“Nedenselliğin” doğa olaylarını açıklamaya çalışan ve tam manasıyla hiçbir zaman mümkün olmayan bir “varsayım” olduğunu belirtir. Burası mühimdir çünkü “nedensellik” hiçbir zaman kanıtlanamayacak bir olgu olmasına rağmen bilimin varoluş sebebidir. Başka bir deyişle bütün “ilke ve kanun” olarak ortaya atılan bilgiler aslında zorunlu bir varsayım üzerine kurulur.
Popüler romancılardan birinin yakın zamanda bir sokak röportajı gündem oldu. Mahut romancı din ve bilim konusunda bir şey geveledikten sonra şu sloganik cümleyi ekliyordu: “İnanmak değil bilmek istiyorum”. Her parseli niteliksiz ve mahallî bir oryantalizmle işgal edilmiş düşünce ufkumuzun özetiydi bu cümle. Kopya kağıdıyla yüz elli yıllık yabancı bir kitaptan kopya edilmiş gibi duran, kopyacının hiçbir hünerinin ve katkısının olmadığı bu kalıp düşünce şekli, gerçekte “bilimsel bilginin” değil ceza sömürgesi haline getirilmiş bir ülkenin öğretim görmüş bireylerine verilmiş bir cezadır. Üstenci bir tavırla slogan halinde bilimin kesinliğini, üstünlüğünü ve iktidarını savunmak… Bilimsel düşünmek, yeni fikirler üretmek veya buluşlar yapmak değil sadece bunların bir buçuk asır önce ortaya konmuş sloganlarını atmak…
Halbuki Poincare, bilimin temelinde aslında kesinliğin yerine olasılık ve varsayımın hâkim olduğunu bunun aksini düşünenlerin lise öğrencileri olduğunu söylediğinde sene 1902’dir. Bilim, kesinliği mutlak bir şekilde kanıtlanmış bir ilkeler veya kanunlar yığını değil; yarın yanlışlanacak yüksek olasılıklar bütünüdür ve deney, tabiatta gerçekleşen olayı laboratuvarda tamamıyla tekrar edemez: “Böylece, genelleştirme sayesinde, gözlenen her olay, bize büyük sayıda başka olaylar oranlamış oluyor; yalnız şurasını unutmamalıyız ki, ancak ilk olay pekindir (kesindir), bütün diğerleri sadece olasıdırlar. Bir tasın (tahmin) ne kadar sağlam temellere dayanıyor görünürse görünsün, gerçeklenmeye giriştiğimiz takdirde, kendisinin bir gün deney tarafından yalanlanmıyacağına hiçbir zaman mutlak surette emin değiliz. Fakat ekseriya bu olasılık oldukça büyüktür ve pratikte biz o kadarla kanaat edebiliriz. Pekinlik (kesinlik) olmaksızın tahminler yapmak, hiç tahmin yapmamaktan elbette daha iyidir.”
Poincare’in bu konudaki fikirleri Emile Meyerson tarafından devam ettirilir. Meyerson için pozitivist bilimselcilik söylemden başka bir şey değildir ve bu zümrenin bilimde neyin ne olduğu konusunda yeterli kavrayışları yoktur. Onlar bazı unsurları birbirine karıştırmaktadırlar. Bir kere hiç de onların zannettiği gibi insan zihninden bağımsız bir doğa yasaları bütünü falan yoktur. Bilakis bilim adamı hiçbir zaman önyargıdan, varsayımdan hatta hareketini yönlendiren kanılardan kurtulamaz. Meyerson da Poncaire gibi “nedenselliğin” doğa olaylarını açıklamaya çalışan ve tam manasıyla hiçbir zaman mümkün olmayan bir “varsayım” olduğunu belirtir. Burası mühimdir çünkü “nedensellik” hiçbir zaman kanıtlanamayacak bir olgu olmasına rağmen bilimin varoluş sebebidir. Başka bir deyişle bütün “ilke ve kanun” olarak ortaya atılan bilgiler aslında zorunlu bir varsayım üzerine kurulur. Meyerson olması gerekenin veya yapabileceğinin aksine bilimin aslında “nasıllığın” değil “nedenliğin” peşinde olduğunu itiraf eder. Aslen bilim ve din arasındaki devam eden çatışmanın sebebi de, din karşıtlarının dinleri tamamen yok edememelerinin sebebi de budur. Bilimciler hayatın nedeni hakkında hiçbir zaman dinin ortaya koyduğu şeylere muadil bir paradigma koyma imkanları olmadığının farkındadırlar. Ceza sömürgesinde bu meseleyi kavramış birisi vardır ama bu elbette üniversitede yetişmiş birisi değildir.
Babanzade Ahmed Naim’in Görüşü
Son devrin ulemasından Babanzade Ahmed Naim, Tecrid-i Sarih Muhtasarı mukaddimesinde Sultan Abdülhamid’den hemen sonra bütün ülkeyi sarıp günümüze kadar da hükmünü sürdüren ve maksadı dini bilimsiciliğe teslim etmek isteyen zümreye bilim tarihinden yola çıkarak şöyle cevap verir:
“Akla muvafakat bahsinde de hâdisat-ı merviyyenin ne dereceye kadar muhtemel veya müsteb’ad olduğunu hesaba katmak ve tasdik ile inkâr beynindeki derecât-ı hükmü ona göre ta’yin etmek icab eder. Ancak bu takdirde de -muasır feylosoflardan Thomas’nın mektepler için yazdığı felsefe kitabında dediği gibi- tedkik meselesi hassaten pek nazik ve pek müşkil bir suret kesbeder. Bidayeten müsteb’ad, hatta muhal olduğuna hükmedilmiş nice suûn ve hadisat vardır ki bilâhare hakikate mutabık görülmüştür. Geçen asırda Romalı müverrih Tit-Liv’in (Titus Livius) bahsettiği kan yağmurlarına, gökyüzünden taş indiğine, dağ tepelerinde esdaf-ı bahriyye bulunabileceğine i’tikad etmek çocukça fikirler sayılırdı. Bu hadisat bugün izah ve ta’lil ediliyor. Bundan yüz sene evvel fonograf ile telefonun imkân-ı vücûdünü tasdik eden bir fizik âlimini göz önüne getirelim. Böylesi elbette karşısında münkirler bulacaktı. Buhar ile müteharrik vesait-i nakliyye, havada seyahat, telsiz telgraf, havagazı ve elektrik tenviratı, eşi’a-ı şemsin tıbaat ile hak’de istihdamı gibi şeyler imkân sahasının zannedildiğinden ne kadar evsa’ olduğunu nazarımızda isbat eden havârık-ı beşeriyyedir. Binaenaleyh her müsteb’ad olan şeyi müsteb’addır diye kat’iyyen reddetmek ilme münafidir”.
Babanzâde’nin ceza sömürgesinde boğulmuş hüzünlü sesi Poincare tarafından şöyle teyit edilir:
“Her yüzyıl kendinden evvel gelenle eğlenir, onu çok acele ve safdilce genelleştirmeler yapmış olmakla suçlardı. Descartes, lyoniyenlere acıyordu; bugün aynı Descartes’a biz dudak büküyoruz; hiç şüphesiz bizim çocuklarımız da yarın bize güleceklerdir. Böyle olunca, derhal işin sonuna kadar gidemez miyiz? Bu, tahmin ettiğimiz alaylardan kurtulmak için bir çare olmaz mı? Yalnız çıplak deneyle kanaat edemez miyiz? Hayır, bu mümkün değildir; bu, bilimin hakiki karakterini tanımamak olur.”
Babanzade’nin anlatmak istediği de aslen budur. Hadis-i şerifleri veya ayetleri, sürekli kendini inkâr ederek ilerleyen, bunu ilke edinen bilimsel verilerle değerlendirmenin nasıl yıkıcı ve yanlış bir yöntem olduğu ortadadır. İnanmak değil bilmek isteyen ceza sömürgesi aydınlarının fukaralığı ayriyeten ele alınacaktır.