Cumhuriyet döneminde yazılmış na’tlardan biri merhum Kemal Edip Kürkçüoğlu’na aittir. Devrin en güzel na’tlarından olan bu şiirin tıpkı Nâbî’nin na’tında olduğu gibi ilginç bir hikayesi vardır.
Sözlükte “nitelemek, iyi ve güzel şeyleri abartılı biçimde dile getirmek; nitelik, vasıf” mânalarında kullanılan na‘tı, ilk olarak Hassân b. Sâbit, Kâ‘b b. Mâlik, Kâ‘b b. Züheyr, Abdullah b. Revâha gibi şair sahâbîlerin Peygamber Efendimiz sallalahu aleyhi ve sellemi yüceltme gayesiyle söylediği şiirlerde görüyoruz. Divan edebiyatında bir geleneğe dönüşmüş, birçok divan şairi naat yazmıştır.
Milletimizin peygamber sevgisini anlamak için şiirimize bakmak gerekir. Na’t yazma geleneği Divan şiirinden cumhuriyet devri şiirine kadar kesintisiz devam etmiştir. Türk şiirindeki na’tlar koca bir külliyat oluşturacak zenginliktedir. Şairlerimiz Peygamberimiz’e olan sevgilerini na’tla dile getirmişlerdir. Hatta bu sevgilerini daha da ileri götürerek Peygamberimiz’in hadislerini şiirlerine taşıyarak “Kırk Hadis” yazma geleneğine dönüştürmüşlerdir. Efendimize na’t yazan üç Urfalı şair Yusuf Nâbî, Kemal Edip Kürkçüoğlu ve M. Ragıp Karcı’yı burada zikretmek istiyorum. Bu üç şair Türk şiirinin en güzel na’tlarından üçüne imza atmıştır. Ayrıca Nâbî, Kırk Hadis yazmış, Kemal Edip de Türk edebiyatında Kırk Hadis geleneğini incelemiştir. M. Ragıp Karcı’nın ise yayımlanmayı bekleyen Divan Edebiyatı Antolojisi bulunmaktadır.
Şair Nabi’nin Na’tı
Divan edebiyatının en güzel naatlarından biri “Sakın terk-i edepten” diye başlayan şair Nâbi’nin kaleme almış olduğu şiiridir. Bu şiiri önemli, özel ve anlamlı kılan şey, yazılmasına vesile olan olaydır. Rivayet ederler ki, Nâbî, 3. Ahmed’den hacca gitmek için izin istemiş, sultan da izin vermiş. Eskiden hacca kervanla gidilirdi. Nâbî’nin dahil olduğu kervan oluşmuş, sürre alayı meydana getirilmiş. Emîr-i Hacc önde, Nâbî de onun sohbetinde bütün güzergâhı tamamlayıp tam Medine’ye girmeden vakit akşam olmuş. “Selâmımızı Efendimiz’e yarın veririz.” düşüncesiyle bir yerde konaklayıp Medine’ye ertesi sabah girme kararı almışlar. Nâbî’nin o gece, o heyecanla uyuyabilmesi ne mümkün! Sevinçten uçuyor. Ömründe tek ittiba ettiği, bütün ömrünü ona adadığı, hayatında en fazla önem verdiği Nebi’nin huzuruna varacak. Bu nasıl bir edep, nasıl bir heyecan, nasıl bir aşk ile olacak? O gece kervanda birtakım insanların yatıp uyuduklarını gördüğü zaman, bir konak ötede olan Efendimiz’in yerine nasıl bu kadar kayıtsız kalabiliyorlar diye şaşırır. Birkaç adamın da ayaklarını Efendimiz’in kabr-i şerifine doğru uzatarak yattıklarını görünce çok üzülmüş ve hemen o esnada kendi kendine:
“Sakın terk-i edebden kûy-ı Mahbûb-i Hudâ’dır bu Nâzargâh-i ilâhidir, Makam-ı Mustafâ’dır bu Felekde mâh-i nev, Bâbüsselâm’ın sîne-çâkıdır Bunun kandili Cevzâ, matla’-i ziyâdır bu Hâbib-i Kibriyâ’nın hâbgâhıdır faziletde Tefevvuk-kerde-i Arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ’dır bu Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-i adem zâil Amâdan açdı mevcûdât düş çeşmin tûtiyâdır bu Müraât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha Metâf-ı Kudsiyandır cilvegâh-ı enbiyâdır bu”
Ertesi sabah kervan yola çıkmış. Çerezler alınmış, çanlar çalınmış ve tam Medine’ye yaklaştıkları sırada sabah ezanı okunmaya başlamış. Eskiden kandil geceleri veya cuma sabahları yahut da cuma ezanından evvel sela verilir, ondan sonra bir de ilahi okunurdu. Kişi ezanı kâle almayıp şeytana yenildiyse ilahinin güzel mısraları hatrına kalkıp namazını kılsın diye… İşte orada da öyle bir âdet varmış ki Medine-i Münevvere’nin yedi minaresinin hepsinde -tarihler o zaman yedi minaresi olduğunu yazıyor- müezzinlerin sabah ezanından sonra ilahi gibi bu beyti okuyarak yanık bir sesle hitap ettiklerini duymuşlar. Nâbî şaşırmış. Çok büyük bir heyecana kapılmış. O gece söylediği şiiri diğerleri edeplensin de ayaklarını hiç olmazsa toplasınlar diye kervandakilere de okumuştur. Onlar da “Bize akşam kendi söylediğini iddia ediyordu. Meğer daha önce yazılmış.” demeye başlamışlar. Bir kısmı da “Nâbî gerçekten böyle bir şiir yazdıysa nasıl orada okunuyor?” diye merak edip işin hakikatini öğrenmek üzere müezzinlere sormuşlar. Hepsinden aldıkları cevap şu olmuş: “Gece Efendimiz rüyamıza girdi ve sabahleyin bunu okumamızı söyledi.”
Son Devir Na’tları
Cumhuriyet döneminde yazılmış bir başka na’t merhum Kemal Edip Kürkçüoğlu’na aittir. Devrin en güzel na’tlarından olan bu şiirin tıpkı Nâbî’nin na’tında olduğu gibi ilginç bir hikayesi vardır. “1970 Yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünde bize İslâmî Türk Edebiyatı derslerine gelen Kürkçüoğlu, birinci ders yılı sonunda rahatsızlandı. ‘Metastaz yapmış mide kanseri’ teşhisi konan hocamızın en fazla iki aylık ömrü kaldığı, bunun için de hastanelerin soğuk odalarında can vermesi yerine evine götürülerek evinde ve yatağında ruhunu teslim etmesinin daha doğru olacağı çocuklarına iletilmişti. Doktorların ve çocuklarının tedirgin bakışlarından rahatsız olan hocamız, oğluna kendinden hiçbir şeyin gizlenmemesi gerektiğini, doktorlar ne söylediyse kendisine aktarılmasını ısrarla isteyince, oğlu durumu aynen kendisine iletmiş. Bunun üzerine hocamız, taburcu işlemlerinin bugün değil yarın yapılmasını doktorlardan istemiş. Onlar da bunu kabul etmişlerdi. Aynı gece Hocaefendi, yatsı namazından sonra taze bir abdest alarak iki rekât ‘istihare ve iltica’ namazı kıldıktan sonra şöyle dua ediyor: ‘Yâ Rabbî! Senin Habîb-i Edîb’inin şânını tebcil için bir na’t yazmaya başladım. Hiç olmazsa biraz ömür ver de onu tamamlayayım.’ O gece rüyasına giren Hz. Peygamber; ‘Hayrola Evlâdım Kemal, Neyin var?’ diye sorar. O da durumu aynen Hz. Peygamber’e aktarınca, Peygamberimiz sağ eliyle hocamızın vücudunu başından ayak ucuna kadar sıvazlar. Sabah yatağından pür-zinde ve pür-neş’e uyanan Hocamız derhal taburcu işlemlerinin ikmâlini ister.
Hocadaki değişimi gören doktorlar, ısrarla bu değişimin ve zindeliğin sebebini sorarlar. Hoca Efendi: ‘Evlâdım bu kadar ısrar etmeyin. Bu sırrım bırakın bende kalsın. Bunu söylersem sırrımı ifşa etmiş olurum. Siz söylediğime inanmazsınız, sizin itikadınız bozulur. Ne olur beni kendi hâlime bırakın.’ dediyse de ısrarlar karşısında rüyasını anlatmış. Bunun üzerine doktorlar yeni bir teşhis ve tetkik yapmadan taburcu edemeyeceklerini söylemişler. Yapılan kontroller sonrasında ne kanser, ne de metastaz yapmış herhangi bir bulguya rastlamadıklarının beyânı üzerine kendisini evine gönderirler. Hocaefendi, ‘Na’t-i Rasûl-i Müctebâ’ başlıklı naatını yedi yılda tamamlamış ve “Kâri-i evvelim, muhterem üstadım Ömer Kirazoğlu Beyefendi Hazretlerine” şeklinde başlayan mektubu ile bu na’tı Medine’ye göndermiş, Ravza-i Mutahhara’da Hz. Peygamber’in manevî huzurunda okunmasını talep etmiştir. Ömer Kirazoğlu da ‘Muhterem üstadım Kemal Edip Beyefendi Hazretlerine’ diye başlayan cevabî mektubunda; tarihi ve saati belirterek ‘Na’t-ı Nebevî’nin Ravza-i Mutahhara’da tarafından bizzat tilâvet edildiğini’ beyan etmişti. Garip bir tevâfuk ya da tesadüfe bakın ki Hoca Efendi, na’tın Hz. Peygamber’in manevî huzurunda okunmasından on dakika sonra, görevini yapmanın ve verdiği sözü tutmanın huzuru içinde İstanbul’da vefat etmiştir.” Kemal Edip’in na’t-ı şerifi şudur:
“Ebediyyen sevecek cân onu cânân olarak Şart-ı peymân olarak, hüccet-i îmân olarak Tanırım ben yalınız Hazret-i Fahrü’r-Rusülü Gönül iklîmine şâhenşeh-i zişân olarak Yeter âyetleri Kur’ân’ın eğer lâzımsa Rif’at-i zâtının i’lâmına burhân olarak Öyle bir menbâ-ı ihsân ü keremdir ki ona Katre hâlinde giden gelmede ummân olarak Yüz süren südde-i dergâhına, bir zerre iken Feyz alıp dönmede hurşîd-i dırahşân olarak Cah lâzımsa eğer âşık-ı hasret-keşine Elverir kulluğu her vechile unvân olarak Koklayan bastığı me’mûn ü mübârek hâki Nefhasından yitirir kendini sekrân olarak Kalır Allâh, onu hoşnûd kılandan hoşnûd Affı kâfildir onun müjde-i gufrân olarak Yâr-ı gar eyledi Sıddîk’ı seçip hicrette Nesl-i Hâşim var iken mazhar-i rüchân olarak Saldı ün her yana Faruk, ona îmân getirip Farık-ı hikmet-i mektûme-i Furkân olarak “Feseyekfîkehümullah”* ile Zinnûreyn’i Kıldı ma’ruf-i cihan, Câmi-i Kur’ân olarak Buldu şan, yattı firaşında Aliyy’ül-Kerrâr Şeh-i merdân olarak, Hayder-i meydân olarak Hatemiyyetle edip kadrini i’lân ebeden Onu gösterdi Huda âleme sultân olarak “Ahmediyyet”le giren çille-i “mim”i mecde “Ahadiyyet”te erer izzete pinhân olarak Gösterir Hakk’ı gören gözlere âyine gibi Rûh-i nevvarı tecellîgeh-i Sübhân olarak Zâr ü giryân uyuyup, rûyunu rü’yâda gören Uyanır neşve-i dîdar ile handân olarak Şeb-i Mi’racda sîmasını seyretti diye, Kapanır yerlere gök, secde-i şükrân olarak Can atar her gece Rûh’ül-Kudüs, ihrâma girip Harem-i muhterem-i kûyuna mihmân olarak Bir gören bir daha görsem diye, Allâh Allâh Şaşırır aklını ruhsârına hayrân olarak Âteş-i aşkına bin kerre yanıp İbrahîm Görse eylerdi fedâ kendini kurbân olarak Tatmayan Kevser-i in’amını İblîs gibi Yanacak hasret ü hirman ile atşân olarak İltifatından uzak düşmesi eyvâh! eyvâh! İki dünyada yeter gâfile hüsrân olarak Onun anlattığı tevhîd-i hakîkî bir gün Saracak âlemi bir seyl-i hurûşân olarak Onun öğrettiği irfân inanın kâfidir Beşerin derd-i derûnîsine dermân olarak Bize dünyada emânet bırakıp gittiği dîn Duracak haşre kadar koskoca bünyân olarak “Ya Muhammed! Bana kıl merhamet” avâzı gelir Her seher sine-i pür-sûzdan efgân olarak Bulurum belki deyip yollara düşsem gözüme, Görünür hâr-ı mugaylân bile reyhân olarak Sözlerim düre döner, feyz bulup kıymet alır, Onu medh eyler isem peyrev-i Hassân olarak Âdem evlâdının ondan daha mümtâzı Kemâl Dehre bî-şüphe ayak basmamış insân olarak”
Efendimize naat yazan bir başka şair M. Ragıp Karcı’dır. Karcı bohem bir yaşamdan sonra hidayete ermiş, Şeyh Abdürrahim Reyhani’ye intisap etmiştir. “Kâinatın Efendisine” başlıklı şiiriyle serbest tarzın en güzel naatını yazmıştır.
“Senin bir tek hatırana / bütün aşklarımı bağışlayabilirim / kederli ve memnun türkülerimi / çiçeklerimle / ağaçlarımla gözyaşlarımla / övgüler geçirip damarlarımın karanlığından / sözlerin ve kalbimin / elpençe divan durduğu / bakışına / zamana ve toprağa dayayıp alnımı / ve ellerimi / sen parmaklarından güneşler emziren çeşme / doyur beni
Denize açılmış gemiler / ve yanlış analıkları kadınların / şarkıların seni bilmeyen tutsaklıkları / Ragıb’ın bir leylâdan öbürüne / yanık sevdaları / sonradan yazılmış defterler / ve askılarda bırakıp kitapları / adın öpülecek aziz ve emin
Sen kadim âşıkların Leylâsı / sevda sözlerinin öksüz ve yetim hükümdarı / büyütüp ellerinle kalbinin arasını tutan sesleri / gel köle kıl kendine / buyur beni / Gün gelir uçmaz olur turnaları göllerimin / insanlar ve defineler çıkarlar / toprağın derinlerinden / ben oralarda sevdana ve terlere bulanmış bir adam / şimdilerde kimse bilmez / aklımdan geçenleri / yalnız sen yanıbaşında / dünyanın ve insanların / ateşin suların / ve hesabın karanlığında / kayır beni”
Üç şairin ortak özelliği Efendimiz’e olan sevgileri yanında Urfalı olmalarıdır. Bu üç güzel şair, kâinatın en güzel insanına en güzel dizeleri yazarak sevgilerini göstermiştir. Sevgilerini şiirle kalıcılaştırmışlardır.