Mevsimler de değişti artık. Ne yazın kuru sıcağı ne kışın kuru ayazı, baharların ise ne ilki kaldı ne sonu. Ne değişmedi ki! Liste yapsak herhalde sonunu getiremeyiz diye düşünüyorum, ürperiyorum.
“Ya ben?” diye kendime bakıyorum, işte geldik, işte gidiyoruz. Geride bıraktığım hoş bir seda var mı diye düşünüyorum, içim burkuluyor. Dostlarım hatırıma geliyor, geçirdiğim hoşça vakitlerle teselli buluyorum.
Bütün bunları parkta yürürken düşünüyorum. Doktor yürüyüş tavsiye etmişti. Bu yaşlarda en iyi spor yürümekmiş. Elhak doğru. Sadece bu yaşlarda mı, her yaş için olmalı. Hele de bütün vaktini bilgisayar başında geçiren gençler…
Bayağı yorulmuşum. Parkın sessiz bir köşesindeki banka kendimi bırakıverdim. Gözlerim kapalı, bedenimden çok zihnimi dinlendirmeye çalışıyorum.
Ne kadar vakit geçti bilmiyorum, gözlerimi açtığımda bankın diğer ucunda bir genç oturuyor. Göğsüne sıkı sıkıya bir şey bastırmış. Gözümü açar açmaz öyle görünce ürkmedim desem yalan olur. Hali tuhaf. Gözlerini kapatmış, hafifçe öne arkaya sallanarak bir şeyler mırıldanıyor. Benim varlığımın onu hiç ilgilendirmediği belli. Derken gözlerini açtığında bir an göz göze geliverdik. “Merhaba evlat!” diyecek oldum ama o hiç oralı değil. Sallanarak mırıldanmaya devam ediyor.
Gerçekten meraklanıyorum. Biraz daha yaklaşıp soruyorum:
– Evlat iyi misin?
– İyiyim iyiyim! Merak etme amca.
Tekrar mırıldanarak sallanmaya devam ediyor. Dayanamayıp yeniden laf atıyorum:
– Evladım, ne yaptığını bilmiyorum ama biraz dinlen istersen.
– Ezber yapıyorum amca.
– Nasıl yani, ne ezberliyorsun?
– Kur’an-ı Kerim.
Allah Allah! Şehrin ortasında, milletin yürüdüğü, çoluk çocuğun vakit geçirdiği parkta Kur’an ezberi! Bildiğim kadarıyla yakınlarda Kur’an kursu filan da yok. Delikanlı ya dikkati dağılmış ya da yorulmuştu ki artık durmuş, sakin bir şekilde önüne bakıyordu.
– Göğsüne bastırdığın da Kur’an olmalı herhalde?
– Evet. Ona sımsıkı sarılmak lazım.
– İsmini bağışlar mısın evladım?
– Ahmet.
– Haklısın Ahmet, Kur’an-ı Kerim’e sımsıkı sarılmak gerekir ama senin yaptığın gibi böyle fizikî olarak mı sarılmak gerekir, çok emin değilim.
– Biraz kaçık olduğumu sanıyorsunuz herhalde.
– Estağrifullah evladım, sadece biraz tuhaf buldum. Yaptığının bir sebebi vardır herhalde.
– Var amcacığım var! Kur’an göğsümden uçtu gitti, nasıl sarılmayayım ona?
Ahmet yine kendi dünyasına döndü. Gözlerini kapatıp yavaş yavaş sallanarak sessizce okumaya başladı. Öylece bakakaldım. Fakat hikâyesini dinlemeden bırakmamaya kararlıydım. Tekrar gözlerini açmasını sabırla bekledim. Beklediğim an gelince de doğrudan sordum:
– Nasıl oldu da göğsünden uçtu gitti Kur’an? Evladım şu hikâyeyi bir anlatsan da kendimize düşen bir hisse varsa alsak…
– Uzun hikâye amcacığım.
– Olsun, benim vaktim var.
Ahmet, nereden başlayacağını hesaplar gibi bir müddet sustuktan sonra anlatmaya başladı:
– Ben Almanya’da doğdum amca, yani bir gurbetçiyim anlayacağınız. Babam aslen Giresunlu. Kur’an hafızıdır ama ne yaparsın geçim derdinden Almanya’ya işçi olarak gelmiş. Derken çoluk çocuk olmuş. Ben evin en küçüğüyüm. Babam bir gün bana dedi ki: “Evin en küçüğü sensin ama maşallah zeki çocuksun, diyeceklerimi anlarsın. Bak oğlum ben hafızım, deden, büyük deden de hafızdı. Bu bizim ailede bir gelenek olmuş. Ne dersin, sen de hafız olur musun?” Küçüktüm ama hiç düşünmeden; “Olur baba, ama hangi okula gideceğim, Almanya’da da böyle okullar var mı?” dedim. Babam, “Seni Giresun’a amcalarının yanına göndereceğim, dedi; benim de hocam rahmetli Hafız Zeki Efendi’nin kursunda hafızlık yapacaksın. Ben amcanla da görüştüm. Ne dersin, olur mu? Karar senin tabi!” dedi.
– Peki sen ne dedin evlat? Epey şaşırdın herhalde!
– Bilemiyorum. Aslında o yaşlarda duyguları tarif etmek zor. Sadece ne olacağını anlamaya çalışıyordum. Ama üstüme inen ağırlığı hiç unutmuyorum. Derken, kendimi Giresun’da yatılı Kur’an kursunda buldum.
– Senin için zor olmalı…
– Tabi kolay olmadı. Başlarda annemi babamı, ablalarımı abimi çok özlemiştim. Geceleri bir fasıl sessizce ağlıyordum. Sonra alıştım ama. Çocuk dediğin yaş söğüt dalı gibi her tarafa bükülür derler ya, öyle oldu.
Ahmet derin bir nefes aldıktan sonra, bu kadar yeter dercesine sustu. Yine gözlerini kapatıp hafif hafif sallanmaya başladı. Nihayet gözlerini açtığında tebessümle yüzüme bakarak sordu:
– Siz hâlâ burada mısınız amcacığım?
– Tabii ki buradayım evlat! Anlatacakların bitti miydi?
– Bitmedi ama ne bileyim tereddüt ettim anlatmakla iyi mi yapıyorum. Bilemedim.
– Evlat seni zorlamıyorum. Ama merak ediyorum, neden hafızlar ezber yaparken sallanırlar?
– Ah be amca, yaman adamsın vallahi! İlla konuşturacaksın beni. Niye mi sallanırlar? Başta niye sallandıklarını bilmezler, herkes sallandığı için sallanırlar. Sonra ne kadar hızlı sallanırlarsa o kadar hızlı ezberleyeceğini zannederek sallanırlar, ayetlerin tekrarındaki ritmi yakalamak için sallanırlar. Bence daha çok odaklanmak için. Çünkü ezber için odaklanmak şart ve sallanmadığınızda zihniniz türlü çeşit düşünceler arasında sallanır. Ama bu sallanmalar yeni hafızlar için geçerli, sonrasında ezberlediklerinin ağırlığı oturaklı yapar hafızı.
– Maşallah Ahmet, ne güzel anlattın, sallanmadan olmuyor demek ki!
– Aslında hikâyenin geri kalanını merak ediyorsun değil mi? Neyse, çok merakta bırakmadan hızlıca anlatayım.
– Kusuruma bakma Ahmet, merak…
– Hikâye şöyle: İki yılda hafız olup Almanya’ya ailemin yanına dönüm. Derken üniversite hayatı başladı. Babam hafız olmamın verdiği güvenle mi yoksa hafızlık için ayrı kaldığımız yılların bedeli mi bilmiyorum, hayatıma hiç karışmadı. Ailemden kopuk bir hayat yaşamaya başladım. Üniversitede arkadaşlarım hep yabancılardı. Malum kelâm-ı kibardır ya “kişi inandığı gibi yaşamazsa, yaşadığı gibi inanır.’’ Bir süre sonra kendimi bile tanıyamayacak kadar farklı bir kimliğe bürünmüştüm. İslâm’a, Kur’an’a bakışımda da değişiklikler olmuştu. Tatilde eve gittiğimde, kulakları çınlasın babam; “Ahmet bir aşır oku da dinleyelim” der, onu kırmamak için zorlanarak okurdum.
Ahmet burada bir süre sustu. Hüzünlenmişti. Derin bir nefes aldıktan sonra devam etti:
– Bir gün şöyle bir şey oldu: Yine tatilde ailemin yanına gelmiştim. Babam her zamanki gibi hem ezberini tazeliyor hem de tefsir dersi için hazırlık yapıyordu. Ben bildim bileli hafta sonları civardaki gurbetçilere tefsir dersi verirdi. Dedim ki: “Bakıyorum hep aynı tefsirleri okuyorsun!” Babam hayretle yüzüme bakarak; “Hayırdır Ahmet, ne okuyacaktık oğlum?” Nasıl diyeceğimi bilemiyordum ama bir anda “Kur’an’a çağdaş yorumlar getirmenin zamanı geldi bence!” deyiverdim. Benim bu itirazımın karşısında babam hiddetle sıralamaya başladı: “Hayrola oğlum?! İnsanoğlu hırsından, bencilliğinden, zalimliğinden, cehaletinden arındı da benim mi haberim yok? İnsanlar ahlâk abidesi kesildi de eski kitapları aşmış mı oldular? Yoksa uzaydan yeni yaratıklar geldi de yeni hükümlere mi ihtiyaç var? Evet, çok şey değişti, doğru! Her şeyden haberdar olan ama kendinden haberi olmayan yığınlar, birken bin olan Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar… Ebu Cehil’i bile kıskandıracak güya okumuş cahiller… Çağdaşlık öyle mi?!” Babamı hiç bu kadar öfkeli görmemiştim. Belli ki büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu. Yeniden bana dönerek, “Allah hidayet etsin oğlum ya da senden hafızlık emanetini alsın” der demez elini ısırarak gözlerinden yaşlar boşandı. Aslında pişman olmuştu söylediğine ama olan olmuştu.
Ahmet’in hikâyesi gittikçe ilginç bir hal alıyordu. Merakım iyice artmıştı ama asıl babasının bedduası beni üzmüştü. Ahmet o günü yeniden yaşıyormuşçasına devam etti:
– Babamın bu kahrına karşılık ben de içerlemiştim. Böyle kızacağı hiç aklıma gelmemişti. Hemen o gün evden ayrıldım ama bende garip haller olmaya başlamıştı. Günler geçtikçe ezberim hafızamdan siliniyordu sanki. Önceleri pek önemsememiştim. Bir sabah uyandığımda…
Ahmet devam edemedi. Titreyen sesi sustu. Baktım için için ağlıyor. Bir zaman kendi haline bıraktıktan sonra;
– Evladım kusura bakma, ben bu derece üzüleceğini bilseydim, diyecek oldum ama beni duymuyor gibiydi. Gözlerini silip devam etti:
– Babamın bedduası tutmuştu. Kur’an-ı Kerim kıyamete yakın zamanda nasıl mushaflardan ve hafızalardan silinecekse bende de öyle silinmişti. Benim kıyametim kopmuştu.
Çok şaşırmıştım, hayretle sordum:
– Hafızanda hiçbir şey kalmadı mı?
– Kaldı, kaldı. Sadece Fâtiha, İhlâs, Kâfirûn, bir de Asr suresi… Çok düşündüm, neden bunlar hafızamda duruyor? Sonra anladım, hafızlık hocam Emin Efendi bunların bize manalarını ve faziletlerini anlatmıştı. Fâtiha için şöyle demişti hocam: “Peygamber Efendimiz yemin ederek Allah’ın Fâtiha’nın bir benzerini ne Tevrat’ta ne İncil’de ne Zebur’da ne de Kur’an’da indirmediğini bildirmiştir.” Demek ki bu yüzden namazlarda tekrar tekrar okuyoruz diye aklımda kalmış. İhlâs ve Kâfirûn sureleri ise O’nun en çok okuduğu surelermiş. O çocukluk halimle çok etkilenmiştim. Sonra bir de Asr suresi için anlattığı aklımda kalmıştı.
Ahmet yeniden sustu ama hocasının ne dediğini öğrenmem lazımdı. Sordum:
– Ne anlattı ki hocan?
– Hocam büyük talebelere tefsir dersi verirken biz de onların arkasında otururduk. Çok anlamasak da dinlerdik. Hocam bir gün Asr suresini okudu ama bayılacak gibi oldu. Talebeler koşup su getirdiler. Biz olup bitenleri merakla seyrediyorduk. Hafız Emin Hoca toparlanınca şöyle anlattı:
“Büyük tefsir âlimi Fahreddin er-Râzî, buz satan birinin pazarda şöyle bağırdığını nakleder: ‘Sermayesi eriyen şu adama merhamet edin!’ Ve der ki: Onun bu sözünü duyunca, işte bu söz Asr suresinin manası, dedim. Aslında insana verilen ömür, aynı güneşin altındaki buz gibi hızla erimektedir. Eğer bunu ziyan ederse insanın hüsranına sebep olur.”
– Eh, işte benim hikâyem Amcacığım. Yeniden hafız olup babamın bedduasını duaya çevirmek istiyorum, ama çok zor. Bu dört sureden başkası hafızamda kalmıyor.
Bu sefer ikimiz de sessizliğe gömülüyoruz. Ne bende ne de Hafız Ahmet’te edecek tek kelâm kalmıştı. Anladım ki o babasının bedduasına uğradığına çok üzülüyor olsa da beddua çoktan hayır duaya tebdil olmuştu.