Medresedeyken kendimi asırlar öncesine gitmiş, o zamanda okuma fırsatı bulmuş gibi hissediyordum. Bu duygunun okuduğumuz yerin eski olmasıyla alakası filan yoktu. Bir sebep, okuduğumuz kitapları yüzyıllar önce yaşamış alimlerin yazmış olmasıydı. Bir diğer sebep de çok eskiden yaşamış, günümüzde kitaplarını okuduğumuz, menkıbelerini dinlediğimiz alimlerin de bu eserleri okumuş ve ezberlemiş olmalarıydı. Bu düşünce beni medreseye bağlıyordu. Mesela İmam Gazali hazretleri de bu eserleri okudu diye düşünüyordum. Sonra Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin ilim yolculuğu yaparken eşkıyalar tarafından baskına uğradıkları kıssayı dinlerken ben gönlümden “Acaba hangi kitapları okuyacak?” sorusunu da geçiriyordum. İlerleyen yıllarda da bu duygu beni hiç terk etmedi. Günümüzde bile ne zaman bir alimin ilim tahsiline dair hatıralarını okusam, bir menkıbe dinlesem o his gelir kalbime yerleşir ve yüzümü tatlı bir tebessüm bürür. Eğer bir de bizim okuduğumuz risaleleri okumuşlar ise değmeyin keyfime.
Medrese asırlar öncesinin aklını, ilmini, teslimiyetini bize sunan bir hazinedir. Medrese bir nimettir. Bu zor zamanlarda bize asr-ı saadet esintilerini getirecek, çocuklarımızı o mübarek asırların nimetleriyle âbâd eyleyecek bir nimet.
Medresede okuduğumuz kitaplar kadar başka bazı güzellikler de asırlar öncesine bir seyahat gibiydi. Mesela sîğaya çekmek… Lügatta, sîğa “kip” olarak açıklanıyor. Dilbilgisindeki emir kipi yani. Sîğaya çekmek de sorguya ve hesaba çekmek olarak açıklanmış. Peki, bu nasıl bir sorgu?
Biz sîğaya çekmek tabirini Yunus Emre hazretlerinin şu beytinden biliyoruz: “Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme / Seni sîğaya çeker bir Molla Kasım gelir.” Beyitte, “Sözü şer’-i şerife uygun söyle, yoksa bir molla gelir seni hesaba çeker” deniliyor. Aslında uzunca izah edilebilecek bir beyit bu. Sözün birazı kendine, birazı diğer derviş şairlere ve birazı da sözün sadece zahirine bakarak tekkeyi eleştiren mollalara. Her bir makama hikmetle hitap etmiş Yunus Emre hazretleri. Bu çeşit sîğaya çekmek, zamanla ortaya çıkmış bir manadır. Asıl sîğaya çekmek farklıdır. Eski medreselerin güzel bir adeti, bir imtihan usulüdür.
Medrese müfredatının ilk kitapları sarf ilmine dairdir. Önce Emsile kitabı okunur. Emsile’de bir fiilin çekimi talebeye ezberletilir. Bir fiilin alabileceği bütün şekiller bu şekilde öğretilmiş olur. Emsile, nasara fiilini öğretir. Daha sonra Bina kitabı okunur. Bu eserde de Arapçada fiillerin çatıları öğretilir. Emsile’de talebe sadece bir fiil öğrenmişken Bina’da otuz beş bap üzerinden otuz beş fiil çatısını öğrenmiş olur. İsterse öğrendiği her çatıyı Emsile’deki gibi çeker. İşte sîğaya çekmek burada başlar. Hocalar talebeyi öğrendikleri üzerinden imtihan etmek isterler. Böylece talebe her daim teyakkuzda olur, öğrendiklerini unutmaz.
Altmış Yıl Önce Okuduğunu Unutmamak
Medresenin usulü iç içe geçmiş tekrarlardan oluşur. Bir metin okunur ve o ezberlenir. Hocayla okunan metin talebelerle tekrar edilir. Bir kitap bir ayda bitiyorsa en az elli kez müzakere yapılır. Talebe, metin ezberlerken o metni en az bin kez tekrarlar. Su gibi ezberler. Ayrıca bir talebe kitaplarda ilerledikçe, daha geriden gelen talebelerle de müzakere yapar. Böylece Arapçanın kalıpları zihne, kalbe öyle bir yerleşir ki onlarca yıl geçse bile unutulmaz. Yetmiş yaşında ilk ezberlerini hala unutmamış alimler görmek nasip oldu. Dile kolay, altmış yıl önce okuduğunu unutmamak…
Ezber ve müzakereden başka bir tekrar usulü de devir vermektir. Biz perşembe günü devir verirdik. Hocamız o kitabı baştan itibaren dinlerdi. Devrini veremeyen dışarı çıkamazdı. Bir devir de bütün kitabı bitirince verirdik. Bütün bunlar dersin çok sağlam bir şekilde öğrenilmesini sağlardı.
Emsile ve Bina kitapları sarf ilminin temelidir. Daha sonra İzzi okutulur. Bu eser Emsile ve Bina’da öğrenilenleri uygulamalı olarak anlatır. Sahih ve illetli yani hasta fiilleri ayrı ayrı ele alır. Talebe ömrü boyunca kullanacağı ilmi bu kitaplarda öğrenmiş olur. Bazı medreselerde Maksud ve Merahu’l-Ervah da okunur. Bunlar da Bina ve İzzi’nin benzeri konuları işler. Tekrar konuları okumak talebenin sarf ilmini pekiştirmesi içindir. Çünkü bu ilim bir daha okunmaz. Sadece ilerleyen kitaplar arasında sarf ilminin mantığını ele alan ağır bir şerh vardır. Ancak o bir nevi sarf ilminin felsefesini öğretir. İşte sîğaya çekmek de, sarf okuyan talebenin ne kadar öğrendiğini anlamak ve öğrendiklerini başka kelimelerde tatbik edip edemediğini görmek içindir.
Sîğa, yukarıda dediğimiz gibi “kip” demektir. Mesela emir kipi, geniş zaman kipi, şimdiki zaman kipi… Seydası talebeye bir kelime sorar ve “Bunun sîğası nedir?” der. Sarf ilmi incelikli bir ilimdir. Zeka gerektirir. Seydalar önce kolay sîğalar sorarlar. Talebe, Emsile’den “unsur” kelimesinin emr-i hazır olduğunu iyi biliyordur. Seydası “Üktüb, hangi sîğadır?” der, talebe benzerlik üzerinden hemen cevaplar. Eğer cevap veremediyse Emsile’yi açar, yeniden bir bakar, zaten seydası da o bahsi hatırlatır. Dediğim gibi ilk başlarda kolaydır ama sonra illetli fiillerde iş biraz zorlaşır. Bazen karşınıza tek harflik bir emir bile çıkabilir. Oysa Arapçada bir fiil en az üç harfli olmalıdır. İşte bu fiiller illetli, hastalıklı fiillerdir, bazı harfleri düşmüştür. Talebe o bir harf üzerinden o kelimenin mazisini, muzarisini ve masdarını bulur, sonra emrinin aslını yapar. Asıl yapmak, etimoloji yani köken bilgisidir.
Sîğaya çeken, sadece talebenin kendi seydası değildir. Medresedeki diğer seydalar da bir tenhada sîğaya çekiverirler. Bu işin edebi talebeyi rencide etmemektir. Mümkün mertebe tek iken sorarlar. Eğer etraf kalabalık ise her talebeye aynı zorlukta bir sîğa sorarlar. Ya da bu kişi misafir bir molla ise bütün talebelere birkaç sîğa sorar, bilenler hemen cevaplar. Böylece hepsi bir aferin almış olur. Aralarında dersine çalışmayan varsa, böyle durumlarda zorlanırım diye kendini hesaba çeker, derslerini biraz daha dikkatli takip eder.
Medresemize yaşlı seydalar gelirdi. Biz de edeple gider, ellerini öperdik. Bu seydalardan biri de rahmetli Molla Hıdır (kuddise sirruh) idi. Mardinliydi, halifeydi. Onun gelişi gür sesinden belli olurdu, ayakta edeple onu beklerdik. Her seferinde küçük talebelerden birinin başını okşar ve bir sîğa sorardı. Bilirse bir daha sorar, sonra “Aferin faki, aferin” der, giderdi. Ne zaman sesini duysak, birimizin sîğaya çekileceğini bilirdik. Tıpkı asırlar öncesindeki medreselerde olduğu gibi.