Ebeveynlik becerilerini sorgulayıp geliştirmeye çalışan, araştırma yaparak doğruya ulaşmak isteyen anne babaların sayısı her geçen gün artıyor. Bu noktada, bilgi kaynaklarına ulaşmanın kolay olması bir avantaj gibi görünse de kaynaklarımızın başında gelen sosyal medya araçlarının her zaman doğru veri sunmadığı da bir gerçek.
Sınırlı olan enerjimizi, imkanlarımızı ve zamanımızı evlatlarımıza doğru şekilde kanalize etmenin yollarını ararken yanlış bilgiler nedeniyle sendelediğimiz oluyor. Dijital mecradaki fenomen hesapların, çocuk gelişimi hakkında uzman olmadıkları halde aktardığı bazı kat’i söylemler bizi yanıltıp çok daha kaygılı ebeveynlere dönüştürebiliyor.
Örneğin “Onu yaparsan çocuk depresyona girer, bunu esirgersen içine kapanır, bir kez sesini yükseltirsen kalıcı hasar oluşur” gibi keskin ifadelere son dönemde çok daha fazla rastlıyoruz. “Travma sömürüsü” olarak adlandırılabilecek bu akım, “çocukta travmaya yol açan tutumlar”a dair abartılı hipotezlerle içimizdeki yetersizlik hissini artırıyor.
Çocukları kristalden yapılmış birer biblo gibi lanse ederek en ufak olumsuz tecrübede tuz buz olacaklarını iddia eden kimseler nedeniyle algılarımız alt üst olmuş durumda. Oysa ne travma o denli kolay oluşur ne de zorlanmak sanıldığı kadar zararlıdır. Büyümek için tam da yaşamın imtihanlarıyla sınanmak, ebeveynlerin şefkatli rehberliğinde düşüp kalkmak gerekir. Bize düşense yavrularımızı pamuklara sarıp yüksek raflara kaldırmak yerine tüm “olağan deneyimlere” açık hale gelebilmelerini sağlamaktır aslında. Bu nedenle medyadaki bilgi kirliliğinden sıyrılıp dillere sakız edilmiş “travma” kavramının anlam ve işlevini gözden geçirmek faydalı olabilir.
Travma mı, Psikolojik Zorlanma mı?
Öncelikle şu ayrımı yaparak başlayalım: Hayatın doğal akışında var olan bazı zorluklar nedeniyle “psikolojik olarak etkilenmek” ile zorlayıcı içsel deneyimler sonucu “travma geçirmek” birbirinden farklı şeylerdir. Örneğin yaşadığımız olaylar bizi sarsabilir, psikolojimizi etkileyip yemeden içmeden kesebilir, bir süre uykularımızı kaçırabilir; çünkü zorluklar karşısında acze düşmek insanidir. Bu durum çocuklar için de geçerlidir.
Onlar büyüme evreleri boyunca, gelişimlerinin bir gereği olarak pek çok olumsuz yaşam deneyimine maruz kalabilirler. Düşüp kalkabilir, kaza geçirip yaralanabilir, hastalanabilir; arkadaşlarının negatif sözlerine maruz kalabilir, ebeveynleri tarafından engellenebilirler. Doktora gitmeleri, iğne vurulmaları, ilaç içmeleri, hoşlarına gitmeyen durumlarla karşılaşmaları gerekebilir. Onları korkutup endişelendirecek söz ve görüntülerle istemeden de olsa karşılaşabilir, psikolojik olarak etkilenebilirler. Ancak bu zorlanmalar çoğu zaman geçicidir. Yaralar iyileşir, hastalıklar geçer, doğru destek ve müdahaleyle ruhsal çalkantılar sakinleşir. İşte tüm bunlar, psikolojik zorlanma olarak adlandırılır.
Travma ise kişinin herhangi bir olumsuzluğa ruhsal gücünü aşacak şekilde maruz kalması ve kalıcı olarak yaralanmasıdır. Konu hakkındaki çalışmalarıyla tanınan Dr. Gabor Mate, travmayı şöyle açıklar: “O, başınıza gelen kötü olayın kendisi değildir. Başınıza gelenlerin bir sonucu olarak içinizde olup bitenlerdir. Yani olaya dair algınızdır.”
Örneğin denizde boğulma tehlikesi atlatmış iki kişiden biri, bunu yüzmeyi öğrenmek için bir motivasyon sebebi olarak görürken, diğerinin yaşadığı korkuyu atlatamaması, başlarda banyo yapmak bile istememesi, biri denizden bahsettiğinde konuyu değiştirmeye çalışması, gemiye binememesi veya ayağını suya sokamaması mümkündür. Özetle kötü olaylar karşısında yaşanan travmanın şiddeti de kişiden kişiye değişebilir.
Zorlanma ve travma arasındaki bir diğer fark da iyileşme süreciyle ilgilidir. Psikolojik olarak etkilenme durumunun zaman içinde, geride iz bırakmayacak şekilde düzeldiği görülür. Travma ise bir organın tamamen işlevini kaybetmesi, bambaşka bir şeye dönüşmesi gibidir. İyileşme için mutlaka kapsamlı bir tedavi gerekir.
Üstelik yeniden eski halimize dönme ihtimalimiz olmayabilir de ancak başımıza gelen bu olayı kabullenip yeni duruma alışabilir, algımızı dönüştürüp hayata sağlıklı biçimde uyum sağlayabiliriz. Bu nedenle etkilenme veya travmatize olma halleri, kesinlikle bir eksiklik veya maraz olarak düşünülmemelidir. Travma ve yaralarımız bize kim olduğumuzu anlatır, ihtiyaç ve örüntülerimizle yüzleşmemizi sağlar. Çocuklarda ise hem ortaya çıkışı hem de iyileşme süreci çok daha hassas ve önemlidir.
Çocuklarda Travma Sebepleri ve Göstergeleri
Çocuğun yaşamının veya vücut bütünlüğünün tehdit altında olduğu herhangi bir durum karşısında büyük travmalar oluşabilir. Bir yakının ölümü veya ölüm tehdidi, şiddet, işkence, taciz, ağır bir yaralanma, doğal felaketler, mültecilik, fiziksel bakım alamama veya ebeveyn kaybı gibi durumlar buna örnek verilebilir. Bu tür durumlarda öfke nöbetleri, saldırgan davranışlar, uykusuzluk, iştahın kesilmesi, karanlıktan korkma, yalnız kalamama, kendine zarar verme; daha küçük yaşlarda parmak emme, yatak ıslatma, sürekli ağlama veya içine kapanıp tepkisizleşme görülebilir.
Çocukların okul başarısı veya sosyalleşme isteği azalabilir. Depresyon ve anksiyete gibi ruhsal hastalıklar ya da ağrı, bulantı, bağırsak veya cilt sorunları gibi fiziksel rahatsızlıklar görülebilir. Zira travma hem ruhu hem de bedeni etki altına alabilir.
Klinik Psikolog Emre Özdemir’e göre özellikle 0-6 yaş aralığında maruz kalınan ve sanıldığından daha büyük etki bırakan diğer travmatik durumlar ise şöyle özetlenebilir: “Ebeveynden sevgi ve şefkat ihtiyacını alamama, uzun süreli ilgisizliğe maruz kalma, duygusal olarak ötelenme, kabul görmeme, iletişim kuramama ve güvende hissetmeme halleri çocuğu travmatize edebilir. Maruz kalınan bu zorlukların sıklığı, şiddeti ve yoğunluğu belirleyici etmenlerdir.
Yani çocuk birkaç kez eleştirildi, azar işitti diye travmatize olmaz. Buna mütemadiyen maruz kaldığında etkilenmeye başlar. Örneğin annesi tarafından sürekli eleştirilen veya babası tarafından hiç onaylanmayan bir çocuğun yetişkinlikte belirli alanlarda yaralarının olması anlaşılır bir durumdur. Çocuğun bu zorluklarla baş edebilmek için ne yaptığı veya yapmadığı ise ruh sağlığını etkiler.”
Çocukta travma oluşturabilecek anne baba tutumlarının başında “duygusal ihmal” gelir. Bu, çocuğun bazı temel ihtiyaçlarının karşılanmamasıdır. Çocuk ebeveyninden sevgi, şefkat, ve kabul görmediği, kendi olduğu zaman cezalandırıldığı takdirde olumsuz anlamda dönüşmeye başlar. Çünkü yaptırım gücü olan ebeveynin karşısında fikrini savunmanın acı verici sonuçları vardır. Bu da beraberinde kendinden vazgeçmeyi ve uyumlanmayı getirir.
Sürekli eleştirilen, övgü duymayan, hiçbir yaptığı beğenilmeyen çocukların öz şefkat yoksunu olduğu ve kendini aşırı eleştirmeye, suçlamaya meyyal bir profil çizdiği görülebilir. Yetişkinlikte mükemmeliyetçi olanlar, duygularını bastıranlar, yardım isteyemeyenler genelde bu gruptan çıkar. Sonuçta hata yapmak insana mahsustur ve belli hataları hoş görmek gerekir. Bu kimselerin hataya tolerans gösterememesinin kökeni ise erken çocukluk yaşantısındaki bu deneyimlerdir.
Psikolog Özdemir’e göre bu kişiler çocukluk yılları boyunca tökezlemenin, desteğe ihtiyaç duymanın, insani duyguları göstermenin ne kadar yanlış ve utanç verici olduğu bilgisiyle büyüdükleri için her şeyin kusursuz olması gerektiği kanaatini taşıyabilirler. Çocuklukta ne yaşadıkları ve buna karşı nasıl bir şema geliştirdikleri hususunda farkındalık kazanmaları, mümkünse destek almaları önemlidir.
Anne babalarının negatif duygu ve ithamlarıyla başa çıkamayan, varlığını ortaya koyamayan çocuklarda yaygın olan davranış biçimiyse uyumlanmadır. Bu kişilerin kronik biçimde “hayır” diyemeyen, sınır çizemeyen, kararsızlık yaşayan, sürekli uyumlanmaya eğilimli kişilere dönüştükleri görülür. Yanı sıra sigara, yemek, alışveriş gibi bağımlılıkların, insanlara bağlanma sorunlarının, kimseye güvenmemenin, kendini sürekli sabote edip başarıdan kaçmanın da çocukken yaşanan zorlayıcı durumlar karşısında ortaya çıktığı gözlemlenebilir.
Travmalarımızı Çocuklara mı Aktarıyoruz?
Travmatik etkiler kimi zaman kuşaktan kuşağa aktarılır. Çocukken köpek tarafından ısırılan bir anne, eğer bu olay sonucu travmatize olmuşsa köpekleri gördüğü an -yakınında olmasa bile- korkup kaçabilir. Bu durumda çocuğunu da onlardan korkacak şekilde yetiştirmesi muhtemeldir. Veya hayat şartları nedeniyle hayal ettiği mesleğe kavuşamamış bir baba, çocuğunun üniversiteye gitmesi -ve hatta bir zamanlar kendisi için istediği bölümü okuması- konusunda anlaşılmaz biçimde baskıcı davranabilir. Her iki ebeveyn de iyi niyetlidir ancak travma etkisiyle hareket ediyor olmaları onları katılaştırmıştır. Bu nedenle çocukta yara açmama çabasının ilk adımı öncelikle kendi yaralarımızı iyileştirmeye çalışmaktır.
Örneğin evladımız bizi dikkate almadığı, söylediklerimizi dinlemediği zaman şiddetle bağırdığımızı, onu suçladığımızı, abartılı tepki verdiğimizi düşünelim. Bu durumda o gün çok yorulduğumuzu, bu nedenle öfkeye kapıldığımızı, çocuğa fazla yüklendiğimizi görüp mola verebiliyorsak, bu tutumumuz yaşadığımız olayla gerçekçi bir temas kurabildiğimizi gösterir. Ancak bunun yerine kendimizi her seferinde yetersiz, beceriksiz, değersiz bir ebeveyn gibi hissediyorsak belki de geçmişteki değersizlik duygularımız depreşiyordur. Yani yaşadığımız travmaların etkisiyle bugünkü hadiselere tepki veriyor olabiliriz.
Tam bu durumda yapılması gerekense “Bu hareketimle çocukta bir travmaya mı sebep oldum? Ben kötü bir anne/baba mıyım?” diye yakınmak yerine kendimize dönüp “Bu değersizlik duygusu bugüne mi, yoksa daha eskilere mi ait? Şu anda hissettiğim yetersizlik duygusu bana kendimi kaç yaşında hissettiriyor? Acaba çocukluğumdan kalan bir yarayı bugüne taşımış olabilir miyim?” diye sormaktır. İşte bu sorular bizi hem kendimizin hem de çocuğumuzun içinde bulunduğu durum hakkında aydınlatacak, iyileşme yolundaki farkındalığımızı artıracaktır. Böylece mükemmel değil, “yeterince iyi ebeveynler” olmanın problemleri çözeceği anlaşılır. Bu da okuduğumuz veya karşılaştığımız her bilgi karşısında kendimizi suçlamaktan vazgeçip elimizden gelenin en iyisini yapmakla mümkündür