1894 depremi sonrasında ortaya atılan bazı dedikodulara baktığımız zaman komplo teorilerin o dönem dahi var olduğunu görüyoruz. Kulaktan kulağa yayılan ve gerçekle ilgisi olmayan haberlerin yayılma hızı neredeyse depremden daha yüksekmiş diyebiliriz.
Doğal afetler ve felaketler, insanoğlunun dünya hayatında karşılaştığı en acı gerçeklerdendir. Geçmiş yüzyıllarda yaşanan afetlerin acısını kendisinden sonraki nesillere ağıtlarla, şiirlerle, hikayelerle nakleden insanoğlu, aslında bu tarz afetlerin bir daha yaşanmaması ya da en azından unutulmaması ve gereken derslerin çıkarılması için çabalamıştır. Acılarımızı unutmamanın bir yolu da hiç kuşkusuz o acıyı yaşayan insanımızın tecrübelerini hatıralar yoluyla kendisinden sonraki kuşaklara aktarmasıdır. Bu vesileyle bizden önce yaşanan benzer hadiselerde geçmişte neler yapıldığını, neler yaşandığını, nelerin tecrübe edildiğini öğrenmiş oluruz. Bu öğrenme durumu yarın için bize bir artı kazanım olarak döner.
6 Şubat’ta yaşadığımız Kahramanmaraş merkezli 10 ilimizi etkileyen deprem sonrasında tarihin tozlu sayfaları arasında gezdiğimizde karşımıza çıkan bilgiler bizi oldukça şaşırttı. Belki de İbn Haldun’un “Geçmiş geleceğe, suyun suya benzediği gibi benzer.” sözü bu açıdan bakıldığında daha bir anlamlı olacaktır. Özellikle hatıralar üzerinden edindiğimiz bilgiler geçmişin bugüne ne kadar benzediği noktasında bizi bir kere daha derin bir düşünceye sevk ediyor.
Tarihî Kaynaklarda Deprem
Bugün için Türkiye’yi yasa boğan depremin büyüklüğü, yer yüzeyine yakınlığı ve etkisi altına aldığı illerin sayısı ve isimleri değişse de yaşadığımız acı ve o acı sonrasında karşılaştığımız tablo çok farklı değil. İstanbul’un fethinden sonra gerçekleşen bazı depremler büyük olarak ifade edilse de yıkıcı olarak kabul edilen ilk büyük deprem 1509 yılında gerçekleşmiş. Dönemin tarihçileri ve Osmanlı tarihi üzerine çalışanların “küçük kıyamet” olarak adlandırdıkları bu depremin etkileri Batılı kaynaklarda da geçer.
1509 depremi ile ilgili dönemin kaynaklarından ikisi bu noktada çok önemlidir ve afet hakkında bize en önemli bilgileri bu iki kaynak verir. Bunlar Edirneli Rûhî’ye ait “Tevârih-i Âl-i Osman” ve Kemâlpaşazâde’ye ait “Tevârih-i Âl-i Osman” isimli eserlerdir. 1719 yılında gerçekleşen bir diğer deprem hakkında ise Nusretnâme ve Tarih-i Raşid’de oldukça geniş malumat verilir. Bu iki kaynağın en önemli özelliği depremi bizzat yaşayan kişiler tarafından kaleme alınmış olmasıdır. Yani hadiseyi yaşayan görgü şahidi diyebileceğimiz yazarlar tarafından kaleme alınmıştır ve bu özelliği nedeniyle de birinci el kaynak konumundadırlar.
Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın Hatırası
11 Nisan 1855’te Bursa’da meydana gelen ve 7.0 olarak ölçülen Bursa depremi vuku bulduğunda mektepte resim dersinde olduğunu hatıralarında yazan Gazi Ahmed Muhtar Paşa, “Az daha koğuşun tavanı başımıza düşecekti.” diyerek yaşadıkları korkuyu anlatır. Hatıralarının birinci cildinde bahsettiği bu büyük deprem için “Rabbim tekrarından cümle bilâdı masun buyursun…” dedikten sonra bütün minarelerin şerefelerinden yukarısının yıkıldığını, Cami-i Kebir’in bazı kubbelerinin aşağı indiği, kagir binalardan hemen hiç sağlamı kalmadığını, çoğunun yıkıldığını söyler. Paşa’nın hatıralarına baktığımızda deprem sonrasında çadırlara çıktıklarını, mektebin tamir edildiğini ve ancak üç ay sonra binaya girdiklerini öğreniyoruz. İlk depremden sonra daha haftası dolmadan ikinci bir deprem olduğunu söyleyen Ahmed Paşa, bu depremi şöyle tasvir eder:
“Akşam ile yatsı arasında yine zelzele oldu. Hafazanallah! O gece evde idim. Coğrafya derslerinden ezberlemek üzere elimde şamdan, koltuğumda kitap tenha bir odaya gitmek üzere iken… İşte o sırada hareket-i arz başladı. İki binanın arasında bulunuyorum. Önümde çeşme ve çeşme üzerinde kagir yüksek bir duvar var; arkamda bahçe bulunuyor idi. Bahçeye doğru kaçmak istedim. Fakat yer ol kadar sıçrıyor hopluyor idi ki ayağıma vurdu, yere düştüm. Ancak yuvarlanarak bahçeyi buldum. Bir ağaca tutunarak kalktım, kaçtım.”
İkinci depremin daha şiddetli olduğunu söyleyen Ahmed Muhtar Paşa, Bursa’nın sabaha kadar sallandığını ve şedid yağmurların yağdığını bu nedenle de yağmur altında kaldıklarını hatırlıyor. Ev, ahşap olduğu için yıkılmamış ancak eve girmek de kabil olmadığı için bir, iki hücumla evden acele birer kilim çıkardıklarını, bahçede ağaçlar arasında bir melce yaparak kaldıklarını yazar:
“Şehirde kol kol 5 kat yangın başladı. Çünkü, havalar soğuk olduğundan her evde ateş var idi. Bu defaki zelzele bir ay kadar sürdü. Her gün üç beş kerre arz sarsılır idi. Evvelki ve bu hareketlerde üç bin kadar nüfus zayi oldu. İşte bu ikinci zelzeleden sonra mektebin az vakitte kolayca tamiri kabil olmadığından mektep halkı bütün Namazgah nam mahalde çadıra çıktı. Beş altı ay orada tahsile devam edildi.”
Abdülhamid Han Dönemindeki Bir Deprem
İstanbul’un yaşadığı büyük depremlerden birisi de 10 Temmuz 1894 Salı günü gerçekleşti. Zelzele-i azime (büyük deprem) olarak kayda geçen bu deprem 18 saniye kadar sürse de yıkıcı olmuş. Resmî rakamlara göre İstanbul il sınırları içinde 474 kişi hayatını kaybederken 482 kişi de yaralanmış. Toplam 387 dayanıklı yapı, 1087 ev ve 299 dükkân hasar görmüş. Bu depreme Saray’da bir muayede resmi sırasında yakalanan Celal Esat Arseven hatıralarında depremi anlatır.
Celal Esat Arseven; Sultan II. Abdülhamid Han’ın huzurunda, Dolmabahçe Sarayı’nın büyük merasim salonunda muayede resmi yapıldığını sırada müthiş bir zelzele olduğunu, mızıkanın birden sustuğunu ve tavanda asılan koca avizenin parçalarının birbirine çarptığını ve ortalığın bir anda karıştığını, herkesin kaçacak kapı aradığını söyler. Tam bu esnada herkes korku ve panik halindeyken padişahın gayet sakin kaldığını nakleder ve şunları yazar:
“Abdülhamid Han hemen ayağa kalkarak yine bomba hadisesinde olduğu gibi o kalın sesiyle: ‘Telaş etmeyin; Kimse yerinden kıpırdamasın!’ diye bağırdı. Kubbe yıkılacak sanıyorduk. Pencerelerin camları kırıldı. Daha şiddetli ikinci bir sarsıntı oldu. Abdülhamid Han ‘Allahü Ekber!’ diyerek ellerini kaldırıp duaya başladı. Salonun deniz tarafında bulunanlar büyük pencerelerin kırılan camların arasından rıhtıma atladılar. Harbiye mektebinde geçirdiğim zelzelenin korkunç hatırası ile ben de dışarı atladım. Rıhtım boyunda bekleyen tüfekçiler ve maiyet bölüğü efradı zelzeleyi duymadıklarından içeride bir suikast olduğu zannıyla atlayanlara karşı tüfeklerini çevirmişlerdi. Zelzele durunca yan kapıdan tekrar içeli girdik. Padişah, Muayede Salonu yanındaki küçük odaya çekilmişti, tekrar salona girdi ve muayede devam etti. Abdülhamid Han, bomba hadisesinde gösterdiği celadeti burada da göstermişti.
Ayşe Osmanoğlu’nun Bir Hatırası
Sultan II. Abdülhamid Han’ın kızı Ayşe Osmanoğlu da bu depremle ilgili hatıralarında kısa bilgi verir. Ayşe Osmanoğlu, yaşadığı o korkunç günleri şöyle özetlemektedir:
“Bu felaketli yer sarsıntısı olduğu zaman ben altı yedi yaşındaydım, öğle zamanıydı… Sarsıntı başlayınca bütün kalfalar hep birden ‘Allah, Allah!’ diye bağırmaya başladılar. Ben de oturduğum iskemleden kayıp düşmüştüm… Babam derhal bahçeye çıkıp her tarafa yaverlerini göndermişti. Zayiat var mı diye tahkikat yaptırıyordu. Büyük Çarşı’nın yıkıldığını, epeyce zayiat olduğunu öğrenince yaralıların tedavisi, kimsesizlerin aç kalmaması için fırınlardan ekmek dağıtılması, muhtaçlara yardım edilmesi ve çadırlar kurulması için emirler verdi. Saray fırınlarının da ahaliye ekmek dağıtmak üzere çalışmasını emretti.”
Komplo Teorileri O Dönem de Varmış!
1894 depremi sonrasında ortaya atılan bazı dedikodulara baktığımız zaman komplo teorilerin o dönem dahi var olduğunu görüyoruz. Kulaktan kulağa yayılan ve gerçekle ilgisi olmayan haberlerin yayılma hızı neredeyse depremden daha yüksekmiş diyebiliriz. Bu deprem sonrasında İstanbul’da kimin söylediği bilinmeyen haberlerden bazıları şunlardı:
“Marmara Denizi’nin ortasında büyük bir volkan varmış, o patlamış. Gazlar, buharlar çıkmış, kor lavlar fışkırmış!
Marmara Denizi mürekkep gibi kararmış, binlerce palamut balığı helak olmuş; su yüzüne, sahile vurmuş!
Hayırsız Ada batmış, kaybolmuş. Haritadan silinmiş!
Sarayburnu önünde bir toprak çökmesi olmuş. Boğazın suları korkunç bir gürültü ile denizin içinde açılan bu büyük oyuktan içeri akıp gidiyormuş!
Tüm bu havadislerin yanında taşrada, İstanbul’da bir tek minare kalmadığı, binlerce insanın öldüğü, evlerin çoğunun yıkıldığı uzun uzun anlatılıyordu.” (Cogito, Deprem Özel Sayısı, Sayı 20, Güz 1999.)
Başkasından duyanların kendi görmüş gibi hararetli ve heyecanlı anlattığı bu haberler neticesinde ahali korku dolu bir bekleyişe kapılıyor, bu arada da devam eden artçı sarsıntılar insanların korkularını daha da arttırıyordu. O gün de aklıselim olanlar bu tarz haberlere itibar edilmemesi gerektiğini söylüyor, dönemin gazeteleri bu konuda yazılar yazıyordu. Ancak kehanette bulunmaya meraklı tahminciler durmak bilmeyince İstanbul halkı yaklaşık bir ay kadar geceyi dışarda geçirmek mecburiyetinde kaldı.
Ahmed Muhtar Paşa
1 Kasım 1839’da Bursa’da doğmuş ve 21 Ocak 1919’da İstanbul’da Feneryolu’nda vefat etmiştir. İstanbul’da Harbiye Mektebine gelene kadar eğitimini Bursa’da tamamlamıştır. Harbiye’den mezun olduktan sonra askerlik hizmetine başladı. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın Kafkasya cephesi komutanı idi. Ahmed Muhtar Paşa; askerlik mesleğinin yanında ayrıca gökbilimci, yazar, eğitimci ve devlet adamı kimliğiyle de bilinir. 1912 yılında kısa bir süreyle Osmanlı Devleti’nin sadrazamlığını da yapmıştır. Darüşşafaka Cemiyeti’nin kurucularındandır. Mezarı Fatih Camii’ndedir.
Mehmet Celâlettin Arseven
1875 yılında İstanbul’da doğan ressam ve yazar Arseven, 13 Kasım 1971’de doğduğu şehir olan İstanbul’da vefat etmiş ve Sahrayıcedit Mezarlığı’na defnedilmiştir. Arseven; resim, edebiyat, tiyatro, sinema, mimari, şehircilik ve sanat tarihçiliğine kadar geniş bir alanda eserler vermiştir. Sanat tarihi, mimarlık tarihi, şehircilik gibi disiplinlerle Türkiye’yi tanıştıran kişidir. Sanat tarihi alanındaki çeşitli yayınlarında kendine özgü bir “Türk Sanatı” olduğunu ileri sürmüş ve bu kavramın kabul edilmesine öncülük etmiştir. 5 Ciltlik Sanat Ansiklopedisi, en tanınan eseridir.
Ayşe Osmanoğlu
1887 yılında İstanbul’da doğdu. Annesi Dördüncü Kadınefendi Müşfika Hanımefendi’dir. 27 Nisan 1909’da II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi üzerine, babası ve ailesiyle birlikte bir süre Selânik’te Alâtini Köşkü’nde gözetim altında yaşadı. 1924’te diğer hanedan üyeleriyle birlikte yurt dışına çıkarıldı. 28 yıl Paris’te yaşadıktan sonra 1952’de hanedanın kadın mensupları için çıkarılan afla İstanbul’a döndü. 1960’ta yayımladığı anıları, Sultan Abdülhamid Han’ın kişiliği ve aile hayatına ilişkin en önemli kaynaklardan biridir. 1961 yılında İstanbul’da vefat etmiştir.