Bir ârif, “İnsan sevinçlerinin ve üzüntülerinin toplamından ibarettir” der. Herkes sevinci kadar saygın, derdi kadar değerlidir. Kişi sevdikleriyle ölçülür ve sevinçleriyle değerlendirilir. Sevmek kalbin amelidir. Sevinmek, hüzünlenmek, kederlenmek, kızmak da böyle. Hepsi kalbin yansıması ve özümüzün aynasıdır. Sevindiğimiz ve hüzünlendiğimiz şeyler fıtratımızı, meylimizi, tabiatımızı ve akıl seviyemizi gösterir.
Hz. Mevlânâ kuddise sırruhûnun dediği gibi, “Bir insanın nasıl güldüğünden terbiyesi, neye güldüğünden akıl seviyesi anlaşılır.”
İnsanın himmeti neye ise şerefi o kadardır. Himmet, kişinin niyeti, azmi, kararı ve hedefidir. Yani himmet, mutlu olmak için seçilen, sevilen, yönelinen ve bedeli ödenen şeydir.
Ariflerden Ebû Ali Dekkak kuddise sırruhû der ki: “Sen kimin emrinde ve hizmetinde isen onun kulusun. Eğer nefsinin elinde esir isen nefsinin kulusun. Dünya isteklerine esir isen dünyanın kulusun. Mevlâ’nın esiri ve âşığı isen de O’nun kulusun.”
Üç sevgi
İnsanların kimi ruhu, kimi kalbi, kimi aklı, kimi de nefsi ile sever.
Ruhun sevgisi en yüce sevgidir. Yüce ve ebedi bir sevgili arar, huzuru daim olsun ister. Çünkü onun cevheri melekût âlemindendir; dünya ile huzur bulmaz, bulamaz.
Kalp de ruha tabidir. Ayette bildirildiği gibi, kalpler ancak âlemlerin sahibi sonsuz kemâl ve cemal sahibi Yüce Allah ile huzur bulur. (bkz. Ra’d 28).
Sevginin kıblesi Allah Teâlâ’dır. İman ve edeple Allah’a bağlanmayan kalplere hakiki ve daimî huzur haram kılınmıştır. Hazineyi yanlış yerde aramayalım.
Aklın sevgisi menfaat ve faydaya dayanır. Menfaat bitince o da biter.
Nefsin sevgisi ise, hevâ ve hevese, maddî lezzetlere, şeytanın süslediği şeylere bağlıdır. Hepsinin evvelinde geçici bir haz, sonunda hasret vardır. Bu sevginin asıl hüsranı ise ölümden sonradır.
Tercihler ve sonuçlar
Kur’an-ı Hakim’de insanların ne ile sevindiği, huzur bulduğu ve mutlu olduğu anlatılmıştır. İnsanlar, Rahman’ın ve şeytanın taraftarları olarak iki gruba ayrılmıştır. Her grubun sevgileri, tercihleri, huzurları ve mutluluk arayışları farklı alanlarda gerçekleşir.
• Bazısı dünya, bazısı ahiret mutluluğu için çalışır.
• Bazısı malı mülkü, bazısı Mülkün Sahibi’ni sever.
• Bazısı şeytana, bazısı Rahman’a tapar.
• Bazısı mevki ve makamıyla, bazısı yüce Mevlâsı ile övünür.
• Bazısı hevâsıyla, bazısı Mevlâsıyla huzur bulur.
• Bazısı günahtan, bazısı ibadetten zevk alır.
• Bazısı insanlara, bazısı Cenâb-ı Hakk’a sevilme derdindedir.
• Bazısı dünyadaki hazır zevklere, bazısı ahirette vaad edilen cennet ve cemale meftundur.
• Bazısı fitne ateşini körükleyerek, bazısı onu söndürerek mutlu olur.
Mümin, münafık, kâfir her grup sahip olduğu görüşle, savunduğu fikirle, verdiği mücadele ile sevinip durur.
Münafıklar dinle, Peygamber’le, müminlerle, ayet ve hadislerle alay edip şeytanlıklarıyla sevinirken; peygamberler ve müminler, insanları nasıl gaflet uykusundan uyandırıp İslâm’a, cennet ve cemâle sevk ederiz derdiyle yanarlar.
Münafıklar bir bahane uydurup Allah yolunda gayretten, cihaddan geri kalmaya sevinirken, sâdık müminler binek bulamayıp cihada gidemedik diye ağlar.
Cimri kimse mal toplamakla, cömert mümin malını Allah yolunda harcamakla huzur bulur.
Ehl-i dünya yaşamak için çırpınırken, ehlullah ölüp Dost’a kavuşmak için can atar.
Kısaca, insanların kimi dünyayı, kimi Mevlâ’nın huzurunu seçmekte, sevmekte ve ona hizmet etmektedir.
Şu gerçeği unutmamak gerek; derdi dünya olanın dünya kadar derdi olur. Derdi Mevlâ olanlar ise elbet O‘nun vaad ettiği ebedi saadeti bulur.
Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem fani dünya ile sevinip Ebedî Dost’u unutanları şöyle uyarmıştır:
“Ey insanlar! Bu dünya felâh değil, helâk dünyasıdır. Ferahlık evi değil, hüzün evidir.
Dünyayı tanıyan onun rahatlığıyla sevinmez, sıkıntısıyla üzülmez.
Dikkat edin! Dünya imtihan, âhiret ise mükâfat yeridir.
Dünya imtihanı âhiret sevabına sebep kılınmıştır. Âhiret sevabı dünya sıkıntılarına bedel yapılmıştır. İnsan başına gelen belalardan dolayı sevap alır. Sevap alsın diye imtihan edilir.
Şüphesiz, dünya çabucak değişir. Onun zevklerine dalmaktan sakının, çünkü bırakması zordur. Hazırdaki lezzetini terk edin, çünkü sonu sıkıntılıdır.
Allah Teâlâ sakınmanızı emretmişken harap olacağına hükmettiği dünyayı imar ile uğraşmayın. Yoksa Allah’ın gazabına maruz kalır, azabını hak edersiniz.” (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummal, nr. 6203)
“Altına, gümüşe, kumaşa kulluk edenler helak oldular.” (Buharî, Rikak, 10; Cihad, 70)
Sevincimiz kursağımızda kalmasın
Âlimler der ki: İnsanlar dünyada birçok şeyle sevinir, iftihar edip övünür. Halbuki çokları için bunların âhirette bir faydası yoktur, aksine azaba sebeptir. Bunları şöyle özetleyebiliriz:
1. Mal: Mal canın yongasıdır. Fakat haramdan kazanılıp harama harcanırsa âhirette kulun ateşte çırası olur. Helal yoldan kazanılır ve hayır yollarında harcanırsa cennet bileti olur. Malıyla şımarıp isyan eden ve sonunda onunla birlikte yerin dibine batan Karun’dan ibret almalıdır.
2. Çocuk: Çocuk gönlün neşesidir. Cennet kokusu taşır. Sevilmeye layıktır. Fakat bazı çocuklar anne babasını, onlar da çocuklarını cehenneme taşır.
Bugün birbirini isyana teşvik eden, Rabbi’nden uzaklaştıran, her türlü haramı birlikte işleyen ve bununla sevinen aileler, yarın hakikat âleminde birbirlerinden kaçarlar. Güzel ahlâk ile süslenmiş bazı evlatlar ise dünyada ve âhirette anne babasının gözünü aydın, yüzünü ak ederler.
3. Güzellik: Beden güzelliği ile övünüp şımaran, fiziği ile gururlanan, Rabbi tarafından kendisine emanet edilen geçici güzellikleri O’na isyanda kullananlar, tevbe edip ilâhî edebi elde etmedikleri müddetçe Allah katında sivrisinek kadar değer taşımazlar.
Onların sûreti güzel, sîreti çirkindir. Dışları temiz olsa da içleri manen necistir. Üstünlüğü parada, süste ve lükste arayan bu kimseler âhirette yalnız ve çirkin bir sûrette haşredilir. Yüzlerini ateş yakar, simsiyah yapar. İçecekleri kaynar su ve irindir.
Ebediyen Mevlâ’nın cemâlini seyretmeye layık bir sıfatta yaratılan insanın inkâr ve isyan kirleri içinde huzur araması akıl kârı mıdır? Bu halden Kerim Mevlâmıza sığınırız.
4. Nefsanî güzel konuşmalar: Bazıları tatlı söz ile göz boyar, dili ile insan avlar, süslü ve yaldızlı kelimelerle yalanı süsleyip gerçeği gizler. Edepten uzak edebiyat yapar. Şeytandan tasdikli yazılarıyla, kitaplarıyla sevinir, para kazanır. Ancak hakikat âleminde dünyada ağzını eğe büke söylediği tek bir kelimesinin faydasını göremez. Ona, “Sus, konuşma! Yalnızlık içinde ateşte ebediyen kal!” denilir.
5. Dostlar: Birbirini Allah için sevmeyen dostlar âhirette düşman olurlar, yalnız kalırlar. Biri diğerine yardımcı ve şefaatçi olamaz. Buna imkân ve yetkileri yoktur. Şeytana dost olan bu güruhun dünyadaki bütün şenlikleri dağılmış, birlikleri bozulmuştur.
Hak için dostluk kurup ölene kadar bunu koruyanlara ise Cenâb-ı Hak, “Benim için birbirini sevenler nerede? Ben onları Arşımın gölgesinde özel himayemde ağırlayacağım” buyurur. Onların dostlukları ve huzurları cennette ebediyen devam eder. Bu dostluğa anne baba, eş, mümin kardeşler, kısaca Allah için sevilen herkes girer.
6. Hile ve tuzaklar: Bazıları insanların aklını çelmekten, malını yemekten, şerefini zedelemekten zevk alır. Bütün kabiliyetlerini yalan söylemeye, tuzak kurmaya, insanları aldatmaya harcarlar. Bununla övünür ve sevinirler. Fakat sonunda tuzakları başlarına geçer, zelil olurlar.
7. Makam mevki, itibar: Nefsin en hoşlandığı durumlardan biri de sevilmek, itibar görmek ve insanlara hükmetmektir. Mevki ile övünüp halkı küçük görmek firavunların huyudur. Tevbe edilmezse sonuç Firavun’un akıbetidir.
Mümin, kendisine emanet edilen mevki ve makamı sadece Allah için hizmet edebileceği bir yer ve imkân olarak görür. “İnsanların en hayırlısı insanlara fayda verendir” hadis-i şerifiyle amel edip en hayırlı insan olmak için çalışır. Emanete hainlik etmez. Yapmadıklarıyla övünmez. Kibirli olmaz, herkese tevazu gösterir.
Bunun gibi daha birçok sevinç ve huzur sebebi zannedilen haller vardır ki, yanlış anlaşılınca ve yerli yerince olmayınca sevinçler kısa bir zaman sonra hüzne dönüşür. Aniden ölüm gelir, tevbe ve telafi imkanı elden gider. Kişinin sevinci kursağında kalır. Bundan daha büyük zarar, kayıp ve hüsran yoktur.
Günahla mutluluk olmaz
Günümüzde Müslümanların içine düştüğü bir yanlış da edep dairesinde sevinmesini bilmemek, mutlu gününde şükrü nankörlükle karıştırmak, nefsleri ve insanları memnun edeceğim diye bid’atlara, yanlış örflere ve isyanlara dalmaktır.
Mesela bir düğünde, mezuniyet merasiminde, asker uğurlamasında ve benzeri durumlarda mümine düşen, önce bu nimeti bahşeden Allah Teâlâ’ya karşı edepli ve saygılı olmaktır. O’na şükretmeyi vazife bilmek, isyan olabilecek hiçbir işe bulaşmamaktır.
Bunlar ömürde bir kere oluyor diye edebi ve ölçüleri hiçe sayarak birtakım bid’atlara, haramlara, etrafa zarar veren eğlencelere girmek nimete nankörlüktür. Bütün bunlar hayırlı işimizi şerre, mutluluğumuzu hüzne çevirir. İşin hayrını ve bereketini yok eder.
Her nimet ve mutluluktan sonra en güzel edep iki rekât şükür namazı kılmak, bu nimetin sahibine hamdetmek, ikram ve ihsanlarla dostları ve özellikle fakirleri sevindirmek ve hayır dua almaktır. Huzur isteyen müminler için helal dairesi geniştir. Mübah eğlenceler yeterlidir, harama ihtiyaç yoktur.
Gerçek mutluluğun tarifi
Seyyid Sâki el-Hüseynî’nin “Aile Saadeti” kitabındaki şu uyarılar çok mühim:
“Nefsin hoşlandığı her şeyde az çok bir zevk vardır. Bu zevk maddîdir, hazırdır. Ona kolay ulaşılır, fakat hemen kaybedilir. Çünkü onun özelliği böyledir. Maddî zevklerin süresi kısadır, tadı azdır. Madde yok olmaya mahkûmdur. Böyle bir zevk ruhu sevindirmez, kalbi huzurlu etmez. Gönülde bir hasret bırakır, gider.
Sofrasına koyduğu yemekle sevinen ve mutlu olan kimsenin zevki, lokması damaktan geçene kadardır. Ondan sonrasını göz görmek istemez. Çünkü görülmesi kimseye zevk vermez. Yeme içme sürekli bir mutluluk sebebi olamaz, kalbi dolduramaz.
Zevk kaynağı giyim kuşam olan kimsenin mutluluğu kısa zamanda sönmeye mahkûmdur. Çünkü bu kimse gönül huzurunu her gün solacak bir şeyde aramaktadır. Elbise solunca, mutluluk da söner. Bu zevk de ruha yetmez. Gönülde bir hasret bırakır, gider.
Mutluluk sebebi helal bir şeyden olan kimsenin de sevinci o iş bitene kadardır. Aynı gün tekrarlansa birinci tadı vermez. Bu zevk de insanı sürekli mutlu etmez. Gönülde bir hasret bırakır, gider.
Bir de bu mutluluklar helal yoldan aranıyorsa böyledir. Eğer haram yoldan aranıyorsa hepten felakettir.
Kısaca dünya malı ve maddî zevkler insan ruhuna sürekli bir huzur ve mutluluk veremez. Dünya insan için, insan ise Yüce Mevlâ için yaratılmıştır. Yüce Mevlâmız bütün akıl ve kalp sahiplerine ebedi mutluluğun yolunu şöyle tarif ediyor:
‘Uyanın ve şunu anlayın: Kalpler ancak Allah’ın zikri ile huzur bulur.’ (Rad 28)
Allah için olan bütün güzel niyetler, sevgiler, secdeler, dualar, tevbeler, istiğfarlar, hayırlar ve hizmetler hep Hakk’ı zikirdir.
Kim Hakk’ı zikrederse Hak da onu zikreder.”
Neye, niçin gülüyoruz?
Gülmek ve sevinmek sebepsiz olursa boştur. Yerinde ve zamanında olursa hoş, olmazsa nâhoştur.
Gülmek, bazen sevilen bir şeyi elde etmekten veya korkulan bir şeyi gidermekten; bazen de hoşa giden bir söz, görüntü veya işten kaynaklanır.
Bir şeye gülmek onu sevmek, tasdik etmek ve ondan hoşlanmak manasındadır. Hoşlanmak, razı olmak demektir. Razı olmak, kişiyi o işe ortak eder. Bu durumda gülmek, bizim iyi veya kötü bir işe ortak olmamız demektir.
Şu halde neye sevindiğimizi, kime güldüğümüzü ve neden hoşlandığımızı bilmek önemlidir.
Bugün evde, yolda, çarşı pazarda, yolculukta birçok şeye şahit oluyoruz. Kimi zaman bunlar hoşumuza gidiyor ve gülüyoruz. Yine elimizdeki telefonda veya evimizdeki televizyon ekranında seyrettiğimiz, gülerek katıldığımız şeyler var. Bunların hepsi amelimize dahil şeyler. Hatta kişinin hayalinde canlandırıp güldüğü veya kızdığı şeyler de bir çeşit ameldir.
Oysa hatırlamamız lazım; küfre rıza göstermek küfürdür.
Harama rıza göstermek haramdır.
Farz bir işi sevmek ve ona rıza göstermek farzdır.
Kısaca, Âlemlerin Sahibi’nin razı olduğuna razı olmak, sevdiğini sevmek, yerdiğini yermek, gazap ettiği şeylerden kaçınmak, kalbin afiyeti ve iki cihanın selameti için elzemdir.
Sevinmek, mutlu olmak hepimizin arzusu. Şu fani dünyada nasıl sevinelim?
Ya gülecek halde değilsek?!
Ya her gülüşümüz bir vebal oluyorsa?!
Ya ağlanacak halimize gülüyorsak?!
Ya nefsimiz gülerken ruhumuz ağlıyorsa?!
Ya yüzümüz gülücükler dağıtırken, özümüz manen haraplığına feryat ediyorsa?!
Ya attığımız kahkahalar, yanımızdaki melekleri, karşımızdaki temiz vicdanları, içimizdeki hakikati ve dışımızdaki varlıkları incitiyorsa?!
Yani yersiz, sebepsiz, gereksiz ve edepsizce gülüyorsak…
Sonu ağlamakla biten bir gülmeye mutluluk denilir mi?
Bu durum, yaratılmışların en şereflisi, kâinatın gözbebeği yapılan insana yakışır mı?
Âlemlerin Rabbi, bizden az gülüp çok ağlamamızı istiyor. Neden mi? Çünkü gece gündüz yaptığımız işlerimiz ve hallerimiz bunu gerektiriyor. İlahî uyarı şöyle:
“Artık yapmakta olduklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar!” (Tevbe 82)
Ağlamanın sebepleri ve çeşitleri çoktur. Hüzünden ağlamak, sevinçten ağlamak, merhametten ağlamak, korkudan ağlamak, yalandan ağlamak, hasretten ağlamak, ağlayanları görüp onlardan etkilenerek ağlamak, bir acıdan dolayı ağlamak, haksızlık karşısında zayıf kalmaktan ağlamak, gösterişine ağlamak, vesaire…
Bunların içinde en hayırlı olanı, Yüce Mevlâ’dan hayâ edip kulluktaki kusurundan dolayı ağlamaktır. Bu ağlama idrake ve kalpteki manevi bilgiye, sezgiye dayanır. Bu en güzel tevbedir. Kulun kalbini temizler, gönlünü rahatlatır, ruhunu sevindirir, âhiretteki sevincin habercisidir.
Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem,
“Eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz az güler çok ağlardınız” buyurmuştu. (Buhârî, nr. 1044; Müslim, nr. 901). Bu hadis-i şerifte insanın çok gülmesinin gaflet ve cehaletten kaynaklandığına işaret vardır.
Abdullah b. Ömer radıyallahu anhu şöyle anlatmıştır:
Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir gün çarşıya çıkmıştı. Birbirleri ile konuşup gülüşen bir topluluğa rastladı. Durup onlara selam verdi. Sonra,
– Zevkleri gidereni çokça hatırlayın, buyurdu. Biz,
– Zevkleri gideren nedir, diye sorduk.
– Ölümdür, buyurdu. (Tirmizî, Zühd, 4 nr. 2307)
Hasan-ı Basrî kuddise sırruhû, gülmekte olan bir gence rastladı.
– Yavrum, sırat köprüsünden geçtin mi, diye sordu. Genç,
– Hayır, diye cevap verdi.
– Cennete mi gideceksin yoksa cehenneme mi, biliyor musun, diye sordu. Genç,
– Hayır, dedi. Hasan-ı Basrî kuddise sırruhû,
– Peki, bu gülmek de neden, diye sordu. Bu genç ondan sonra bu şekilde gülerken görülmedi.
Yine Hasan-ı Basrî kuddise sırruhû demiştir ki: “Mümin ancak Rabbine kavuştuğu an rahata erer. Rahatını Allah’a kavuşmakta bulan kişinin ölümü, onun sevinç, neşe, güven, izzet ve üstünlük bulduğu gündür.” (Ahmed b. Hanbel, Zühd, nr. 846)
Ağlanacak hallere gülmek
Kalbi Rabbi’nden gafil, nefsinden cahil olanın gülmesi de ağlaması da kıymetsizdir. Çünkü o gerçekte ağlamasını ve gülmesini bilmez. Karnı doyunca gülen, aç kalınca üzülen ve midesinden başka bir sevinç kaynağı olmayan biri, henüz insanlık makamına adım atmamıştır. Çünkü yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak yaratılan insanın, tek sevinci ve derdi midesi olamaz. Olursa diğer canlılardan farkı kalmaz. İnsanı insan eden şey aş değil, ilâhi aşktır. Onun şerefi ve mutluluğu elbisede değil, edeptedir.
Kalbini unutup karnının derdine düşen insan, bu çabayla insanî değerini koruyamaz, mutluluk dengesini kuramaz. Ağlanacak halde iken güler, gülerken ağlanacak hallere düşer. Çünkü haramda huzur, zulümde rahatlık arayanlar, tuzlu su ile susuzluğunu gidermeye çalışan kimseye benzer. İçtikçe içi yanar, susuzluğu artar, dudakları çatlar; tâ ki temiz ve tatlı suyu bulana kadar.
Haram işlerle kalp ölür, ruh perişan olur, şuur bozulur, vicdan kaybolur. İbret duygusu kalmaz, gözyaşı kurur, sevgiye ihanet edilir, nefs azgınlaşır, şeytan güler. Bu hal içinde dünya baş üstüne konmuş, edep ayaklar altına alınmış olur. İşte bu hali gören temiz bir vicdan, insan ve insanlık adına ağlar. Büyük ârif Hakîm Senâî kuddise sırruhû hak âşıklarına şöyle seslenir:
“Ey içleri dışları güzel âşıklar! Gelin, zulüm ve haksızlık ile yoğrulmuş şu dünyanın toprağından göğe kalkan tozları gözyaşlarımızla bastırıp temizleyelim.”
Hz. Mevlânâ kuddise sırruhû der ki:
“Gerçekten de insanın asıl gıdası Allah’ın nurudur. İnsana sadece hayvanların gıdası olan şeyleri vermek uygun değildir. İnsanın asıl gıdası ilahî aşktır, ilâhî akıldır. Fakat insan, manevî hastalığı yüzünden asıl gıdası olan nuru bırakıp toprakta yetişen gıdalarla yetindi. İnsan, ruhunun gıdası olan nuru unuttuğu ve maddî şeylerle avunduğu için huzursuzdur. Yüzü sararmıştır. Ayakları titremektedir. Kalbi telaşla çarpmaktadır.
Hiç yeryüzündeki canlıların gıdalandığı toprak ürünleriyle gökyüzündeki meleklerin gıdası olan nur bir olur mu? Manevî devlete erişen Allah’ın has kullarının gıdası nurdur. O gıda gönülle yenir, onun için ele ve ağza gerek yoktur. Gönül her dosttan bir gıda alır. Gönül her bilgiden manevî bir zevk, safa ve arınma elde eder.”
Ruhların sevinci
Sevinç ve sürûr deyince akla sadece maddi arzular gelmemeli. İnsanların bazısı hevâsını ilâh edinip sürekli ona taparken, bütün istek ve arzusuyla Mevlâ’sının âşkında fâni olan akıllılar da mevcut. Bunlar, “ârif” ve “âşık” kullardır.
Onların tek neşesi, şerefi ve hedefi yüce Mevlâ’nın rızasıdır, cemalidir. Onlar ayetlerin haber verdiği gibi ebedi cennetlerde sürûr içinde olan, kendilerinde korku ve hüzün bulunmayan Hak dostlarıdır. (bkz. Yunus 62-64; Zuhruf 68-73)
İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh, İhyâ’da muhabbetullahı anlatırken der ki:
“Lezzetlerin en yücesi ve en üstünü Allah Teâlâ’yı tanımak ve O’nun cemâline bakmaktır. Buna başka bir lezzetin tercih edilmesi düşünülemez.”
Allah Teâlâ kudsî bir hadiste şöyle buyurmuştur:
“Ben, sâlih kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir kalbin düşünmediği şeyler hazırladım.” (Buhârî, nr. 3244; Müslim, 2824)
Velîlerden Ebû Bekir Şiblî kuddise sırruhû der ki: “Müminlerin sevinci, âhirette alacakları karşılıkla, âriflerin sevinci ise Allah Teâlâ iledir.”
Âşıkların Pirî Hz. Mevlânâ kuddise sırruhû der ki:
“Güzel Allah’ın aşkından gayri her ne varsa, tatlı yemek bile olsa, can çekişmekten başka bir şey değildir. Can çekişmek nedir? Ölüme doğru gitmek, âb-ı hayata (ilâhî aşka) el uzatamamak, onu içememektir.”
İmam Gazâlî rahmetullahi aleyh der ki:
“Bütün âriflerin tek maksadı Allah’a kavuşmaktır. İşte bu, âriflerin gözlerini aydın edecek şeydir. O öyle bir şeydir ki hiç kimse onlar için ne hazırlandığını bilemez. O gerçekleşince bütün üzüntüler ve istekler kalpten silinip gider. Kalp kavuşma nimetine dalar. Öyle ki eğer ateşe atılsa, ilâhî aşka daldığından dolayı hissetmez. Kendisine cennet nimeti sunulsa, vuslatla elde ettiği nimetin kemalinden ve en son hedefe ulaştığından ona yönelmez.”
Bu makama ulaşan kişi, Yunus Emre kuddise sırruhû gibi “Bana seni gerek seni” der, başka bir şey istemez. Hak âşıklarından Hz. Hüdâyî kuddise sırruhû bu aşkını şöyle dile getirir:
Ehl-i dünya dünyada Ehl-i ukbâ ukbâda Her biri bir sevdada Bana Allahım gerek.
Bülbül güle eder zârağlar Pervaneyi yıkmış nârateş Her kulun bir derdi var Bana Allahım gerek.
Bir derdimiz olmalı
Adaletli ve insaflı olalım. Biz bu âleme damak zevki, nefis keyfi, arzuların tatmini için mi gönderildik? Derdine düşeceğimiz sadece midemiz midir? Tek derdimiz tüketmek midir? Bir ömür oyun ve eğlence ile mi geçecek? Ruhumuz, aklımız, kalbimiz, imanımız, dinimiz, emanetlerimiz ve değerlerimiz yok mu? Allah Teâlâ’ya sözümüz, kulluğumuz, vefamız, hürmet ve saygımız nerede kaldı?
Karnı kadar kalbinin gıdasını dert etmeyen, elbisesi kadar edebini temiz tutmayı düşünmeyen, kaybettiği bir eşyası kadar yok olan dinî değerlerine içi yanmayan, kaza yapan arabası kadar kazaya kalan namazına üzülmeyen bir müminin derdi ve aradığı ne olabilir?
Karnı doyunca sevinen, süsüyle çalım satan, arabasıyla hava atan, başı ağrısa hayata küsen, azıcık ticareti bozulsa battım diye feryat eden, yalnızken canı sıkılan, acıkınca sinirlenen, kıtlık olacak diye korkan, fakirlikten nefret eden, kapısında dilenci görmek istemeyen kimsenin sevinci veya üzüntüsünün gerçekten hayatî bir önemi var mıdır?
Her müminin bir derdi olmalı. Hiç kedersiz, dertsiz, düşüncesiz, endişesiz mümin olur mu? Dertsiz olmak en kötü derttir. Her müminin imanı ve marifeti kadar Allah için bir derdi vardır, olmalıdır. İnsan Hak için çektiği dert kadar değerlidir.
Allah için dökülen gözyaşları cenneti satın alır.
İlâhî aşkla çekilen âhlar cehennem ateşini söndürür.
Hak için halka hizmette dökülen terler cennette miske dönüşür.
İnsanlık için dertlenmek, başını ağrıtmak ve ağlamak peygamberlerin ahlâkıdır, Hak âşıklarının işidir. Öyle ki âlemlere rahmet olarak gönderilen Resûlullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, Mekke müşrikleri imana gelmiyorlar, Hakk’a dönmüyorlar, ateşe gidiyorlar diye neredeyse kendini helâk edecekti. Allah Teâlâ onu teselli etti. Ona düşenin Hakk’a davet ve tebliğ olduğunu haber verdi. (bkz. Kehf 6; Şuara 3)
Hak âşıkları da aynı derdi çekerler. Sûfiler içinde ümmet için ağlayan sıddıklar ve sâlihler mevcuttur. Onlara “Bekkâûn: Ağlayanlar” denilir. Bir de ümmetin imanını kurtarmak için ateşe girmeyi göze alan ehlullah vardır. Bunun niçin ve nasıl olduğunu ehl-i dünya anlayamaz.
Mümin, müminin kardeşidir, parçasıdır. Müminler bir vücut gibidirler; acıları ve sevinçleri ortaktır. Kendisinden başkasını dert etmeyen bencil nefsleri Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem şöyle uyarıyor: “Müminlerin dertleriyle dertlenmeyen kimse onlardan değildir.” (Hâkim, Müstedrek, 4/317, 320; Süyûtî, es-Sağîr, nr. 8453)
Öyle bir derde sahip olalım ki çektiğimiz zahmete değsin. Öyle şeylerin çilesini çekelim ki bizi ebedi çilelerden kurtarsın. Esenlik yurduna girmeye sebep olsun.
Öyle bir şeye sevinelim ki ilâhî huzurda yüzümüzü güldürsün. Yoksa Allah korusun, gülerek günah işleyenler ve tevbe etmeden ölenler ağlayarak cehenneme girerler. Hiç değmeyecek şeyler için üzüntü çekenler, asıl üzüntüyü o şeylerin iç yüzünü görünce yaşarlar.
Yenişehirli Avnî kuddise sırruhûnun şu beyti ile bitirelim:
“Sanman taleb-i devlet ü câh etmeye geldik Biz âleme bir yâr için âh etmeye geldik.”
Selam olsun Allah için seven, Allah için kızan, Allah için gülen, Allah için ağlayan ve Allah için kulluk yolunda bir adım atanlara!