Mevlânâ Hâlid, kuddise sırruhu, mürşidin mutlak suretle sünnete ve şeriata uyup bidatlardan kaçınması gerektiğini söyler. Ona göre mürşid, “Güzel niyet ve ihlâsla yanına gelenleri gaflet uykusundan uyandırıp zikir ve fikir ile meşgul edebilmelidir.”
“Birinin yerine geçen” anlamına gelen halife, tasavvuf ıstılahında şeyhin, müridleri arasında kendisi gibi mürşid olmaya ve sâlik terbiye etmeye izin verdiği ve irşad ile görevlendirdiği kişiye denir. Şeyh tarafından hilafet makâmına getirilen kişiye hilâfetnâme verilir. Hilâfetnâme, belli bir âdâba göre seyr u sülûku tamamlayıp irşad kabiliyetini elde eden sâlike, şeyh tarafından verilen ve mürşidlik iznini kapsayan mühürlü veya imzalı belgedir.
Tasavvuf tarihinin ilk dönemlerinde böyle bir belge verme geleneği olmamakla birlikte, sonradan şeyhlik iddiasında bulunan kişilerin çoğalmasıyla buna önlem olarak ortaya çıkmıştır. Bu belgeye icâzetnâme de denir. Ancak ilmî yetkinliği ifade eden icâzetnâmeden farklılığını belirtmek için daha çok hilâfetnâme kullanılır. Diğer bazı tarikatlarda zâhirî ilimlerde yetkin olma şartı bulunmazken, Nakşibendî-Hâlidîlik’te hilafet için seyr u sülûku tamamlamak yetmemektedir. Bunun yanında sâlik, medrese tahsili görmekle birlikte zâhirî ilimlerde yetkin olmalıdır.
Sâlike icazet verilirken hangi hususlarda izinli olduğu da belirtilir. Şeyhin tam yetki verdiği icazet ise “mutlak hilafet” olarak ifade edilmektedir. Mesela Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî, halifelerine verdiği icâzetnâmelerde tarikatın hangi uygulamalarında izin verdiğini belirtmiştir. Aynı şekilde Seyyid Taha Nehrî kolundan gelen şeyhlerden Şeyh Abdurrahman Tâğî’nin Muhammed Samî Erzincanî’ye verdiği icazette izin verilen hususlar yer almaktadır.
Hilafet alan sâlik, mürşidin izni ile müstakil irşadda bulunabilir. Zira Mevlânâ Hâlid hazretleri, şeyhi Şah Abdullah Dihlevî hazretleri hayattayken birçok halife yetiştirmiştir. Ancak bu genel bir husus değildir. Mesela Seyyid Taha Nehrî kolunda şeyh hayattayken halifenin müstakil irşadda bulunduğuna dair net bir bilgiye rastlanmamıştır. Bazen de halife irşad faaliyetlerinde bulunmadan hizmetine devam eder. Şeyh vefat ettikten sonra mutlak hilafet alanlar müstakil irşadda bulunabilirken, kayıtlı hilafet alanlar yine şeyhin son talimatına göre hareket ederler. Bütün bunlar halifelerin şeyhlerden sonraki durumlarının şeyhin verdiği talimat çerçevesinde şekillendiğini göstermektedir.
Halifelerin yanı sıra şeyh, bulunduğu bölgede tarikatı tebliğ eden ve şeyhi adına intisapları kabul eden bazı müridlerini vazifelendirir ki bu kişilere vekil denir. Vekiller, tarikat alanında sadece izin verilen hususlarda faaliyet göstermek durumundadırlar. Bu bağlamda Mevlânâ Hâlid, bir müridine hatm-i hâcegânı okuma izni verdiği hâlde irşada izinli bir halife gibi davranıp diğer halifeleri rahatsız edince bunu engellemek için Bağdat’taki halifelerine bir mektup göndermiştir.
Şeyh ve Mürşid
Tasavvuf, eğitimden ibaret olan seyr u sülûk neticesinde hilafet alıp mürşidi tarafından irşad izni verilen, müridlere rehberlik eden ve onları terbiye eden halifeye şeyh, mürşid, pîr ve hâce denmektedir. Şeyh, müridin ikinci doğumunu yani manevî doğumunu sağlaması açısından müridin manevî babası sayılmaktadır. Dolayısıyla anne babanın çocuğu terbiye ettiği gibi şeyh de müridi manevî âlemde terbiye eder ve bu sorumluluğa göre hareket eder.
Mevlânâ Hâlid, kuddise sırruhu, mürşidin mutlak suretle sünnete ve şeriata uyup bidatlardan kaçınması gerektiğini söyler. Ona göre mürşid, “Güzel niyet ve ihlâsla yanına gelenleri gaflet uykusundan uyandırıp zikir ve fikir ile meşgul edebilmelidir.” (6. Mektup). Seyyid Taha ise mürşidin daha çok tekke ile ilgilenip müridlere vakit ayırmasını önemser. Ona göre bir mürşidin veya halifenin birinci planda evi yerine tekkesi olması gerekir.
Şeyhliğin Babadan Oğula Geçmesi
Tarihte tekkeler incelendiğinde; şeyhin vefatından sonra manevi nisbet liyakat ehli oğlundaysa tekkenin etkinliğinin devam ettiği görülmüştür. Mesela İmam-ı Rabbanî hazretlerinden sonra oğlu Muhammed Masum hazretleri irşad sahasını genişletmiştir. Yine Şeyh Muhammed Raşid hazretleri, babası Şeyh Abdülhakim hazretlerinden sonra Menzil’in irşadını daha da yaymıştır.
Öte yandan tarih boyunca tecrübe edilmiştir ki, şeyhin vefatından sonra mürşidlik şartlarını haiz olmayan oğlunun irşad makâmına getirilmesi, zamanla merkez tekkenin sönük olmasına ve kaybolmasına neden olmuştur. Bundan dolayı henüz liyakati olmadığından, Şeyh Abdurrahman Tâğî, oğlu Şeyh Muhammed Diyauddin Norşinî’ye; Şeyh Fethullah Verkânisî de oğlu Şeyh Alaeddin’e hilafet vermemiştir. Bu kişiler daha sonra babalarının halifeleri yanında sülûka devam edip hilafet almışlardır.
Bu hassasiyeti, Şeyh Muhammed Sami Erzincanî’nin vefatından sonra muhtemelen oğlu Selahaddin’in babasının yerine geçmek istemesi üzerine, Norşinî’nin Erzincan Evkaf Komisyonu’na gönderdiği mektubunda, bunu tasvip etmediğini ima eden ifadelerinden açıkça görmekteyiz. Norşinî, Şah-ı Nakşbend’in “Yüksek makâmlara neseb ve şecere ile kimse ulaşmadı ancak cezbe ile ulaştı.” sözünü naklettikten sonra irşad makâmına o makâmın vasfıyla muttasıf olmayan kişinin oturmasının birçok kişiyi yoldan saptıracağına dikkat çeker (62. Mektup). Nihayetinde Sami Erzincanî’den sonra oğlu değil de Muhammed Beşir Efendi postnîşîn olmuştur. Cenab-ı Mevla cümlesinin sırlarını mukaddes kılsın!
Nakıs Mürşid ve Mürşid-i Kâmil
Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri, sâlikleri terbiye etme kabiliyeti açısından nakıs ve kâmil mürşidden söz eder. Onun “sâliki manevî yolculuğunda ileri mertebelere eriştiremeyen” olarak tarif ettiği nâkıs mürşid, ona göre yine de insanlara manevî fayda sağlamaktadır. Ancak sâlik, seyr u sülûkte yol kat edebilmek için bir mürşid-i kâmile intisap etmelidir. Mürşid-i kâmilin birtakım alamet ve vasıfları vardır. Bunların içerisinde en önemlisi, yukarıda değinildiği gibi müride tesir edebilmesi ve onun hâlinin terakkisinde etkide bulunmasıdır. Sıbgatullah Arvâsî hazretleri, mürşid-i kâmilin müride etkisini, mecazen toprağa tohum ekme misaliyle izah eder. Ona göre mürşid-i kâmiller intisâb eden müridlerin istidâdına tohum ekerler. Şayet daha önce müridin toprağına kâmil olmayan bir şeyh tarafından tohum atıldıysa, mürşid-i kâmil bu tohumu kurutmadıkça kendi tohumunu ekmez.
Mürşid-i kâmil, sâlikin gözünde dünyayı soğutup sevgisini giderebilme vasfına sahip olmalıdır. Zira bu durum sâlikin şevkini artırır. Şevk ise bu yolda murat edilen tüm hayırların başlangıcı kabul edilir. Sâlikin bu şevki yenilemesi ve diri tutabilmesi için bulunduğu hâlin üstüne çıkma şuuru elde etmesi gerekir. Mürşidin müride etkisini Hazreti Mevlânâ şöyle ifade eder.
- “Nâr-ı handân bâğ râ handân küned
- Sohbet-i merdânet ez merdân küned
- Ger tû seng sahra u mermer şevî
- Çûn be-sâhib dil resî gevher şevî”
“Narçiçeği, neşe verip bağı renkli kılar. Allah dostlarıyla sohbet, seni onlardan kılar. Sert bir kaya ve mermer olsan da gönül ehline vardığında mücevher olursun.”