İçeriğe geç

Rabıta Hak Mıdır Günah Mıdır? Rabıta Yapmak Caiz Midir?

    Rabıta Hak Mıdır Günah Mıdır? Rabıta Yapmak Caiz Midir?

    Kur’an ve Sünnet esasları üzere kurulan tasavvuf terbiyesi dinin bir parçasıdır; hem de en kıymetli vazifeyi gören bir parçası… Çünkü tasavvufun konusu insandır. İnsanın hayat merkezi olan kalbidir. Hedefi insanın güzel ahlaka ulaşması; metodu Hz. Peygamberin tercih ettiği sohbet metodudur. Sermayesi ise ilâhi aşk, ihlas, zikir, dua, edep ve gözyaşıdır.

    Tasavvufun terbiye için tercih ettiği usul ve yöntemler, sonuçta dinin kabul ettiği bir delil ve sebebe dayanmaktadır. Dinde ayet ve hadislerden başka, sahabelerin sözleri ve uygulamaları, kıyas, içtihat, örf, maslahat, istihsan, önceki dinlerin nesh edilmeyen hüküm ve prensipleri gibi daha birçok hüküm kaynağı vardır.

    Tasavvufu değerlendirirken, onun kullandığı metotların dindeki delillerini incelerken, bütün bunların göz önünde bulundurulması gerekir. Bu hüküm kaynaklarının ne manaya geldiğini ve dil kurallarını bilmeyen bir kimsenin bu hususlarda söz hakkı yoktur. Ama öğrenme hakkı vardır.

    Aksi halde fitne yapmış, itikat konusunda tehlikeye yaklaşır. Böyle kimseler iyi niyetli olsalar bile mazur görülemezler. Bu tür kişiler kaş yapayım derken gözü kör ederler.

    Rabıta gibi, kalbi zikre alıştırmak ve onu olgunlaştırmak için kullanılan bir metodu, bu isimle ayet ve hadislerde aramak gerekmez. Onunla elde edilen sonuca bakmalıdır.

    Rabıta iyi incelendiğinde, onun bir çeşit tefekkür olduğu anlaşılır. Kur’an’da emredilen ve sık sık teşvik edilen tefekkürün hedefi ne ise, rabıtanın da hedefi odur. Tefekkürün hedefi, varlıkları düşünüp onlardaki Yüce Yaratıcıya ait sanatı görmek, hikmeti seyretmek suretiyle ilahi sevgiye ve marifete ulaşmaktır.

    Rabıtanın hedefi de budur. Rabıta mürşitteki nura bağlanmaktır. Bu nur Allah’ın rahmetidir. Allah onu dostlarına emanet etmiştir.

    Rabıta yapmak suretiyle bir kalpten diğer kalbe akan, manevi olarak alınan ve verilen her ne varsa, hepsi Yüce Allah’ın yaratması ile olmaktadır. Mürşit emaneti yerine ulaştırmaya memurdur. Asıl veren Yüce Mevla’dır, mürşit sadece O’nun takdir ve taksimine göre dağıtım yapmaktadır.

    İslam dini, iman, ilim, ihlas ve güzel amelden oluşmaktadır. Güzel amellere vaat edilen sevaplar ve manevi haller, Yüce Allah’ın ayrı bir ikramıdır. Tasavvuf terbiyesinin hedefi keşif, keramet, cezbe gibi manevi hallere ulaşmak değildir. Asıl hedef Allah’a güzel kulluktur.

    Tasavvufu, bazı velilerin cezbe ve manevi sarhoşluk halinde söyledikleri sözlerle tahrif veya tenkit etmeye çalışmak, büyük bir haksızlıktır. Bu insanlara fayda vermek değil, fitne yapmaktır.

    Tasavvuf, hak dinin yeni bir usul ve üslupla takdim edilmesinden başka bir şey değildir. O, baştan sona şatahat değil, bütünüyle edeptir.

    Tasavvuf sözün amele, amelin hale, halin marifete, marifetin ilâhi muhabbete dönüştürüldüğü bir mekteptir.

    Tasavvuf deyince, bazıları, devamlı vahdet-i vücut veya vahdet-i şühud gibi en nazik meseleleri tartışan, akıl ötesi şeylerle uğraşıp duran bir felsefi ekol veya hayattan kopuk, içine kapanık, içi karanlık bir sistem düşünmektedir.

    Bu yaklaşım büyük bir yanılgıdır. Bazı tasavvuf erbabının çok nazik konular üzerinde sırlı açıklamalar yaptığı doğrudur. Fakat onların sözlerinin, ne kadar doğru anlaşıldığını incelemek gerekir.

    Aslında her sözü anlamak ve savunmak gibi bir görevimiz yok. Zaten veliler, bazı hallerdeki sözleri ile amel edilmemesi gerektiğini söylüyorlar.

    Ayrıca her ilmin ve sanatın kendine has dili ve tabirleri vardır. Bu alanın ehli olmayanlar, o alanla ilgili temel konular konuşulduğunda çoğu nazik konuları yanlış veya noksan anlarlar.

    Bir de bu anladıklarını kendi akıllarınca anlatmaya kalkınca, ortaya hiç kimsenin kabul etmeyeceği şeyler çıkar. Bu tür değerlendirmeler çoğu kez güzel ve temiz insanlara iftira, hakaret ve ihanet tehlikesi taşır.

    Eğer bugün tasavvuf, tarihte insanlığa sunduğu güzel hizmetini devam ettirmesi gerekiyorsa, dinin temeli olan edebi ve hedefi olan ihlası kaybetmeyecektir. Zira bu dinin edebini korumak için ilim ve ihlas şarttır. Bunları kaybeden bir sistem veya şahıs İslam’ı asla temsil edemez.

    Dinin ölçülerine ters bir hal ve hayat içinde olan kimseye uyulmaz. Bu kimse, kendisine peygamber, veli, sufi süsü verse de o, şeytanın oyuncağı olmuş birisidir.

    Bu tür kimseler ıslaha muhtaçtır. Onlar bizim bahsettiğimiz gerçek tasavvufun dışındadır.

    Dilin ‘Hay’ derken kalbin ‘Hû’ demez;

    Ey derviş, bu derdin böyle çözülmez.

    Hak’ta birleştirmezsen dil ile kalbin;

    Ne yapsan toplanmaz dağınık hâlin.