“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının. O’na yaklaşmaya vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide 35)
Mâide suresi, kutlu hicretten sonra Medine döneminin sonlarında nazil olmuştur. İsmini 112 ve 114. ayetlerde geçen “mâide” (yemekli sofra) kelimesinden almaktadır. Hz. İsa aleyhisselâmın sofrasının bu surede zikredilmiş olması görünürde bu adlandırmanın bir yönünü ihtiva etmektedir. Bu ismin verilmesinin bir diğer sebebi ise surenin müminler için adeta bir sofra olmasındandır.
Üç vazife
Suredeki iman ve ahlâk esaslarının bir kısmının yanı sıra aile ve ceza hukukuna dair hükümler, bazı hac uygulamaları, usulsüz hayvan kesimleri, abdest, teyemmüm, şahitlik, hırsızlık, içki ve kumara dair hükümler gibi fıkha ait konular yer alır. Ayrıca İsrailoğulları’nın tarihine dair bilgilere, Yahudi Hıristiyanların bâtıl inanç ve tutumlarına yönelik tenkitlere de geniş olarak yer verilir.
Cenâb-ı Hak, Mâide suresinden konu ettiğimiz bu ayet-i celilesinde müminleri imandan sora bütün hayırların kaynağı ve şerlerden kurtuluş vesilesi olan takvaya teşvik etmekte; kötü ahlâktan ve çirkin amelden sakınarak kendisine yaklaşmaya vesileler aramaya, hak yolunda kurtuluş vesilesi olan cihada davet etmektedir. Ayet-i celile doğrultusunda müminlerin korktuklarından emin ve umduklarına nail olmak için üç şeye dikkat etmeleri lazımdır:
• Allah için kötülüklerden sakınarak takvâ ile amel etmek; • Allah Teâlâ’nın rızasına yol aramak; • O’nun yolunda mücahede etmek.
İnsanın sorumluluğu iki kısımda toplanmıştır:
• Yasakları terk etmek: Ayet-i celilede geçen “Allah’tan korkun” emriyle buna işaret edilmiştir.
• Emredilen şeyleri yerine getirmek: “O’na yaklaşmaya vesile arayın” Buyruğu ile de bu vazifeye işaret edilmiştir.
Yasakların terki, emredilenleri yapmaktan öncelikli olduğu için Mevlâ Teâlâ onu önce zikretmiştir. Bu sıralama ahlâkta da dikkate alınmıştır. Güzel ahlâk için önce kötü huylar terk edilir, sonra kişinin faziletlerle donanması beklenir.
Aynı hüküm fikirde de geçerlidir. Yapılması icap eden şey önce inkâr ve şirkin terki, sonra Allah Teâlâ’nın birliğine, Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem doğruluğuna ve ahiretin varlığına delalet eden deliller hususunda tefekkür etmektir.
Bundan dolayı “lâ ilâhe illallah” sözümüzde de nefiy (ret ve terk), ispattan (tasdikden) önce getirilmiştir. Yani önce Allah Teâlâ’dan gayrı bâtıl ilahların yokluğu ifade edilmiş, sonra Allah Teâlâ’nın varlığı tasdik edilmiştir.
Ehl-i kalp nazarında ise terk, Allah Azze ve Celle’den gayri her şeyden kalbi boşaltmaktır. Bu terkten sonra kalp O’nun nuru ve nice tecellileriyle dolar.
Vesile nedir?
“Vesile”, “kendisiyle bir gayeye ulaşılan, yaklaşılan sebep, yaklaşma sebebi” gibi anlamlara gelir. Müfessirler ayet-i celilede kast olunan vesilenin, kişiyi Allah’a yaklaştıracak ve O’nun rızasını kazanmaya yardım edecek her türlü ibadeti, işi ve hali kapsadığını belirtmişlerdir. Nitekim kudsî hadislerde kişiyi Allah’a yaklaştıran en önemli şeyin başta O’nun farz kıldığı ibadetler ile nâfile ibadetler olduğu ifade buyurulmuştur.
Vesile edinmeye “tevessül” denilir. Müfessirler şu üç şeyle tevessül hususunda ittifak halindedir:
• Yüce Allah’ın isim ve sıfatları ile tevessül;
• Peygamberlerin ve velîlerin hayatta iken yaptıkları dualarla tevessül;
• Sâlih ameller hürmetine tevessül.
Bunlardan özellikle Allah Teâlâ’nın isimleriyle yapılan tevessül Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde yer almış, Yüce Allah tarafından açıkça şöyle emredilmiştir: “En güzel isimler (esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır. Bu güzel isimlerle O’na dua edin” (A‘râf 180)
Peygamberlerin ve velîlerin dualarıyla tevessülün meşruiyeti ise peygamberlerin ümmetlerine, ümmetin de birbirine dua etmelerini tavsiye eden ayetlerden anlaşılacağı üzere Allah katında kabul edilmiş vesilelerdendir. (Bkz. Nisâ 64; Yûsuf 97-98; Muhammed 19)
Sâlih amellerle tevessül de Kur’an-ı Kerim’de müminlerin bazı dualarından örnekler verilerek teşvik edildiği için makbul sayılmıştır. (Bkz. Bakara 285; Âl-i İmrân 16, 53, 191, 193)
Sâlih amelle tevessül
Sâlih amellerle tevessül etmenin meşru olduğuna şu hadis-i şerif de delildir:
“Sizden önceki kavimlerden üç kişi beraber sefere çıktılar ve yolda yağmura yakalandılar. Geceyi geçirmek için hemen dağda bir mağaraya girip sığındılar. Derken, mağaranın ağzına dağdan büyük bir kaya parçası düşerek girişi kapatıverdi. Bunun üzerine aralarından biri diğerlerine dedi ki:
− Hayatınızda Allah için işlediğiniz en hayırlı amelleri anarak Allah’a dua edin. Çünkü Allah’a dua etmekten başka hiçbir şey sizi buradan kurtaramaz.
Aralarından biri şöyle dedi:
– Allahım! Benim ihtiyar anne babam, vardı. Her gün koyunlarımla meraya çıkar, onları otlatır, sonra gelip sağardım. Sütü önce babama ve anneme getirirdim, onlar da içerdi. Sonra sırasıyla çocuklarım ve eşim, içerdi. Bir gün bir işten dolayı geç kaldım, akşam oluncaya kadar sürüyü getiremedim. Geç vakitte geldiğimde babamı ve annemi uyumuş halde buldum. Her zamanki gibi sütü sağdım, babamın ve annemin başuçlarında dikildim. Onları uykularından uyandırmak istemedim. Sütü onlardan önce çocuklarıma içirmek de istemiyordum. İşte o gece gün doğuncaya kadar böyle dikildim, onlar da uyumaya devam etti. Allahım! Şüphesiz bilmektesin ki ben bunu senin için yaptım. Şu kayayı yolumuzdan kaldır!
Mağaranın girişini kapayan kaya biraz açıldı ama çıkamadılar. Bir diğeri şöyle dedi:
– Allahım! Amcamın bir kızı vardı ve ben onu herkesten çok severdim. Bir keresinde onunla birlikte olmak istedim ama o kabul etmedi. Bir gün zorda kaldı ve bana geldi. Başbaşa kalmak şartıyla ona yüz yirmi altın verdim
Tam arzuma ulaşacağım sırada beni şöyle uyardı: “Ey Allah’ın kulu, Allah’tan kork! Hakkın olmadan (nikâh hakkını yerine getirmeden) mührümü bozma sana helal değildir” dedi. O benim için insanların en sevgilisi olduğu halde önünden kalktım ve onu bıraktım. Verdiğim altınları da geri almadım. Allahım! Şüphesiz bilmektesin ki ben bunu senin için yaptım. Bizim için bu kayayı kaldır.
Bu sefer kaya üçte iki miktarında açıldı, fakat yine çıkamadılar. Üçüncüsü adam da şöyle dedi:
− Ey Allahım! Şüphesiz bilmektesin ki ben birkaç işçi tutmuştum. İş bitince ücretlerini verdim. Fakat bir tanesi ücretini almadan gitti. Ben onun hakkı olan ücreti değerlendirdim ve bundan çok mal elde ettim. Bir müddet sonra o işçi geldi ve bana: “Ey Allah’ın kulu! Bana hakkımı ver!” dedi. Ben de ona: “Bu gördüğün develer, sığırlar, koyunlar, çoban ve köleler hepsi senin ücretinle alındı (onlar senindir)” dedim. Adam; “Benimle alay etme!” diye çıkıştı. “Hayır, seninle alay etmiyorum, bunların hepsi senindir.” dedim. Adam da hepsini alıp götürdü. Allahım! Şüphesiz bilmektesin ki ben bunu senin için yaptım. Bizi şu kayadan kurtar.
Bu niyaz üzerine mağaranın kapısı tamamen açıldı.” (Buhârî, Büyû 98; Müslim, Zikir 27)
Görüldüğü üzere üç kişiden biri ana babasına yaptığı iyilikle; ikincisi bütün fırsatları elde etmişken zinadan uzaklaşmakla; üçüncüsü de emanete riayeti ve başkasının malını koruyup tam olarak ödemesiyle Allah Teâlâ’ya tevessül etmiş, Allah Teâlâ da onların sıkıntısını gidermiştir.
Tevessül, dua yollarının biri ve Allah Teâlâ’ya yönelme kapılarından bir kapıdır. Hakiki maksat Allah Teâlâ’nın zâtıdır. Kendisi ile tevessül olunan şey ise Allah Teâlâ’ya yaklaşmak için ancak bir vasıta, bir vesiledir.
Peygamberlerle tevessül
Allah Teâlâ’ya sâlih amellerle tevessül etmenin meşru olduğunda ihtilaf edilmediğini yukarıda arz etmiştik. Bunun dışında, başta Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem olmak üzere O’nun vârislerinin Allah Teâlâ’nın izni olmadıkça bir hayır sağlamaktan veya bir kötülüğü ortadan kaldırmaktan aciz olduklarına inanarak, Allah Teâlâ’ya yakınlıkları ve O’nun katındaki üstünlüklerine itikat edildiğinde onlarla tevessül de Allah indinde makbuldür. Bu konuya dair bazı delilleri zikredelim.
Ayet-i kerimede mealen buyuruluyor:
Kendilerine (Yahudilere) ellerindekini (Tevrat’ı) tasdik eden bir kitap (Kur’an) gelince onu inkâr ettiler. Oysa, daha önce (bu kitabı getirecek peygamber hürmetine) inkârcılara karşı fetih diliyorlardı. (Tevrat’tan) tanıyıp bildikleri (bu peygamber) kendilerine gelince ise onu inkâr ettiler. Allah’ın lâneti inkârcıların üzerine olsun. (Bakara 89)
Birçok muteber tefsir bu ayet-i celile hakkında İbn Abbas radıyallahu anhunun şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:
Hayber Yahudileri Gatafân kabilesiyle savaş halinde idiler.Yahudiler bozguna uğradığında; “Ey Rabbimiz! Âhir zamanda göndereceğini vaad ettiğin Nebiyy-i Ümmî hakkı için onlara karşı bize yardım etmeni senden isteriz.” diyerek Gatafân kabilesini mağlup etmişler ve sonra da ne zaman karşılaşsalar bu duayı ederek galip gelmişlerdi.
Burada Yahudiler Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellem ile tevessül etmişlerdir. Mevlâ Teâlâ ayet-i celilede, Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem gönderilmeden evvel Yahudilerin O’nun hürmetine yardım istemelerini ikrar edip, gönderildiğinde küfretmelerini ret etmiştir. Yani Mevlâ Teâlâ, Yahudileri bu tevessüllerinden dolayı kınamamış, ancak Rasûlullâh sallallahu aleyhi vesellem geldiğinde O’nu inkâr etmelerinden dolayı lânetlemiştir.
Bir başka hadis-i şerifte Hz. Ömer radıyallahu anhudan rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
“Âdem aleyhisselam o zelleyi (hatayı) işlediğine: ‘Ya Rabbi! Muhammed’in hakkı için beni affet’ diye dua edince Allah: ‘Ey Âdem, henüz ben onu yaratmamışken sen onu nasıl tanıdın?’ diye sordu. O da ‘Ya Rabbi! Sen beni yaratıp ruhundan bana üflediğinde başımı kaldırdım ve arşın direklerinde ‘lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah’ yazılı olduğunu gördüm. İşte o zaman senin kendi isminin yanına ancak kullarından en sevdiğini katmış olduğunu anladım.’ dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: ‘Ey Âdem, doğru söyledin. Şüphesiz O, kullarımın bana en sevgili olanıdır. Bana O’nun hakkıyla dua et, muhakkak ki seni affettim. Muhammed olmasa seni de yaratmazdım.’ buyurdu.” (Hakim, Müstedrek, 2/67; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 5/489; Süyûtî, Dürrü’l-Mensûr, 1/142)
Bu hadis-i şerif Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ile bu alem şereflenmeden önce Hz. Âdem aleyhisselamın O’nun hürmetine Allah Teâlâ’dan affını istediğini ifade eder. Bununla birlikte tevessülün sahih olması için hürmetine istenen zâtın Allah katında yüksek makama sahip olması gerektiğini, fakat dünyada yaşıyor olmasının şart olmadığını açıkça ortaya koyar.
Bir başka hadis-i şerif şöyledir:
Osman ibn Huneyf radıyallahu anhu şöyle anlatıyor:
Kör bir adam Resûlullah’a gelerek; ‘Benim için Allah’a dua et, bana sıhhat versin’ dedi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ‘Dilersen tehir edeyim’ buyurdu. Adam ‘dua et’ deyince Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, güzelce abdest alarak iki rekât namaz kıldıktan sonra şu duayı yapmasını söyledi: ‘Allahım! Şüphesiz ben senden isterim ve rahmet nebisi olan peygamberin Muhammed sallallâhu aleyhi vesellem ile sana yönelirim. Ya Muhammed! Bu ihtiyacımın yerine getirilmesi için seninle Rabbim’e yöneldim. Ey Allahım! Muhammed’i benim için şefaatçi kıl.’
Hadis-i şerifin râvisi İbn Huneyf şöyle anlatıyor: Vallahi biz o meclisten ayrılmadan, hatta uzunca konuşmadan o adam yanımıza sanki hiç hastalığı yokmuş gibi iyileşerek girdi.” (İbn Mâce, İkâmet,189; Tirmizî, Deavât, 119; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 17240-41)
Kıyamet günü Arasât’ta insanlar uzun zaman bekleyip darlanınca, sıkıntılarının giderilmesi için Hz. Adem’den, sonra Hz. Nuh’dan, sonra Hz. İbrahim’den, sonra Hz. Musa ve Hz. İsa’dan yardım istediklerinde onlar insanları peygamberlerin efendisine havale edecekler. İsmi geçen peygamberlere sonsuz salât ve selam olsun. Neticede Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, “O makam bana aittir.” buyurarak insanların yardımına koşacak, sonra secdeye kapanarak yalvarmaya devam edecektir. Tâ ki Allah Teâlâ tarafından; “Ya Muhammed, başını kaldır! Söyle, dinleneceksin. Şefaat et, kabul edileceksin. İste, verileceksin.” diye nidâ edilecektir. (Buhârî, Tevhid, 24; Müslim, İman, 84)
Vesilesiz olur mu?
Vesile her mümine lazımdır. İsteyip aramak gerekir. Çünkü insanı vesileye yönlendiren şey iman ve ittika (korunma) ile istek ve iradedir. O zaman hakikatte asıl vesile, Allah Teâlâ’ya yaklaşma kastı ve sevme arzusudur. Bu niyet ile sebepleri araştırma, güzel ahlâk ve güzel amel gibi Allah’ın rızasına uygun vesileler hazırlamak gereklidir. Bunun için ayet-i celilenin sonunda vesile aramaya “mücahede” emri katılmıştır. İman takva ile, takva vesileyi aramakla, vesileyi arama da mücahede ile tamam olur. İmandan sonra bu üç emri yerine getirince kurtuluşa ermeyi ümit edebiliriz.
Allah Teâlâ ayet-i kerimede “Allah’tan korkun.” İfadesiyle yapılmaması gereken şeyleri terk etmeyi; “O’na yaklaşmaya vesile arayın” fermanı ile de yapılması gereken şeyleri yerine getirmeyi emretmiştir. Bunların hepsi nefse ağır ve zor gelen şeylerdir. Çünkü nefs sadece dünyaya ve maddi zevklere davet eder. Hal böyle olunca Mevlâ Teâlâ peşinden “ve O’nun yolunda cihat edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.” buyurmuştur.
Ayet-i celilede geçen “cihad”, düşmana karşı gerekli ve uygun vasıtalarla mücadele edip savaşmanın yanında, insanın Allah Teâlâ’nın yolunda göstermiş olduğu her türlü hayırlı ve kararlı gayretleri de ifade eden bir kavramdır. Ayet-i celilede ifade ediliş şekline göre iman Allah korkusuyla ve kişiyi Allah’a yaklaştıracak vesileyi araştırmakla, vesile talebi de belirtilen anlamdaki cihadla tamamlanmaktadır.
Bir mümini Allah Teâlâ’ya yaklaştıran yollardaki engelleri kaldıracak en etkili unsur cihaddır. Bu sebeple ayet-i kerime, imanın kemâl bulabilmesi için inananları Allah yolundan alıkoyan, O’ndan başkasına kulluk etmeye zorlayan her türlü zâhir ve bâtın engele karşı mücahede ve mücadele etmeleri gerektiği emriyle bitirilmiştir.
Özetle Allah Teâlâ kurtuluşu dört şeye koymuştur:
İman, takva, vesile aramak ve Allah yolunda cihad. Bu durumda ayet-i kerimenin geniş meali şöyle olur:
Ey ezeldeki nurun isabetiyle iman edenler! Kötü ahlâkınızı ve amellerinizi değiştirmek suretiyle Allah Teâlâ’dan korkun. Kötü vasıflarınızı yok etme hususunda vesile arayın ve varlığınızı Allah yolunda harcayarak O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki gerçek maksadınız olan Mabudunuz’a kavuşarak felâh bulursunuz.
Hak Sübhânehû ve Teâlâ en iyi bilendir.
Faydalanılan Kaynaklar
(Mukâtil b. Süleyman, et-Tefsîrü’l-Kebîr; Taberî, Câmiu’l-Beyân; Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân; Ebu’l-Leys Semerkandî, Tefsîru’l- Kur’an; İbn Fürek, el-İbâne an Turuki’l-Kâsidîn; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve; Abdulkerim el- Kuşeyrî, Letâifu’l-İşârât; Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Din; Râğıb el-Isfahânî, Müfredât; Fahruddin er-Râzî, Tefsîr-i Kebîr; Celâleddin es-Süyûtî, Esbâbü’n-Nüzûl; en-Nahcuvânî, el-Fevâtihu’l-İlâhiyye; Ebussuûd, İrşâdü’l-Akli’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm; İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân; Hasîrîzâde Elif Efendi, en-Nûru’l-Furkân; Konyalı Mehmed Vehbi, Hülâsatü’l-Beyân; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili; Ömer Nasuhi Bilmen, Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Âlîsi ve Tefsiri)