyle bir kutsallık atfedilince serbestliğin nereye kadar varacağını göstermesi açısından da ibret vericidir: “(Simon) vahyi reddetmek şöyle dursun, kutsal metinleri tadil edenleri bile vahiy almış kabul ediyordu. Ona göre Hazreti Musa ile konuşan Allah aynı zamanda Musa’ya ait metni her çağda yeniden kaleme alan İbranî kâtipleri ve vakanüvisleriyle de konuşmuştu. Kutsal kitaptaki değişikliklerin yazarları ‘kutsal metin yazma kudretine sahip oldukları gibi, bu metinlerde tadilat yapmaya da muktedirdiler’. Böylece peygamberler, yani hükümet kâtipleri Allah kelamını devamlı yorumladılar. Kutsal kitap metninin yazıcılarına bu mukaddes vazife Hz. Musa devrinden başlamak ve çağlar boyu devam etmek üzere, Allah tarafından verildi.”

    Böylece ilahiyatçılar kutsal bir mevkie yükselerek istedikleri gibi dini tahrip edebilir; ilâhî mesajı keyiflerine göre çarçur edebilirlerdi.

    Tübingen Üniversitesi Formülü

    Rasyonalizmin formüller, şaşmaz tabiat kanunları, deney, gözlem ve elbette ki sanayi devrimi gibi karşısında durulamaz olguları kullanan bilimselciliğe dönüşüvermesi, kilisenin eldeki Ahd-i Cedid ve Ahd-i Atik’i kullanarak mücadele edebileceği bir sorun değildi. Dolayısıyla önce kutsal olduğu söylenen fakat tahrif edildiği için akla hitap edemez hale gelen bu metinleri ortadan kaldırmak gerekiyordu. Bu cinayeti işlemek için de elbette katillerin kutsanması icap ediyordu. Simon’un ilahiyatçılara atfettiği uyduruk “kutsiyetin” sebebi buydu.

    Bu çatışmada fazla yüklerden kurtulmak isteyen hıristiyan teolojisi azmini en etkili bir şekilde Tübingen Üniversitesi’nde göstermiştir. Burada oldukça tesirli olan bir ekol kuran Ferdinand Christian Baur ve David Strauss, İncil ve kilise anlatılarının bir takım uydurmalar üzerine kurulduğunu iddia ettiler. David Strauss, Hazreti İsa’nın İncil’de bahsedilen mucizelerinin halkı etkilemek için uydurulan birer mit olduğunu iddia etti. Strauss ayrıca kilisenin havari anlatılarında da birçok uydurma olduğunu gösteriyordu.

    Tübingen ekolü bilimselcilik karşısında Hıristiyanlığın zayıf mevzilerini savunmak yerine onları bizzat kendisi ortadan kaldırmayı seçiyordu. Bu adım Richard Simon’dan çok fazla uzağa düşmüyordu ama nihai hedefe biraz daha yaklaştırıyordu.

    Ritschl Formülü

    Nihai adım, ekolün başka bir ilahiyatçısı Albrecht Ritschl tarafından atılacaktı. Ritschl, kendince bilimselcilik karşısında dinin hiç kaybetmeyeceği bir alan ve çözüm bulmuştu. Ona göre, dini “tarifsiz deruni bir duygu” şeklinde tanımlayıp öyle konumlandırırsak din, bilimcilik karşısında saldırıya uğramadan ayakta kalabilirdi. Fakat o zaman da ortada bir din kalıp kalmadığı sorusu ortaya çıkıyordu. Emile Boutroux, Ritschl’in görüşünü ve doktrinini şöyle yorumluyordu:

    “Ritschl ve öğrencilerinin fikirleri gerek belirli tefekkürün aldığı bir durum şeklinde toplum içinde bugün bile son derece yaygın bulunmaktadır. Dini, sadece ve yalnız duyguda, derûnî hayatta ve ruhların Allah ile rûhânî bir iştirâkinde görerek dinî, teorik bir bilginin konusu yapmak ve bu şekilde başka bir sınıf bilgi ile yâni bilimsel bilgilerle mücâdele ve kavga eder bir hâle getirme tehlikesi gösteren doktrinleri ikinci plânda bırakan, hatta büsbütün hiçe sayan birçok kimse vardır. İman ile ‘Amentü’ (Credos)ler arasında, maksat ile metin arasında, ruh ile beden arasında, düşünce ile söz, fikir ile şekil arasında olduğu gibi bir fark görme düşüncesi, günümüzde çok yaygın bulunmaktadır. Çünkü (bu durum), din ile akîdelerin aynı şey olması hâlinde, akîdelerin makul olmayışından dolayı dini reddetmek zorunda kalacak birçok kimsenin, en önemli saydıkları bir noktadan, bu sâyede dine bağlı kalabilmelerine imkân bırakıyor.”

    Ritschl bir peygamberin yetkisini kullanarak ibadet ve Hıristiyan şeriatini kaldırırken iki şeyi amaçlıyordu: kafası karışık “yeni insanı” dinde tutmak ve bilim karşısında mağlup olmayan içeriksiz bir din çerçevesi çizmek:

    “Ritschl’in bakış açısının büyük avantajlara sâhip olduğu inkâr edilemez. İlahiyatçılar, bilim, teori ve bilgi olan her şeyin din ile ilgisi bulunmadığını söyleyerek onları a priori olarak bertaraf ettikleri için; artık bilimin kendilerine güçlük çıkarması tehlikesinden korkmazlar. Çünkü onlar, öyle bir alana yerleşmişlerdir ki, tanımının gereği olarak, bilimsel alan ile hiçbir ilişkisi yoktur. Binâenaleyh, onlar nasıl olur da yolları üzerinde bilime tesadüf ederler?”

    Ülkemizdeki Formül

    İslâm diniyle bilim arasındaki hayali çatışmadan doğduğu izlenimi veren bu tarihselci bakış açısı, genellikle yazarın belirttiği gibi kafası karışan ya da karışmaya hazır, ayrıca ibadetleri yapmaya hazır hissetmeyen zihinleri dinde tutma çabası olarak kendini pazarlamaktadır. Sözüm ona bu yüce ve insancıl maksat; yani dinin herkesi kucaklaması, üstelik de bilimle tam uyum içinde olması, özellikle ilahiyat öğrencileri arasında rağbet bulmaktadır. Batı’da ise günümüzde tam bir Ritschlianist görüşün hâkim olduğunu söylemek yanlış olmaz. Yüz yıl sonra Ritschlianist bilançoya bakıldığı zaman Batı’daki dinî manzaranın acıklı durumu ortadadır. Binaenaleyh “kurgulanmış” olanları bir yana bırakılırsa Doğu’daki bilimsici din reformistlerinin gerçekten ne yapmak istediklerinin farkında olup olmadıkları konusunda ciddi soru işaretleri vardır. İslâm ümmetinin en güncel ve hayati sorunu kendini ilahiyat olarak pazarlayan bir cehaletin ve din olarak yutturan dinsizliğin bünyeye her geçen gün biraz daha nüfuz etmesidir.