Duyup da asla unutamadığınız bazı sözler olur ya, benim de okuduktan sonra unutamadığım ve hayatımda düstur edinmeye çalıştığım bir söz var: “Hayatın uzunluğu ömrün kadar, genişliği ise ona verdiğin değer kadardır.”
Gerçekten de öyle değil midir? Cenab-ı Mevlâ’nın bizim için takdir ettiği dünya hayatı ömrümüzle sınırlıdır. Ne uzatabilir ne de kısaltabiliriz. Hayatımızın bu uzunluk kısmı hem gaybîdir, yani bilemediğimiz bir alandır hem de değiştiremediğimiz bir hakikattir. O halde hayatın uzunluğu ile fazla işimiz yok. Hayatın bizi asıl ilgilendiren kısmı genişliğidir ve bizim dahlimizin olduğu, içini doldurulabildiğimiz alan da burasıdır.
Hayatın değeri
Dünya hayatına ahiretin tarlası olarak bakanlar, ömrünü ebedi hayatın kazanılacağı sermaye olarak görenler hayata gerçek anlamıyla değer verenlerdir. Bu kişiler aynı zamanda hayatı geniş açıdan ve derinlikli bir şekilde yaşayanlardır. Kur’an-ı Kerim’i, hadis-i şerifleri okuduğumuzda, âlimlerin ve velîlerin hayatlarına baktığımızda dünya hayatının küçük bir kısmının bile boşa harcanmayacak kadar değerli ve son derece kısa olduğunu açık bir şekilde görüyoruz.
Bu vurgu o kadar üst düzeydedir ki insan hayatının bir bölümünün değil, tamamının kulluk maksadına yönelik olduğunu Rabbimiz bize beyan ediyor. Yani düşünün bir an; “ne için yaşıyorsun” diye soran birine, bir mümin olarak “kulluk yapmak için” diyorsunuz. Dünyadaki varlığınızın bir kısmını değil tamamını kulluğa oturtuyorsunuz. İşimizin gücümüzün, malımızın mülkümüzün, eşimizin çocuklarımızın, kısaca dünyadaki bütün her şeyimizin oturması gereken zemin kulluk oluyor. Allah Teâlâ’ya kulluğumuzu “asıl” olarak belirledikten sonra diğer her şey onun etrafında şekillenen donatılar oluyor. Böyle olunca da bir mümin için hayat muhteşem bir anlam buluyor, ömür genişliyor.
İslâm tarihine baktığınızda, âlimlerin ve âriflerin hayatlarını incelediğinizde onların hayatın uzunluğu ya da kısalığı ile hiç ilgilenmediklerini görüyoruz. Çünkü bunun üzerinde düşünmek gereksiz bir meşguliyettir. Bu tamamen Allah’ın takdirinde olan ve kulun hiçbir şekilde sorumlu olmadığı alandır. Bir başka ifade ile aynı kulluğu yapan iki kişiden genç yaşta vefat eden ile geç yaşta vefat eden, nicelik yönünden bir ayrıma tâbi tutulmayacaktır. Şu halde önemli olan süre değil, niyet ve ihlâstır.
Genişleyen yıllar
Niyetten maksat “yüz yıl ömrüm olsa da bu hal üzere Rabbime kulluk yaparım” şuuru ile yaşamaktır. Bu şuurda olduktan sonra ölümün ne zaman geldğinin önemi yoktur. Bu bakımdan dünya hayatını verimli geçirmek için uzun yaşamaya ihtiyaç da yoktur. Hangi alanda olursa olsun iz bırakan insanların büyük çoğunluğu ya nispeten genç yaşlarda vefat etmişler ya da bıraktıkları izler genç dönemlerinde olmuştur. Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellemin mübarek ömrü (hicri 63, miladi 61 yaş) nispeten kısa sayılabilecek bir ömürdü. Geçmiş peygamberlerin büyük kısmı da uzun bir ömür sürmediler. Kur’an-ı Kerim’de de bildiriliyor, birçoğu kavmi tarafından katledildi.
Allah Resûlü sallallahu aleyhi vesellemden sonra bu ümmetin en üstünleri olan Hulefâ-i Râşidîn’den üçünün yine 63 yaşında vefat ettiğini burada hatırlamak lazım. Sahabilerin birçoğunun 20’li 30’lu yaşlarda müslüman olduklarını ve zorlu mücadelelerini bu yaşlarda verdiklerini biliyoruz. Fedakâlıklarını, kahramanlıklarını ve üstün ahlâklarını anlattığımız o mübarek zatların çoğu öyle saçı sakalı ağarmış pîr-i fâniler değil, gencecik insanlardı.
Diyar diyar fetihler yapan, tarih yazan komutanların ve hükümdarların birçoğunun o fetihleri yaptıklarında bugün için çocuk dediğimiz yaşlarda olduğunu hatırlamak lazım. Selçuklu’nun en ihtişamlı döneminin sultanı olan Melikşah’ın tahta geçtiğinde 17, vefat ettiğinde 37 yaşında olduğunu, Sultan Alparslan’ın Malazgirt Savaşı’nda 40 yaşında olduğunu ve sadece bir yıl sonra vefat ettiğini biliyoruz. Sultan Mehmed İstanbul’u fethedip Fatih olduğunda, Kanuni Süleyman ordusunun başında zaferden zafere koştuğunda 20’li yaşlarında idiler. Dünya askerî tarihinin en önde gelen ve İslâm kültüründe adına “İskendernâme”ler yazılan Büyük İskender, bilinen dünyanın yarısını ele geçirip nihayet öldüğünde sadece 33 yaşında idi.
Âlimlere baktığımızda da benzer durumu görürüz. Misalen İmam Şafiî 53, İmam Gazâlî 55 yaşında vefat ettiler. Allah onlara rahmet eylesin, makamları âlî olsun. Bu hususta en dikkat çeken zâtlardan biri Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî kuddise sırruhudur. Hayatını okuduğunuzda, irşadının genişliğini, yetiştirdiği halifelerin sayısını öğrendiğinizde bütün bunları yapmak için en az 70 yıl gerekli dersiniz. Ancak Nakşibendiyye yolunu adeta güncelleyip bütün Osmanlı topraklarında etkin olmasına ve günümüze kadar devam etmesine vesile olmuş, hatta etkisi nedeniyle Osmanlı’nın yıkılışını yüz yıl geciktirdiği söylenmiş bu mübarek zâtın 48 yaşında vefat ettiğini hayretle öğreniyoruz. Yine bu açıdan hayret verici bir isim de Hâce Muhammed Bâkibillah kuddise sırruhudur. İkinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbânî kuddise sırruhunun mürşidi olan bu mübarek zât 40 yaşında vefat etmişti.
Bu misallerini verdiğimiz ve daha sayfalar dolusu isimlerini sayabileceğimiz büyük insanların ortak özelliği, ömürlerini hem kendi manevi hayatları hem zâhir hizmetler bakımından genişletmiş olmalarıdır. Buna hayatın enfüsî ve âfâkî genişlemesi diyebiliriz. İlki bâtınî iken ikincisi zâhirîdir. İlki sebep, ikincisi sonuçtur. Böyle olunca ömrün kaç yıl sürdüğünün artık bir önemi kalmıyor.
Ne dün ne yarın; şimdi
Böyle insanlar “daha yaşım genç, sonra yaparım” demediler. Ertelemediler. Dünya hayatını kulluk zeminine oturttuktan sonra zamanın kıymetini bildiler. Ve nihayet şu dünya tarlasında ekilebilecek ne kadar toprak varsa hepsini ekmeye gayret ettiler. Bu öyle bir tohum ki insana ekilir, dünyada yeşerir, ahirette hasat edilip meyvesinden yenilir.
İslâm tarihine baktığımızda hayatı böyle genişlemiş insanların öncelikle sûfîler olduğunu görürüz. Onlar “ibnü’l-vakt: vaktinin insanı” olma ilkesince geçmişe ya da geleceğe değil, şimdiki ana odaklanarak yapılması gereken ne ise onu yapmayı her şeyin önüne almışlardır.
Yolculukta durmak da yolculuğa dâhildir. Vaktin insanı olanlar durmanın da gerekli olduğunu bilerek yaşadılar. Hiç durmadan “an”ı yaşamak mümkün olmaz. Bundan dolayı önemli bir mevzuya gelindiğinde “bunun üzerinde duralım” denir. Bugünün anlayışı insanı sürekli koşturarak idrakten uzak tutmaktadır. Üstelik koşulan hedeflerin gerçekten anlamlı olup olmadığı son derece tartışmaya açıktır. Bugün bir meziyet olarak kutsanan ihtiras hem vakti hem de gönlü daralttığı için böyle koşuşturan insanların vakitlerinin nasıl da yetmediği, gönüllerinin nasıl da daraldığı açıkça görülür.
Hırsı olmayan ama engin ufuklara göz dikmiş insanların ise vakitleri bollaşıp genişler. Böylece ömürleri bereketlenir ve kısa zamanda büyük işler yaparlar. Düne bakanlar pişmanlığa, geleceğe bakanlar tûl-i emel çıkmazına düşerken, bugüne bakanlar geçmişte ve gelecekte yapamadıklarını yaparak genişleyip ferahlarlar.
Şu halde çok şey yapmak için çok ömre ihtiyaç olduğu zannını bir kenara bırakmalıyız. Ömrümüzün her anını sanki bütün ömrümüzmüş gibi kıymetli görmek, böylece yapılması gerekeni yapmalıyız. Bütün yapıp ettiklerimizin temeline de varlığımızın sebebi olan kulluğumuzu yerleştirerek onun üzerine inşaya girişmeliyiz. Unutmamalıdır ki ömür imar etmek demektir. Bu imarı güzel yaparsak ömrümüz mamur, biz de kendi hayatımızın mimarı oluruz.