Vefa, kolay tarif edilemeyen bir kavram şüphesiz. Evvela üzerimizde hakkı bulunanlara duyulan samimi, sahici bir minnettarlık, şükran, muhabbet, hürmet, dostluk ve sadakat anlamına geliyor. Söz konusu duygulardaki samimiyet ise o duyguları mutlaka davranışa dönüştürüyor.
Mehmet Akif, kızının nikâh merasimine dostlarından Bosnalı Ali Şevki Efendi’yi de davet etmiştir. Fakat Safahat’taki “Köse İmam” tiplemesinin ilham kaynağı olan Ali Şevki Efendi, nikâhı kaçıracak kadar geç katılır bu davete. Akif’in belirlenen buluşmalara zamanında gelinmesi konusundaki hassasiyetini bilmektedir. Bu sebeple mazeretini beyan için gelirken Vefa yokuşunu çıkmak zorunda kaldığını söyler. Eminönü’nden Süleymaniye Camii’ne doğru uzanan ve bulunduğu semtin adıyla anılan bu yokuş hayli uzun ve diktir. Yaşlı adam arada durup nefeslenme ihtiyacı duyduğundan gecikmiştir. Ama Akif merhum taşı gediğine koymakta gecikmez:
– Sen hangi vefa yokuşundan bahsediyorsun a efendi, der; nesl-i hâzır (şimdiki nesil) o yokuşu düzlememiş miydi?
Sohbet veya yazılarda vefa ya da vefasızlıktan bahis açıldığında bu anekdot sıkça nakledilir. Akif’in, “Vefa yokuşunun dümdüz edildiği” sözü yeni neslin vefasızlığına, vefanın büsbütün kaybolduğuna yorulur. Ancak bu ifadede bundan biraz daha farklı bir mesaj vardır sanki. Zira Vefa yokuşu tabiri; vefa göstermenin, vefalı olmanın gerektirdiği zorluklardan kinayedir. Yokuşu düzlemek, vefa duygusunu değil, o duygunun zaruri kıldığı mihneti, meşakkati ortadan kaldırmaktır. Nitekim yokuş düzlenmiş de olsa hâlâ Vefa semtindedir. Dolayısıyla Mehmet Akif bu nüktesiyle galiba vefasızlığın başka bir boyutuna, vefa zannedilen bir vefasızlığa da işaret etmektedir.
Lafta kalan vefa
“Hafıza-yı beşer nisyan ile malûldür” denilmiştir. İnsan, beşeriyetini aşıp âdemiyetine yükselmeyince kendisine yapılan bir iyiliği, ihsanı, ikramı da unutur. Kur’an-ı Kerim’de beşer kalan insanın “çok nankör” olduğu beyan buyurularak onun bencilliğine, vefasızlığına dikkat çekilir. Bu sebeple olmalı, hemen her devirde vefasızlıktan şikâyet edilmiştir.
Kâmî Mehmet Efendi’nin, “Güle gûş ettiremez, yok yere bülbül inler / Varâk-ı mihr ü vefâyı kim okur kim dinler.” beyti üç asırdır dillere pelesenk olmuştur. Bülbül ne kadar inleyip feryat ederse etsin, derdini güle duyuramamaktadır. Çünkü artık dostluk ve vefa kitabının sayfalarını ne okuyan vardır ne de dinleyen. “Vefâ-yı âlem nâm-ı ankâ gibi dillerdedir” sadece. Şu âlemde vefanın anka kuşu gibi adı vardır da kendisi yoktur.
Hâsıl-ı kelâm, herkes vefasızlıktan yakınmaktadır ama kendisini vefasız sayan bir kimseye rastlamak neredeyse mümkün değildir. Bu garabet belli ki Ahmet Cevdet Paşa’nın, “Lafz-ı vefayı yazsa da bilmez mealini” diye örneklendirdiği, vefanın hakikatine ve inceliklerine dair bir cehaletin eseridir.
Vefa, kolay tarif edilemeyen bir kavram şüphesiz. Evvela üzerimizde hakkı bulunanlara duyulan samimi, sahici bir minnettarlık, şükran, muhabbet, hürmet, dostluk ve sadakat anlamına geliyor. Söz konusu duygulardaki samimiyet ise o duyguları mutlaka davranışa dönüştürüyor. Çoğu zaman bir mihnete, zorluğa, fedakârlığa gönüllü katlanmayı gerektiren bu davranışlarla gerçekleşiyor vefa. Yani lafta kalan, davranış halinde tezahür etmeyen duygulardan ibaret değil.
Bu yüzden sözlüklerde “yerine getirilmesi gereken vazife, ödenmesi gereken borç, tutulması gereken söz” diye karşılanırken, borçluluk hissi yanında bunun ifası özellikle vurgulanıyor. İfa da vefa ile aynı kökten geliyor zaten.
Kimlere, nasıl vefa?
Vefa zannedilen vefasızlık, ifası olmadığı için aslında samimiyeti de şaibeli birtakım duygularla yetinmekten ibaret vefa iddiasıdır. Minnettar kaldıklarımıza muhabbetimizi sürekli dile getirmek ama onların halini hatırını gözetmemektir mesela. Yardıma, desteğe veya hizmete ihtiyaçları olduğunda birtakım bahanelerle bundan kaçınmaktır. Borcumuzu kabul ettiğimizi her fırsatta söylemek, fakat ödemeyi aklımızdan bile geçirmemektedir. Böyle böyle dümdüz eylediğimiz vefa yokuşundaki zahmetsiz yürüyüşümüzü yokuş çıkmak sanmamızdır.
Muhataba dostluk, iyilik, ikram, hizmet tarzındaki vefanın ihmalinde, bu kavramın ahde vefadan ibaretmiş gibi anlaşılmasının da payı olmalıdır. Vefanın, daha çok verilen sözü tutmak, yapılan anlaşmaya sâdık kalmak bağlamında konu edilmesi böyle bir anlam daralmasına yol açmış gibidir. Gerçi ifa kararlılığını kişinin kendine verdiği bir çeşit söz kabul edip bütün vefa çeşitlerini ahde vefa başlığı altında toplamak mümkündür. Yine de ahde vefa dışında ihmal edilen vefa borcunun kimlere nasıl ödeneceğini ifa boyutuyla ayrıca hatırlamakta fayda vardır.
Evvela Rabbimiz’e vefa borçluyuz. Kul bu vefasını farz, vacip, sünnet hükmündeki mükellefiyetlerini titizlikle ifa yanında nafileleri olabildiğince artırarak gösterebilir.
Efendimiz aleyhissalatü vesselama vefa, zevâidiyle beraber bütün sünnetine ittiba ile olur.
Selef-i sâlihine, evliyaya, sulehaya, ulemaya vefa; onları tazimle anmak, halleriyle hallenmeye çalışmak, eserlerini okumaktır.
Mürşide vefa, talim ve terbiyesine uygun davranmaktır.
Anne babaya vefa; yüksünmeden, tevazu ile onlara hizmet ve ikramda bulunmaktır.
Eşlerin birbirlerine vefası sadakat, güler yüz, tatlı dil ve iffetlerini koruma hassasiyetidir.
Hısım akrabaya vefa, sıla-i rahimi aksatmamaktır.
Hocaya, ustaya vefa, öğrettiklerini kötüye kullanmamaktır.
Ecdada vefa; uğrunda ter döktükleri, can verdikleri değerleri ve eserleri muhafazadır.
Ölmüşlerimize vefa, onları hayır dua ile anmaktır.
Nihayet bütün müminlere vefa, aramızdaki kardeşlik hukukuna riayettir.
Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı
Vefa müminin, özellikle de tasavvuf ehli müminin vasfıdır. Ebu Nuaym el-Isfahânî rahmetullahi aleyh, tasavvuf kelimesinin “safa” ve “vefa” kelimelerinin birleşmesinden geldiğini söyler. Ona göre tasavvuf, “safayı ve vefayı gözetmek”tir. Safa, kalbin ve nefsin temizlenmesi; vefa ise Allah Teâlâ’ya ihlâsla kulluk, Resûlullah sallallahu aleyhi vesseleme ittiba, mürşide sadakatle teslimiyettir. Kimden gelirse gelsin iyiliği asla unutmamaktır. Nitekim “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır” sözündeki “hatır”, dostluk nişanesi küçük bir ikramın bile unutulmaması gerektiğini anlatır. “Kırk yıl”dan murat, sınırlı bir vade değil; uzun, sürekli, sınırsız bir zamandır. Size yapılan bir iyiliğin, ikramın, gösterilen bir dostluğun hatırasını, fırsat düştüğünde daha güzeliyle mukabelede bulunmak üzere hiçbir zaman unutmayın, gönlünüzde sürekli muhafazaya çalışın demeye getirilir böylece.
Bu türlü hatıraların gönülde muhafaza ediliyor olması; akla değil gönüle dokunmasındandır. Mukabele fırsatı doğduğunda hesabî değil, hasbî davranmaya sevk eder insanı. Yorulurum, yıpranırım, dara düşerim endişesine kapılmaktan alıkor. Bir borcu ödemenin, bir vazifeyi ifanın sevinci ve huzuruyla, katlanılması gereken her zahmeti nimet, her külfeti lütuf gösterir.
Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı varsa, bize ikram edilen bir kap bulgur çorbasının, bir parça ekmeğin de o kadar hatırı olmalıdır. Üstelik bunlar bizi iki cihanda aziz kılacak büyük bir manevi ikramın, bir himmetin zâhiren tutunduğumuz ip uçlarıdır. Bizi yönlendirdiği yolda sürçmeden yürümek vefadır. O manevi ikram ve himmetin devamlılığı, daha çok insana ulaşması için bazen bizden istenen desteği, fedakârlığı, hizmeti bütün zorluğuna rağmen nimet bilip ifaya çalışmak vefadır.
Bir dostluk ve iyiliğin gerektirdiği mihnetten kaçınıp o dostluk veya iyiliğe duyulan minneti sadece dil ile ifade ise vefa değil; vefa gibi görünen vefasızlıktır. Erliğe yakışmaz.