İçeriğe geç

Tasavvufun Ortaya Çıkışı ve Tarihi

    Tasavvufun Ortaya Çıkışı ve Tarihi

    Tasavvufun kaynağı ve dayanağı Kur’an-ı Kerim ve sünneti seniyyedir. Kur’an-ı Kerim’de zikredilen murakabe, muhasebe, tövbe inabe (Allah’a dönme), muhabbet, tevekkül, rıza, teslimiyet, zühd, sabır, Ísår (başkasını kendisine tercih etme), sıdk (doğruluk), mucahede nefse ve hevaya muhalefet etmek ve bunların dışındaki diğer makam ve haller, tasavvufun konuları ve meseleleri arasındadır.

    Ayrıca tasavvuf, Hz. Ömer’in (radiyallahu anh) rivayet ettiği Cibril hadisinde zikredilen ve dinin üç esasından biri olan ihsan makamıdır.

    Hz. Ömer (radiyallahu anh) anlatıyor:

    “Bir gün Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem huzurundaydık. Birdenbire elbisesi bembeyaz, saçları simsiyah, üzerinde yolculuk izi bulunmayan ve hiçbirimizin tanımadığı bir adam çıkageldi. Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem huzuruna kadar gelip önüne oturdu, dizlerini Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) dizlerine dayadı ve ellerini dizlerinin üzerine koydu. Ardından,

    – Yâ Muhammed! Bana İslam’dan haber verir misin, dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem),

    – İslâm, Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed’in O’nun resulü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekât vermen, ramazan orucunu tutman ve gücün yetiyorsa Allah’ın evini ziyaret edip hac yapmandır, diye cevap verdi. Adam,

    Doğru söyledin, dedi. Biz, onun hem sorup hem de tasdik etme sine şaşırdık. Ardından adam,

    – Bana imandan haber verir misin, dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem,

    – İman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayır ve şerriyle kaderin Allah’tan olduğuna iman elmendir, diye cevap verdi. Adam,

    – Doğru söyledin, dedi ve ardından,

    – Bana ihsandan haber verir misin, dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem),

    – İhsan, Allah’ı görüyor gibi O’na ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir, buyurdu. Adam,

    – Bana kıyametin ne zaman kopacağını haber verir misin, dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem),

    – Bu konuda sorulan, sorandan daha bilgili değildir, buyurdu. Adam,

    – O halde onun alametlerinden haber verir misin, dedi. Resûlullah (sallallahu aleyhi vesellem),

    – Çocuğun annesine köle muamelesinde bulunması ve yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir, buyurdu. Daha sonra o zat gitti. Ben bir müddet bekledim Ardından Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bana,

    – Ey Ömer! O soru soranın kim olduğunu biliyor musun, buyurdu. Ben de

    – Allah ve Resûlü bilir, dedim. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem),

    – O Cibrîl idi, size dininizi öğretmek için geldi, buyurdu.”

    Daha sonra sahâbe-i kirâm, Cibrîl hadisinde geçen bu hususları (tasavvuf konularını) Resûlullah’tan (sallallahu aleyhi ve sellem) dinleyip kabul ettiler, onunla amel edip kendilerinden sonra gelenlere de öğrettiler.

    Tâbiînin sahabilerle olan hali, sahabilerin Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ile olan hali gibiydi. Onlardan sonra gelen tebeu’t-tâbiînin hali de böyle oldu. Günümüze kadar da böyle süregeldi.

    Hicrî birinci asırda tasavvuf ilminin tedvin edilmesine (kaleme alınmasına) ihtiyaç duyulmadı. Zira bu asrın halkı, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ile irtibatları yakın olduğu için tabiatları gereği takva ve vera’ ehli, mücâhede erbabı, ibadete yönelen kimselerdi. Bu sebeple onlar, Resûl-i Ekrem’e (sallallahu aleyhi ve sellem) tâbi olma hususunda birbirleriyle yarış ve rekabet içerisindeydi. Dolayısıyla onları tasavvufu başlı başına bir ilim olarak tedvin etmeye sevk edecek bir şey yoktu. Çünkü bunu fiilen yapıyorlardı. Onlar, Arap dilini büyüklerinden tevarüs yolu ile elde etmiş, nazım, şiir, lügat, gramer gibi Arapça kaideleri öğrenme ihtiyacı duymadan fıtrat ve tabiatında bulunan meleke ile güzel ve fasih şiirler yazabilen saf Araplar gibiydi.

    Böyle kimselerin nahiv ilmi ve belâgat dersini öğrenmesi de gerekmezdi. Zira nahiv ilmi, lügat ve şiir kaideleri dil hatalarının ortaya çıktığı ve anlatımın zayıf olduğu zamanlarda gerekir. Yahut bu ilimler, Arap olmayıp Arapça’yı anlamak ve öğrenmek isteyen bir kimse için gerekli olur.

    Zaman geçip insanlık ihtilafa düşünce, kalpler (manen) zayıflayınca, faziletli davranışlar, salih ameller azalınca, bid’atlar zuhur edip din için endişe edilmeye başlanınca Allah Teâlâ, kullarından bir taifeyi İslam akîdesini korumak için muvaffak kıldı. Onları Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in önderleri yaptı. Onlar, Ebü’l-Hasan el-Eşʻarî ve Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ile onlara tâbi olanlardır (rahmetullahi aleyhim). Yine Hak Teâlâ, fıkıh konusunda da İslâm şeriatının hükümlerini muhafaza etmek için bir taife belirledi. Onlar da dört mezhep imamı ve onlara tâbi olanlardır (rahmetullahi aleyhim].

    Üçüncü bir topluluk da kalplerin makamlarını korumayı ve gaybı bilen Allah’a kalpleri usulünce ulaştırmayı üstlendi. Onlar da sûfîlerin imamlarıdır. Onların başında Şeyh Zünnûn-i Misrî ve İmam Cüneyd-i Bağdâdî (kuddise sırruhüma) gelir. Bu imamların hepsi esas ve usullerini Kur’an ve Sünnet’ten almıştır. Hiçbir halde Kur’an ve Sünnet’in dışına çıkmamışlardır. Onlar Allah Resûlü’nün (sallallahu aleyhi ve sellem) getirdiği iman, İslâm ve ihsan gibi dinin ana hatlarını beyan etmişler, açıklığa kavuşturmuşlar ve sınıflandırmışlardır. Allah Teâlâ onları bütün ha yırlar ile mükafatlandırsın.

    İmam Kuşeyrî (kuddise sırruhů) şöyle buyurmuştur:

    Tasavvuf ismi sahâbe-i kirâm (radıyallahu anhum) zamanında yoktu. Onlar” sahâbe” diye isimlendiriliyordu. Zira sahabe isminden daha faziletli bir isim yoktu. Bu nedenle onlara “sahâbe” denildi. Hicrî ikinci asra gelindiğinde sahabe ile arkadaşlık yapan kimselere “tâbiîn” ismi verildi. Tabiîn bu ismi en şerefli isim olarak görüyorlardı. Onlardan sonra gelenlere ise “tebeu’t-tâbiîn” denildi.’

    İbrahim Fasih Haydarî (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurmuştur:

    “Safi ismi, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında yoktu. Bazılarına göre bu isim, tâbiîn zamanında ortaya çıktı. Kimine göre ise hicretin 200. yılından sonra ortaya çıktı.”

    İbn Hacer el-Heytemî (rahmetullahi aleyh), İmam Sühreverdi’nin (kudddise sırruhu) bu ismin ortaya çıkma vakti hususundaki sözünü özet olarak şöyle nakletmiştir: Bu isim, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) zamanında yoktu, tâbiîn zamanında vardı. Nitekim Hasan-i Basrînin [kuddise sırruhu) şöyle dediği nakledilmiştir: “Tavaf alanında bir sûfî gördüm ve ona bir şey (bir miktar para) verdim. O da bana, ‘Yanımda bana yetecek 4 devânik para var’ dedi. Buna benzer bir şey de Süfyân-ı Sevri’den kuddise sırruhậ) gelen şu sözdür: “Şayet Ebû Hâşim es-Süfi (kuddise sırruhů) olmasaydı, riyanın inceliklerini bilemezdim.”

    Ehl-i sünnet içerisinde kendisine sûfî ismi verilen ilk kişi, Ebû Hâşim es-Sûfî’dir kuddise sırruhů). Hicrî 150 (767) yılında vefat etmiştir. Hafızlardan olan Hâşim el-Evkas ve Salih b. Abdullah el-Celil’in vasfettiği gibi zâhidlerden olup, güzel konuşur ve şiir okurdu.

    Tasavvufu ilk defa tarif ve şerh eden kişi, İmam Mâlik’in (rahmetullahi aleyh] talebesi Zünnûn-i Misri’dir [kuddise sırruhû ]. Tasavvufu ilk defa (genişçe) şerh eden, kısımlara ayıran ve yayan kişi ise Cüneyd-i Bağdâ dí’dir kuddise sırruhu.