Kategoriler
Kişisel Gelişim

Pasif Adaletsizlik Haksızlığa Susmak

20. asrın ortalarından itibaren tüm dünyada şiddeti gittikçe artan bir bireysellik vurgusu söz konusudur. Öyle ki bu vurgu, geliştirilebilecek yahut geliştirilmesi istenen insana mahsus tüm diğer meziyetlerin önüne geç(iril)miş durumdadır.

İnsan sosyal bir varlıktır. Bunun nedeni, tür olarak birbirimize muhtaç oluşumuzdur. Bu muhtaçlık bizi bir araya getiren ve toplumlar kurmamızı sağlayan en temel fizikî etkendir. Bir araya gelmek, toplum inşa etmek, iş bölümü fikrini ve uygulamasını zorunlu kılar. İş bölümü ise ister istemez toplumda farklı türde ve boyutlarda artı değerlerin ortaya çıkmasına sebebiyet verir. Bu artı değerler maddi de olabilir (ör. her türden ekonomik getiri, servet), manevi de olabilir (ör. şöhret, itibar, hürmet). Bu noktada iki problem ortaya çıkar. İlki şudur: Bu artı değerlerin nasıl dağıtılacağı. İkincisi: Dağıtım sonrasında bir bozukluk veya problem ortaya çıktığında bu bozuklukla problemin nasıl giderileceği. Bu iki mesele bizi, biri “dağıtıcı” diğeri “düzeltici” birbirini tamamlayan iki adalet türüne yönlendirir.

Adalet Türleri

Dağıtıcı adalet, bir toplumu inşa eden siyasî iradenin toplum üyeleri için “hak”lar belirleyip bu hakları “hakkâniyetle” dağıtmasıdır. Bu adaletin gerçekleştirilmesi, toplumu inşa eden kurucu/siyasal iradenin sorumluluğundadır. Düzeltici adalet ise, dağıtılan haklar ile alakalı bir problem ortaya çıktığında problemin düzeltilmesiyle “yeniden tesis edilen” adalettir. Düzeltici adaletin gerçekleştirilmesinde sorumluluk bir yönüyle kurucu/siyasal iradenin inşa ettiği kurumlarda (mahkeme) iken, diğer yönüyle de toplumu oluşturan bireylerdedir. Bunların sorumluluklarının türü farklıdır. Düzeltme ve hakkı hak sahibine iade etme sorumluluğunun mahkeme kurumuna bakan yönü “hukuk” ile, bireylere bakan yönü ise “ahlak” ile alakalıdır. Başka bir deyişle, kazanılmış bir hakkın gaspı halinde mahkemelerin bu hakkı sahibine iade etmesi, etmeye çalışması hukuki adaletin tecellisidir. Benzer bir durumda bireylerin bu hakkı -hukukun sınırlarını ihlal etmeden- hak sahibine iade etmesi veya etmeye çalışması ise ahlakî adaletin tecellisidir.

Pasif Adaletsizlik

Toplumsal huzur, ancak birincisinin (hukuki adaletin) yanında ikincisinin, ahlâkî adaletin varlığı ile mümkündür. Zira, hukuk ve bu hukuku işleten mahkemelerin her hak gaspına yetişip müdahale etmeleri imkansızdır. O nedenle de toplumsal barış ve huzur, bizatihi bireylerin sergileyeceği ahlakî adalete de muhtaçtır, ona bağlıdır. Ancak bu ihtiyaç hali, herkesin kendi imkanları ölçüsünde ahlâkî adalete varlık kazandırması neticesini peşinen doğurmaz. Aksine, bireyler adaletsizliğin bizatihi kaynağı olabilir. Bu, iki şekilde olur:

• Doğrudan bir hakkı gasp etmek.

• Gasp edilen hakka kayıtsız kalmak, umursamaz davranmak.

Bunlardan ilkine “aktif adaletsizlik”, ikincisine “pasif adaletsizlik” denir. Bu ikinci tür adaletsizliği ve onun kötülüğünü kültürümüzde “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” kelâm-ı kibârıyla biliriz. Şeytan bizatihi kötülüğün temsilcisi olduğundan bu söz bize şunu hatırlatır: Bizzat haksızlık etmek şöyle dursun, şahit olunan haksızlığa karşı tepkisiz kalmak bile kötüdür, ahlâken kınanmayı gerektirir. Çünkü pasif adaletsizlik de diğeri gibi toplumsal huzuru bozan ciddi bir etkendir. Peki, böylesi bir adaletsizliğe bulaşmamak için gerekli olan tepkinin mahiyeti ne olabilir?

Adil Tepkinin Türleri

Haksızlık karşısında bireylerin takınabileceği ve böylelikle farklı düzeylerde de olsa pasif adaletsizlikten korunabilecekleri meşru tavırları şu hadis-i şerifte görüyoruz: “Şayet sizden biri bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Eğer eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Diliyle değiştirmeye de gücü yetmezse o zaman kalbiyle buğz etsin, kötülesin; ki bu da imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, Îmân 78) Bu hadis-i şerifin işaret ettiği “eliyle düzeltmeye gücü yetenler”, ilk akla gelenin aksine, mahkemede görevli hakimler değildir. Bunun nedeni, buradaki düzeltme tekliflerinin birinci derecede hukukla değil, iman ve ahlâkla irtibatlı olmasıdır. O nedenle de bir şeyleri “elleri” ile düzeltmesi talep edilenler, toplumsal yahut maddi güç ve nüfuz sahibi olup adaletin yanında durmayı tercih edenlerdir. Hadis-i şerifte “diliyle düzeltmeye gücü yetenler”den kasıt, toplumsal yahut maddi güç ve nüfuz sahibi olmamasına rağmen haksızlığı net, anlaşılır, doğru ve uygun bir dille ortaya koyup haksızlığa dikkat çekebilecek olanlardır. Son sırada zikredilenler “kalbiyle buğz edebilecekler”dir. Bunlarsa ne nüfuz sahibi olan ne de dili ile haksızlığı görünür kılabilen kimselerdir. Böyle kimselerden beklenense, haksızlığı kalpleriyle kötülemeleridir. Zira ancak bu sayede kendi vicdanlarına karşı sorumluluklarını yerine getirebilir ve böylelikle de “hangi taraf”ta olduklarını ilâhî kudrete beyan edebilme imkanı bulabilirler. Bu son seçenek, dinin ve ahlâkın insana yüklediği en alt düzey, en temel sorumluluktur. Temel olmasının nedeni, böyle bir tepki için vicdan sahibi olmanın yeterli oluşudur.

20. asrın ortalarından itibaren tüm dünyada şiddeti gittikçe artan bir bireysellik vurgusu söz konusudur. Öyle ki bu vurgu, geliştirilebilecek yahut geliştirilmesi istenen insana mahsus tüm diğer meziyetlerin önüne geç(iril)miş durumdadır. Bu bireyselliğin gün geçtikçe artık bencilliğe evrildiğini gözlemliyoruz. Artan bireysellik vurgusu ve bunun peşi sıra tecrübe ettiğimiz katı bencillik duygusu bu çağın insanlarını daha fazla “pasif adaletsizlik” sergiler hale getirmiştir. Ancak bireyselliğin ve bir adım ötede bencilliğin yükselişi, artık toplumsuz yaşayabileceğimiz gibi bir sonuç doğurmaz. Yani hala toplumsal yaşama muhtacız. Böyle bir yaşamı mümkün kılan asgari şartlardan biri, aktif adaletsizlikten olduğu kadar pasif adaletsizlikten de kaçınmaktır. Zikrettiğimiz hadis-i şerif bize pasif adaletsizlikten nasıl kaçınabileceğimizi gösteriyor. Bu, ihtiyacımız olan huzurlu toplum idealine nasıl katkıda bulunabileceğimiz konusunda önemli bir ipucudur.